Emel Kurma: Her haksızlığın bir haddi var ve anlaşılan o haddi de gene hak savunucularının belirlemesi gerekiyor

  5 Temmuz’da Büyükada’da bir otelde yapılan insan hakları savunucularının ortak çalışma toplantısına, bir ihbar olduğu söylenerek baskın yapıldı. Gözaltına alındıkları ise aynı gece tesadüf eseri ortaya çıktı. 13 günlük gözaltı süresini takiben 18 Temmuz’da altısı, birkaç gün sonra da önce şartlı serbest bırakılanlardan ikisi tutuklandı.  ‘Tutukluluk’ halleri ise üç ayı geride bırakırken, dört gün […]

 

5 Temmuz’da Büyükada’da bir otelde yapılan insan hakları savunucularının ortak çalışma toplantısına, bir ihbar olduğu söylenerek baskın yapıldı. Gözaltına alındıkları ise aynı gece tesadüf eseri ortaya çıktı. 13 günlük gözaltı süresini takiben 18 Temmuz’da altısı, birkaç gün sonra da önce şartlı serbest bırakılanlardan ikisi tutuklandı.  ‘Tutukluluk’ halleri ise üç ayı geride bırakırken, dört gün önce hazırlanan  iddianameyle 15 yıla kadar hapis cezaları istendi. Sivil Sayfalar olarak biz de tutuklu insan hakları savunucularının son durumunu öğrenmek ve yaşanan süreci konuşmak üzere 8 Eylül’de yapılan ortak basın açıklaması sonrası Yurttaşlar Derneği’nden Emel Kurma ile sözleştik. Kurma, insan hakları savunucularının tutuklanmasının memlekette gitgide derinleşip yaygınlaşan diğer hak ihlalleri ve baskılardan ayrıştırılarak değerlendirilemeyeceğini ifade ederken, ekim ayıyla birlikte bu muhasara karşısında uluslararası dayanışma ve kampanyaların artabileceğine işaret ediyor…

“Soruşturma sürerken, yani öyle olsa gerek, üç aydır özgürlüklerinden mahrum edilmiş durumdalar peşin peşin; bu zaten cezalandırmadır. Şeklen hukuki kılıflı bu fiili ceza yetmiyormuş gibi, gördükleri muameleye bakılırsa, hazır tutmuşken ezayı da eksik etmeyelim deniyor zahir”

Son durumları nedir insan hakları savunucularının?

Emel Kurma

Halen arkadaşlarımızın yedisi İstanbul’da Silivri Cezaevi’nde, bir arkadaşımız da Ankara Sincan Cezaevinde tutuluyor. Şartlı salıverilmiş olan arkadaşlarımızın biri haftada iki, diğeri de haftada üç defa karakola imza vermek durumunda ve yurtdışına çıkışları yasak. Silivri’de tutulmakta olan arkadaşlarımız birbirlerinden ayrı, tanımadıkları bir başka tutuklu ile üçer kişilik hücrelerde iki kişi olarak kalıyorlar. Mektup almaları, yollamaları yasak. Haftada bir saat aileleri ile, bir saat de avukatları ile görüşme izinleri var. Yani yedi gün boyunca sadece 60 dakika. Aile görüşleri cam arkasından; ayda bir kez de açık görüş. Aileden kasıt birinci derece kan bağı veya evlilik bağı olanlar. İki haftada bir aile üyeleriyle telefonla görüşme hakları var; saati kayabiliyor. Avukatlarıyla görüşmeleri kamerayla kayda alınıyor, gardiyanlar eşliğinde yapılıyor; avukatlar görüşme sırasında yazılı not tutamıyor veya avukat görüşmelerine hazırlık notlarına izin verilmiyor. Sayısı mahdut tutulan şahsi giysileri dışında, bütün ihtiyaçlarını sadece ve sadece hapishane kantininden temin etmek, yani satın almak durumundalar. Birbirlerini görmelerine, hiçbir spor tesisinden veya sosyal faaliyetten yararlanmalarına izin verilmiyor. Soruşturma sürerken, yani öyle olsa gerek, üç aydır özgürlüklerinden mahrum edilmiş durumdalar peşin peşin; bu zaten cezalandırmadır. Şeklen hukuki kılıflı bu fiili ceza yetmiyormuş gibi, gördükleri muameleye bakılırsa, hazır tutmuşken ezayı da eksik etmeyelim deniyor zahir.

Hangi suçtan orada olduğunu biliyor musunuz diğer tutukların?

Birlikte tutuldukları kişilerin hangi isnat, suçlama veya hükümle orada tutulduklarını net ve ayrıntısıyla bilemiyoruz; bildiğimiz Silivri’de “FETÖ” diye tabir edilen şüpheli ve mahkumların tutulduğu bölümde oldukları. Soruşturma esnasında hapsedilmelerine hükmeden tutuklama kararında net olarak bir örgüt ismi isnat edilmiş değil; buna karşın halen maruz bırakıldıkları hapis şartları, bu şekilde sınıflanmış olan tutuklulara yapılan muameleyle aynı. Hepsi birbirlerinden ayrılmış durumda; haftanın yedi günü, 24 saat bu bir kişiyle aynı yerdeler aylardır. Birbirleriyle kalmaları şöyle dursun, birbirlerini görmelerine bile izin verilmiyor. Farklı aşamalarda, örneğin Silivri’ye ilk gidişte, Günal, Veli, Ali, Peter tek başlarına bir hücrede, yani tam bir tecrit altında da tutuldular. Hukuki itirazlar mı yoksa Ankara’da birtakım yetkililerle görüşmeler/ricalar mı işe yaradı bilmiyoruz; bir başka kişiyle hücre paylaşmaya başladılar. Tabii bu fiziken bir başkasıyla olma durumu, örneğin Ali için hiçbir şey ifade etmiyor; zira hücreyi paylaştığı kişi İngilizce bilmiyor; günde belki 10-15 dakikalık, o da işaretleşerek bir iletişim imkanı yani.

Sağlık durumları nasıl?

Tümüyle absürd, uydurma bir isnatla özgürlüğünden, haklarından, hayatından, ailesinden, sevdiklerinden, işinden gücünden mahrum edilmiş, bir yere tıkılmış bir insanın sağlığı nasıl olabilirse, öyleler. Kafka hikayesi gibi; ne var ki, bu saçma kabus şu anda onların pratikteki hayatı. Sabah uyanıyorsun ve bakıyorsun ki hala, dört duvar arasında, hücredesin; bütün bu saçmalık, uğradığın bu kötülük bir kâbus değil; bilakis somut olgusal gerçeklik. Arkadaşlarımızın her biri gönlü ve ufku açık, birikimli, dirayetli ve tutarlı, bu ülkede yıllarca insan hakları, özgürlükler, demokratikleşme için uğraşmış, didinmiş, emek vermiş, mücadele etmiş ve yılmamış insanlar. Memlekette yıllardır ve artık hemen her gün birilerine reva görülen bu duruma kendi başlarına geldi diye hayret edip şaşırdıklarını sanmıyorum. Moralleri bozulur, düzelir, ama yılgınlığa düşecek, hak savunuculuğundan, yani esasen kendi şahsiyetlerinden vazgeçecek insanlar değiller. Ezcümle, hasbelkader dışarıda kalmış olan bizlerin asabı ne kadar yerindeyse, şimdi hapiste olanlarımızın asabı ne haldedir, tahmin edilebilir herhalde.

Moral meselesini bir yana bırakırsak, sağlık sorunları da var arkadaşlarımızın. Kullandıkları ilaçların verilmesinden, protez için gereken bakımın gereğinin sağlanmasına, mide hastalığı nedeniyle beslenme sorununa kadar, her şey bir düz duvara tırmandırma eziyetiyle yürüye geldi; ihtiyaçların her birinin zar zor temin edilebilmesi için kırk bin türlü dilekçe zarureti… Hastaneye getirilip götürülürken, hatta doktor muayenesi sırasında kelepçeli tutulmak. Dahiliye tetkiki yapılan arkadaşımızın sonuç raporu kendisine verilmiyor mesela; bu kadar basit, temel ve insani bir şey için uğraştırmak, cezalandırmak değil de nedir? Veya, psikologla görüşme; kelepçeli olarak, gardiyanlar eşliğinde… Türkçe bilmeyen arkadaşımızla İngilizce bilmeyen hekim görüşüyor; neyi nasıl anlıyor ki, ilaç yazıyor. Bunlar ciddi sonuçları, zararları olabilecek şeyler ve böyle kolaylıkla, aymazlıkla yapılabiliyor. Veya aymazlık değil de, umurunda olmamak diyelim. Tercüman filan hak getire; bir seferinde dil bilen gardiyan tercümanlık yapmış; yardımcı olmuş denebilir ilk elde ama bunlar asla kabul edilemeyecek uygulamalar. Daha doğrusu, bir hukuk düzeninde, yani asgari hakkaniyet zemininde, kabul edilemeyecek şeyler, diyelim.

“…hukuk nihayetinde tepeden, devletten beklenecek bir şey değil. Hukuk öncelikle toplumdan beklenecek bir talep ve anlayış.”

Basın açıklamasında iç ve dış mesaj veriliyor demiştiniz insan hakları savunucularının tutuklanması konusunda. Nedir bu iç ve dış mesajlar?

Ezcümle durum şu; ‘senden şüphe ediyorum; daha doğrusu senin suç işlediğin yönünde bir şüphe uyduruyorum’. Bu şüphenin memlekette hakim kılınmış racon çerçevesinde suç olarak belletilmiş bir şeyi andırması kâfi; tümüyle yersiz, manasız, temelsiz olmasının hiçbir önemi yok. “Yaptırım gücüm sayesinde de uydurduğum bu şüpheyi gerekçe yapıp seni içeri tıkabiliyorum; özgürlüğünden ve her türlü insani hakkından mahrum bırakabiliyorum. İtirazlarını da otomatikman reddediyorum.” Nokta. Yargı sistemi ile adalet, hukuk arasında bir ilişki kalmadığının resmi. Peki, saçma sapan bir isnatla, bunca haksızlığı, bu temelsiz eziyeti sırf keyif olsun diye veya boş yere mi yapıyorlar? Zira epey bir uğraşmak lazım bu kurgulama için. Herhalde bundan meram edilen bir şey olması gerekir. Yani, baskın yapılan toplantının ne içeriğinin, ne mahiyetinin, ne amaçlarının ve ne de gözaltına alınan, soruşturmaya uğratılan, tutuklanan insanların profilinin, faaliyetlerinin isnat edilen şüpheye dayanak olabilecek hiçbir yönü yok. Şüphe isnadının iler tutar hiçbir yanı olmadığından, bayağı bir efor gerekiyor bu “hikaye”yi imal etmek için.

Bir yandan yargı bir yandan medya eliyle (kamuoyunu manipüle etmek için), olgusal gerçeklerle en ufak bir illiyeti olamayacak, zorlama bir hikaye uyduruluyor; aklımıza hakaret! Bu tamamen tesadüfler eseri olabilecek nitelikte bir şey mi? Demek ki, bu eforun getirisi götürüsünden, külfetinden daha ağır çekiyor o rasyonalitenin terazisinde. Haydi diyelim akılsızın biri, memleketteki katmer katmer şartlanmanın etkisiyle, bir ihbarda bulunacak oldu. Ne olur? Polis sorar eder; muhtemelen ne bu kişilerden ne de yaptıklarından hazzetmiyordur da. Ama takacak bir kulp bulamayınca, sorgu vs. taciz etmenin ötesine geçmesi için, işi havale edeceği savcının da mesela bu saçmalığı ciddiye alması gerekir. İşi öküz altında buzağı aramak ya da cadı avında kupalar kazanmak değilse, yargı yetkilisi hiç yoktan neden suç şüphesi icat etsin ki? Sonuçta benim gördüğüm, ele geçen bir fırsat olarak görülmüş ve değerlendirilmiş bir vaka ile karşı karşıyayız.

“Çocuğuna, evladına, eşine, kendinden güçsüz gördüğü herkese istediği gibi, haksızlık etmeyi, ceberrut davranmayı kanıksamış, normal gören bir toplumda hukuk da ancak bu kadar oluyor”

Bu vaka üzerinden yapılan kâr-zarar hesabı da, medyadan yürütülen karalama, hedef gösterme kampanyasıyla da aşikar oldu bir bakıma. Saldırının ilk ana teması “Gezi benzeri bir kalkışma” çıkartmak olarak seçilmişti; hatırı sayılır bir ilgi ve itibar gören bir yürüyüşün (Adalet Yürüyüşü*) kamuoyundaki olumlu yansımasını önlemek için olacak, toplantı ve arkadaşlarımız önce oraya bağlandı. O yürüyüş olaysız sonuçlandıktan sonra, saldırgan propaganda bu sefer “harita” ve “memleketi bölme” efsanesinden sürdü bir müddet. O temadan sonra da, gene pek revaçta olan bir başka tema, “ajanlık” bahsine geçildi. İletişim, kampanya, PR vb. konuları bilenler muhakkak fark etmiştir; bu yayınlara baktığımızda – ki temaların yansımalarını yargısal ayakta da teşhis etmek mümkün – gayet açıklıkla görülebiliyor bu kamuoyu çalışması. Hatta iletişim/kampanya/reklamcılık fakültesinde kara propaganda bahsinde örnek vaka olarak okutulabilecek kadar bariz bir iş. Ne yazık ki, Türkiye’de de hak ve hukukla uğraşan insanlar marjinalmiş gibi gösterilir ki, herkes bu işlere kafayı takıp da heveslenmesin, girmesin diye. Ama bence zaten bu işi illa da dernek, vakıf vb. örgütlenmeler üzerinden yapmak diye bir sınırlılık yok. Velisiniz, çocuğunuzun gittiği okulda veya veli olmasanız da, mahallenizdeki okulda ya da isterseniz çalışan/iş veren olarak işyerinizde; hak savunuculuğu her yerde yapılır; mücadelesi her yerde verilir. Bu uğraşıyı sadece mücadele olarak da tanımlamamak lazım. Müzakere, dönüştürme, haklara yatırım yapmak, hak ve özgürlükleri kendi hayatınızda, gündelik hayat çevrenizdeki ilişkilerde, mekanlarda kurmak, geçerli kılmak. Bu bakımdan, hukuk nihayetinde tepeden, devletten beklenecek bir şey değil. Hukuk öncelikle toplumdan beklenecek bir talep ve anlayış. Yasalar zemininde bir hukuk işleyişi ancak toplumca tesis edilmiş, benimsenmiş, gündelik enformel yaşamın kodlarını oluşturmuş bir hakkaniyetlilik zemininden yeşerebilir. Bizim toplumumuzda bu eksik.

Şimdi herkes adaletsizlikten şikayetçi; ama pek az kişi kendi gündelik hayatında hakkaniyetle davranmak/davranılmak derdinde; kahir ekseriyet adil davranmaktan kendini mesul görmüyor; hatta bunda bir kazanım da görmüyor. Çocuğuna, evladına, eşine, kendinden güçsüz gördüğü herkese istediği gibi, haksızlık etmeyi, ceberrut davranmayı kanıksamış, normal gören bir toplumda hukuk da ancak bu kadar oluyor. Siyasetten beklenen de ancak bu kadar. Velhasıl, şimdi, arkadaşlarımızın uğratıldığı soruşturma ve tutuklama konusunda da, benzer yığınla örnekte olduğu gibi, apaçık bir hukuksuzlukla karşı karşıyayız. Haksızlıkların aşılmasında, ihlallerin engellenmesinde emek vermek, hak ve özgürlüklerin hayata geçirilmesi için uğraşıp didinmek, haliyle ihlalleri de gündemde tutmak, toplumu bu konuda uyanık tutmak anlamına gelir. İşte, haksızlıkların bizzat topluma nasıl zarar verdiğini, hepimizin tek tek bireysel ve müşterek hayatımızı, haysiyetli yaşam olanağımızı nasıl berbat ve ziyan ettiğini anlatmak, görünür kılmak, kamuyu, yani halkı bu konuda ilgili ve uyanık tutmaktır. Bu açıdan bakılınca, hak savunuculuğunun toplumsal alana nüfuzu, hak meselesine daha geniş ve yaygın bir sahip çıkış tehlikeli görülüyor olsa gerek. İşte nitekim, savunucuların sesini kısarak, çalışmalarına ket vurarak, onları hedef haline getirip tehditlere maruz bırakarak hem bizzat onları hem de velev ki toplumdan onlara ve hak savunuculuğuna sahip çıkacak başkalarına ayar vermek, hadlerini bildirmek, vazgeçirmek için emsal bir uygulama ile karşı karşıyayız. Hak savunucularına ve farklı kesimlerden onlara destek veren, vermeyi aklından geçirenlere verilen “Çıt çıkmayacak. Zaten çıt çıkaran da haindir. Hainlik kategorisinde yer alır” mesajıyla korkmaları, sinmeleri, etliye sütlüye, hele ki hak hukuk talebine, uğraşısına bulaşmamakta fayda olduğunu, aksi takdirde başlarına gelebilecekleri belletmektir.

“Herkes kendileri için bağırsın, kendisi için bağırmaya devam etsin istiyorlar bu ülkede”

İnsan hakları konusunda mı?

Evet, insan hakları konusunda. ‘Ona bunu yapamazsın’ demek ‘Bana bunu yapma!’ demekten farklıdır. Herkes sadece kendisi için bağırsın, kendisi için feryada devam etsin istiyorlar bu ülkede. ‘Başkasının hakkı için mücadele eden insan olmanın bir faydası yok’ demek isteniyor. İki türlü mesaj veriliyor. Bir; hak mücadelesinin beyhude bir iş olduğu ve vatan hainliği imgesinin yayılması. Toplumun geneline, onlara çizilmiş sınırları, kamplaşmaları aşmak konusunda gözdağı vermek ve ikinci olarak da ‘Sınırları aşanın başına bak ne geliyor!’ demek ve bu öğretiyi, bu kültürü devam ettirmek. Zaten kökleşmiş bir kültür. Bunu daha da hissedilebilir kılmak. Bir de işte bunlarla uğraşanları, başkalarını da bu işlerden tedirgin etmek, umutsuzlaştırmak. ‘Zaten bir şey olmuyor veya bak yapmaya kalkanın başına ne geliyor’u göstermek.

“… itiraz edenler memleket içinde ‘vatan haini’, dışarıda ise ‘Türk-İslam düşmanı’ olarak damgalanıyor”

Dış kamuoyuna ne mesaj veriliyor bu tutuklamalarla?

O da herhalde ‘Rehin alırız’, ‘Kimseyi umursamıyoruz, bildiğimizi okuruz’ demek dünyaya.

Almanya’daki FETÖ zanlıları ile bir değiş tokuş iddiası kamuoyuna yansımıştı…

Ortada hukuki, yargısal bir süreç olduğu iddiasını otomatikman çürütüyor işte bu; yani bir rehin alma yaklaşımı olmuş olsa gerek ki, değiş tokuştan bahis açılıyor. Örneğin İspanya’da da birisini tutuklattırıyorsun. Onun ne anlamı var ki? Bileşik kaplar bunlar. Öte yandan hatırda tutalım ki, bizim on arkadaşımızı soruşturmaya uğratınca sekizini de hapse atınca başlamış değil bu işler. Türkiye’nin doğusunda ve batısında ne zamandır gitgide ağırlaşan, yaygın uygulama değil mi bunlar? Keyfiliği ve hak ihlalleri katmerlenmiş bir idare altındayız. Olup biten somut rezaletlere tepkilere, itirazlara da boş laflar, bir hamaset paketiyle mukabele edildiğine şahit oluyoruz her gün: “Demokrasimiz çok ileri, yargımız çok bağımsız; olmasa da ne gam, burada bizim borumuz öter, kimse de bir şey diyemez” vb. Buna itiraz edenler memleket içinde ‘vatan haini’, dışarıda ise ‘Türk-İslam düşmanı’ olarak damgalanıyor. Ama bu hikâye, anlaşılan, uluslararası konjonktüre göre de kullanılan, buna da malzeme edilen bir şey.

Bir anlamda uluslararası konjonktür böyle olmasaydı insan hakları savunucuları tutuklanmazdı denilebilir mi?

Bana sorarsan, öyle gibi. Dünyanın her yerinde devletler illa ki ‘aman hak çiğnemeyeyim’ tutumunda değildir elbette. İktidar yapısı, bütün bu devlet örgütlenmesi, yaptırım tekeli, müessesesi böyle bir şey zaten. Ama bazı ülkelerde söz konusu iktidarların meşruiyetlerini az çok devam ettirebilmek için için her gün yeniden az çok bir hesap vermesi gerektiği üzerine toplumsal, siyasi bir mutabakat, beklenti, talep var! En azından o toplumun kendi kendine aynada baktığında, kendisinin az çok tutarlı, haysiyetli olduğunu görmeye ihtiyacı var. Dolayısıyla o toplumların devletlerinin de ‘astığım astık, kestiğim kestik’ türden tutumları, icraatları yaygın şekilde bir ‘eyvallah’la takdir ve teyit edilmiyor toplumsal zeminde. Meşruiyet sorunsalı, eksikliği, sistemi zedeleyici bir nitelik taşıyor dolayısıyla. Hesap veren, hesap vermeye kendini mecbur hisseden devletlerde, devlet yapısında, bizdeki gibi keyfi bir irade kabul edilemez; sürdürülemez. Zira bu nihayetinde topluma zararlı bir devlet/iktidar işleyişi olarak kabul edilir. Son olarak, bir kenara not etmek gerekirse, şimdi Türkiye’de yaşadıklarımızın sadece konjonktürel bir şey olup olmadığını da etraflıca düşünmek lazım. Belki de müesses nizamın kendince bir strateji değişikliğine tanık oluyoruz, bunun tecrübesini yaşıyoruz..

“Yaşadıklarımızın büyük bir kısmı Kürtlerin eşit vatandaşlık, toplumsal, kültürel, siyasi talepleri ve bu bağlamda Kürt hareketi dolayımında süregiden çatışmayla ilgili “

Nedir bu strateji değişikliği?

Müesses nizamın asli tehdit unsuru olarak belledikleri arasında önde gelen Kürtler ve Kürt hareketi. Süreç içerisinde bu hareketin çapı, çerçevesi, kapsayıcılığı, rezonansı değişti, dönüştü. Parlamenter sistem içerisinde bu rezonansın istenen şekilde kontrol altında tutulmasının imkanı eridi. Bu itibarla da düşünmek lazım başkanlık sistemine geçiş hamlesini; tabii merkezileşmenin daha da güçlenmesine de ihtiyaç duyuluyor başka diğer alanlarda da yönetimi elden kaçırmamak için. Kime? Topluma kaçırmamak. Dünya değişiyor. Aksi iddia edilse de tıpkı eskiden olduğu gibi, değişen topluma, taleplere, ufuklara, çeşitlenen hayata, yeni sorunlara rağmen, değişmeden aynı şekilde, arkaikleşmiş, asayişçi bir yaklaşımla yönetmek… Çizilebilir, ama gerçekleştirilmesi kabil midir? Orası ayrı.

Kürt hareketi bir vasıta mı oldu bu anlamda?

Yaşadıklarımızın büyük bir kısmı Kürtlerin eşit vatandaşlık, toplumsal, kültürel, siyasi talepleri ve bu bağlamda Kürt hareketi dolayımında süregiden çatışmayla ilgili. Hakim söylem kendisini esas, dolayısıyla da bu olguyu da ‘asilik’ olarak tanımladığından, söz konusu dinamiklerin ve bu meselenin sıkıştırılmak istendiği tek boyutlu etiket ve dar çerçeve içine sıkıştırılamayacak boyutlarda olduğunu yadsımaya devam ediyor. Ancak, dünya da durduğu gibi durmuyor, değişiyor ve bu değişen dünyada dinamik meseleleri statik, eski usüllerle halletmeye uğraşmak beyhude. Bildik ezberle baş etmek gitgide daha imkansız hale gelmesine rağmen, ne yazık ki ezberin dozunu artırmaktan medet umuluyor. Daha çok baskı, daha çok asayişçi politikalar, daha fazla sertlik; tahakkümün yeni yöntemlerle derinleştirilerek uygulanması gibi.

“Soruşturma mantık ve adalet çerçevesinde ilerlese, hakikat ortaya çıkar; yok eğer maalesef görüldüğü üzere, bu yargısal süreç hukuki değil de siyasi ise, yargılamanın da seyrini değiştirmek gene siyasi iradeye bağlı demektir”

İnsan hakları savunucuları tutuklandığında ‘casus/ajan’ suçlamalarında bulunuldu iktidar ve ona yakın medya kuruluşları tarafından. Daha sonra ise yine aynı çevrelerce bu davanın kabul edilemez bir dava olduğu ifade edilmeye başlandı. Öte yandan yargılamalarda hiçbir esneklik sürmüyor. Bunu nasıl yorumluyorsunuz?

Sürecin başında ne yapılması gerekiyorsa öyle davranıldı diye tahmin ediyorum. Yani belli bir görevi ifa etmek için, ne servis edildiyse, onu sunmak, onu savunmak. Tabii iler tutar yanı olmayan iddialar; hakikaten olup bitenleri anlamaya, öğrenmeye niyet de yok nitekim; ama söz konusu habercilik değil, aparatlık olduğuna göre, buna da şaşırmamak lazım. Şaşırmıyoruz ancak kabul de etmiyoruz tabii; itiraz ediyoruz, tekzip, düzeltme, özür talep ediyoruz haliyle. Bu taleplerimize yargıdan gelen cevaplar ise bu uydurmaların, iftiraların, karalamaların ve düpedüz hedef göstermelerin basın özgürlüğü kapsamına girdiği yönünde. Manşetlerden bu açıkça işlenen suçların da takipçisi olacağız. Zira bu köpürtülen iftira, karalama yayınlarının sonuçlarının ne kadar ağır, ne kadar vahim, ne acı ve telâfi edilemez olabileceğine de şahit olduk bu ülke. Medya üzerinden yapılan saldırının şimdilik sönümlenmiş olmasının bir sebebi manşetlerdeki bomboş uydurmaların altını tahkim edebilecek iki satırlık bir şeyin dahi bir türlü imal edilememesi olsa gerek.

Diğer yandan da bu yayınların zamanlamasına ve değişen temalarına da bakacak olursak, belirli bir gündeme seyrine koşut olarak gittiği anlaşılan kamuoyu manipülasyonu tefrikaları şimdilik sona erdi. Belirli bir seçmen nezdinde yeterince itibarsızlaştırılamamış ‘Adalet Yürüyüşü’nün İstanbul’a varışında “Gezi benzeri bir toplumsal kaos, ayaklanma, vb.” olayla bitmesine yönelik provokasyon hazırlığı teması işlendi ilk önce. Yürüyüş sonundaki kalabalık mitingin olaysız dağılmasıyla, bu sefer masa başında “ülkeyi bölme planları yapıldığına” dair delil olarak “ele geçirilmiş haritalar” bahsi işlendi. O da tüketilince, bir de yurtdışı irtibatlılığı üzerinden “ajanlık, casusluk” teması işlendi. Yaratıcılıkları veya uydurmacılıkları diyelim, biraz tükendi herhalde; bu yöndeki hizmetlerine “şimdilik ihtiyaç kalmadığı” iletildi belki de; yalanlar tefrikasını yeni temalarla sündürmeyi bıraktılar. Bu yayınlar sürüp giderken, olgusal gerçeklikleri, sahici bilgileri kamuya aktarabilecek pek az mecramız olduğunu da tekrar müşahade ettik tabii. Hazin bir durum; koskoca bir toplum 7/24 ekranlardan, internet sayfalarından, sosyal medyadan, merkez medyadan yalanla kandırılıyor; yanlış bilgilendiriliyor, gaza getiriliyor. İşte bu yüzden bu yayınlara basın özgürlüğü filan denemez zinhar; bilâkis, bireylerin, ve toplumun kanaatlerini, tercihlerini serbestçe oluşturabilmesini engellediği için kamuya karşı taammüden işlenen suçtur; alenen ve de bal gibi suçtur. Bu yayınların künyesine filanca partinin, grubun propaganda yayınıdır ibaresini yazmanız gerekir ki, o durumda dahi yalan ve uydurmaları bilgi, haber diye sunmanın, yutturmaya çalışmanın bir maliyeti olur.

Bu yayınlara mukabil, olup bitenin tümüyle masum, basit, benzerleri hemen her gün sadece sivil toplum örgütleri değil, kamu kurumları, şirketler vb. tarafından da yapılagelen mahiyet ve amaçlar çerçevesinde, gayet sıradan bir çalışma toplantısından ibaret olduğunu, yani düpedüz olgusal hakikati elimizden geldiğince, her cenahtan siyasetçilere, yetkililere, yetkililerin danışmanlarına, yazarlara, gazetecilere, kısaca ulaşabildiğimiz herkese iletmeye çalıştık. Böylelikle kurgulanan iftira şemasının boşluğuna dair yazılar, röportajlar çıktı. Bu yönde yazılar çiziler ve kamuoyunda tartışmalardan önce, beklenir ki, bunlara gerek kalmadan yargı sistemi bu saçmalığın ne menem, ne boş bir tezgah olduğunu tespit etsin; hatta bu kumpası kuranların peşine düşsün. ‘Beklemek’ biraz naif bir tabir tabii. Soruşturma mantık ve adalet çerçevesinde ilerlese, hakikat ortaya çıkar; yok eğer maalesef görüldüğü üzere, bu yargısal süreç hukuki değil siyasi ise, yargılamanın da seyrini değiştirmek gene siyasi iradeye bağlı demektir. 5 Temmuz’dan bu yanan yaşananlara bakıldığında, tahminimiz veya tespitimiz de bu yönde. Arkadaşlarımızın bu şekilde gadre ve haksızlığa uğratılmasına ek olarak, yargı sisteminin görevini yerine getirmesi de, yani adaleti tesis ve temin etme konusundaki yetkinliği bakımından, hazin tabii. Gene de bütün iktidar araçlarıyla, beş koldan boğulsa da hakikat ortaya çıkmakta ısrarlı ve dayanıklıdır. Onlar da gördüler muhakkak. Önce esen karalama fırtınasını ve takip eden, bu kurgulanan tezgahtaki zayıflıklara, tutarsızlıklara işaret eden yazı ve yayınları. Ancak ‘yargının medyaya göre mi hizalanıyor’, sorgulaması kadar, ‘bu iş birkaç koldan mı yürüyor’ sorusu da geçerli olsa gerek.

“Bu insanlar casustur, haindir, kalkışmacıdır’ diye bu kadar tazyik yapılması herhalde bu ikna, hep ikna edilmesi gerek kalabalığın bazı şüpheleri olabileceğini hesaba kattıklarını gösteriyor”

Yarın konjonktür gereği yeni bir değişiklik olabilir; bu tezgahı kuranların meramı açısından kar-zarar hesabı şartlara göre nasıl değişirse, ona göre hakikatin gereği veya aksi yönünde seyrettiğini göreceğiz sürecin. O yüzden şimdi karalamanın biraz durulmuş görünmesinden çıkarılabilecek herhangi bir anlam yok. Yani, şimdi eğer ben bunları görüyor, değerlendiriyorsam, herhalde savcılar, hâkimler benim misli misli farkındadır, görüyordur. Öte yandan, sadece havayı koklayarak ve siyasi basınç barometresinin göstergesine bakarak değil, belki başka türlü de etkilere maruz kalıyor olabilirler. Sonuçta olup bitenden vardığımız kanaat, bunun siyasi bir dava olduğu. Yargısal mecrada cereyan eden, siyasi bir mesele olduğunu hem yargılayanlar hem yargılananlar hem bu siyasi operasyonu başlatmış veya kullanmış olanlar, herkes biliyor bana kalırsa. Gene de yeterince ikna edici olamama riskine dair bir tedirgin edici güç de var.

Tedirgin edici güç olan ne?

Kamuoyu. Genel kamunun, toplumun kanaati. Çünkü ben düşünüyorum mesela; herkesi inandırdıklarına kani olsalar, niye bu kadar cayır cayır yatırım yapasın kamuoyunu manipüle etmek ve yanıltmak için? ‘Bu insanlar casustur, haindir, kalkışmacıdır’ diye bu kadar tazyik yapılması herhalde bu ikna, hep ikna edilmesi gerek kalabalığın bazı şüpheleri olabileceğini hesaba kattıklarını gösteriyor.

“Medya ve yargı üzerinden, Türkiye’nin insan hakları savunucularının vatan haini, casus vs. ne kadar hamasî ve de şeytanî tanım varsa artık, yok edilmesi, ezilmesi, def edilmesi uygun, yerinde ve hatta şart olduğunu kamuoyuna da iyicene belletilmesine çalışılıyor”

İktidar tedirgin oluyor mu demek istiyorsunuz?

Bence öyle. Yoksa ne gerek var! ‘Yat’ diyorsun yatıyor ‘kalk’ diyorsun kalkıyor. Niye ‘bangır bangır’ uğraşasın öbür türlü. Bu işte şöyle yanlış bir yan var, ben onu düzeltmek istiyorum. Arkadaşlarımın bazıları öyle düşünse de ben aynı kanaatte değilim. ‘Medya yargıyı etkilemek için yaptı’ iddiasından bahsediyorum. Ben öyle düşünmüyorum. Ben bunu iki kulvarda işleyen bir süreç olarak görüyorum. Bu operasyon konusunda hem yargı hem de medya üzerine düşeni yapıyor. İşte ‘polise yakalatıyorum, sorguya alıyorum, tutuklama, itirazları reddetme vs.’ Çünkü bu böyle bir şey. Medya da bu hikâyenin kamuoyuna ikna etme işini yapıyor. Yani iki kulvardan ilerliyor. Medyanın yargıçların gözünü korkutmasına gerek yok. Bence bir hakim veya savcı bugün Türkiye’de gazeteler sadece çiçek, böcek, kuş, yaprak yazsa adımını atacak yerden korkuyordur. Bu insanlar casustur, haindir, kalkışmacıdır diye bu kadar abartı ve tazyik yapılması herhalde bu sürekli, yeniden ve her sefer tekrar ikna edilmesi gerek kalabalığın bazı şüpheleri olabileceğini hesaba kattıklarını gösteriyor. Yani sürekli, hiç durmaksızın propaganda ve kamuoyu yönlendirmesiyle, teyel yerlerinden lime lime sökülen uydurma kurgulara yama yatırımı yapmak.

O meşruiyeti sağlayamadılar mı?

Herhalde öyle. Yoksa bu kadar uydurmalara, karalamalara neden bu kadar efor harcansın? Medya ve yargı üzerinden, Türkiye’nin insan hakları savunucularının vatan haini, casus vs. ne kadar hamasî ve de şeytanî tanım varsa artık, yok edilmesi, ezilmesi, def edilmesi uygun, yerinde ve hatta şart olduğunu kamuoyuna da iyicene belletilmesine çalışılıyor. Medya ve yargının yazık ki vasıtalaştırılması; esef verici tabii.

AYM’den ne bekliyorsunuz?

Ben bir şey beklemiyorum açıkçası. Avukatlar bu konuda her hukuki hattı takip edecek çalışmaları yürütüyorlar. Bana kalırsa adillik, hukukilik atfetmek imkansız hale gelmiş olan şu mevcut yargı sistemi içerisinde, hukukun üstünlüğü, adil yargılama ilkelerini canla başla koruyarak çalışıyorlar, uğraşıyor. Onlar da biliyorlar her aşamasında bu ‘işin’ yargısal bir konu olmadığını. Eğer memlekette bir dirhem adalet kaldıysa, her şeye rağmen hukuk normlarını, usüllerini koruyan avukatlar sayesinde bugün. AYM’ye gelince, zaten yerel mahkemeleri, onların kararlarını ve hatta temyiz sürecini vs. otomatikman adeta sıfırlayan bir garip sisteme kadar düşmüşüz. Anayasa Mahkemesi’ne başvuru imkanı elbet önemlidir ama bir yandan da hak hukuk arama hiyerarşisinde vatandaşın başvurduğu ilk seviyenin boş-geçersiz bir hat olduğuna da işaret ediyor.

İTİBARSIZLAŞTIRMA YAPAN İTİBARSIZLAŞACAK

Bundan sonra sivil toplum ve insan hakları ne olacak? Sivil toplumun devleti etkileme gücü kaldı mı?

Kalmaz olur mu her zaman vardır. Sivil toplum örgütlerinin devleti etkileme gücü, toplumun, yani kamunun kamu idaresini etkileme gücüyle orantılı. Aslında bu kamuyu, toplumu kamusal işlerde ve idarede söz sahibi kılma işidir. Haliyle de sözler ve müdahillik çoğulluk ve çeşitlilik içerir; zaman içinde değişir, dönüşür; etkiler, etkileşir. Etki gücü de değişkenlik gösterir ama buharlaşıp yok olmaz nihayetinde. Önemli olan şu bence: Bütün bu hareketlerde, itibarsızlaştırılmaya çalışılan hak hareketi ise herhalde bunun bir de yan tesiri olacaktır. Bence bu itibarsızlaştırma yapmaya kalkanı da çok itibarsızlaştıracaktır. Yani itibarsızlaştırmak için ter ter tepinenin itibarının ne halde geldiğine de dikkatle bakmakta fayda var. Bir de şu var tabii: Hak ve özgülükleri savunan camianın, bu işi kıstırılmak istendiği ölçüde, vatandaşlardan apayrı bir uzmanlık işi, örgütlerimizin içine kapanmış bir çalışma olduğu anlayışından öteye taşıması, aşması gerekiyor. Yani hayatın her alanına. Kent hareketleri, eko-hareketler, kır-tarım hareketleri, yeniden emek hareketi vb.

Hatırda tutmamızda fayda olan şey, yaşanan eziyetlerin sırf kendiden menkul bir despotlaşmadan kaynaklanmadığı; despotik, otoriter/itaatkâr bir toplumsal disiplin, bu bağlamda ekonomi-politik ve idare sistemi içerisinde sömürüyle beraber, kârların da artığını görüyoruz.

Özellikle aynı sektörde olduğunuz seküler ve İslami STK’lar bu süreçte nasıl sınav verdi?

Bu sektör tabiri, yani sektörleşme meselesi üzerine saatlerce konuşulur da; önemli bir bahis, o ayrı konu. İslami ve seküler STK’ ayrışması, veyahut da kamplaşması cereyanına kapılmamış, hatta belki de tam bu durumu dönüştürmeye uğraşan bir profilden, yelpazeden bahsediyoruz aslında soruşturma ve tutuklamaya uğratılan arkadaşlarımız ve örgütleri göz önüne alındığında. Bu bakımdan açıktan sahiplenme ve destek belki risksiz, kolay veya görünür olmasa da, sivil alandan destek ve dayanışma mesajları geldi elbette. Kafa dengi olmayanın da hakkını hukukunu korumanın, toplum olmanın temel şartı, zemini olduğunu bilen eden, buna uğraşan kaç kişi isek, destek de onunla orantılı haliyle. Ve fakat, küçümsenecek bir miktar da değil bu destek, dayanışma. Kaldı ki, bu tezgahın bir iki kişiye veya tek bir örgüte mahsus olmaması, hele ki çeşitlilik içeren bir kompozisyon arz eden, yani tek bir kesime mal edilemeyecek, ısrarla örülen kamplaşma duvarlarını yıkıp geçen anlayıştaki, saygınlıkları, güvenilirlikleri herkesçe malum insanlara yönelmiş olması karşısında, belki de yüksek sesle ifade edilmese de, aktif olarak gözükmese de, hele ki gelen mesajlardan da gördüğümüz üzere aslında oldukça yaygın bir destek, dayanışma da gördüğümüzü belirteyim.

Öte yandan, sınavı sadece kriz zamanlarında, bir de sadece bu kriz etrafında vermediğimizi de unutmayalım; hak mücadelesini, demokratikleşme çabasını ve bu konularda dayanışmayı her gün, yaşamımızın her alanında yürüttüğümüzü hatırlamak lazım.

“Sınıfta kalmış birisi varsa bu resimde, o da memleketin idari ve yargısal sistemidir”

Peki, genel olarak hak savunucusu STK’lar nasıl sınav verdi?

Ülkedeki toplumsal kesimler, gün be gün yaşananlarda nasıl bir sınav veriyor ise, sivil toplum örgütlenmeleri de o kadar, diyelim. Samimi ve sahici, sırtını bir tahakküm sistemine dayamayan bağımsız hak savunucusu örgütler farklı meşreplerden insanların bir araya geldiği, birlikte çalıştığı imece girişimlerdir yani otoriter nizamda yürüyen yapılar değil. Bu itibarla, ‘içlerinde birisi emreder, geri kalanlar da itaat eder, emri yerine getirir’ anlayışında çalışmazlar. Hemen her konuda bir sürü fikir olur, tartışılır, müzakere edilir, kimsenin hükümranlığına eyvallah edilmez. Yollarını yordamlarını da, savundukları amaçlar gibi, olabildiğince hakkaniyetli, çoğulcu, gayrı-hiyerarşik, demokratik, dayanışmacı düsturla oluşturur, faaliyetlerini de böyle düşünüp tasarlar ve yerine getirirler. Olabildiğince; çünkü hareketin bizatihi kendisi öğretici, dönüştürücü; öyle olması beklenir. Böyle olunca da emir-komuta şiarınca bir etkinlik performansı testinde yüksek puan tutturamayabilirler. Çakı gibi değil de, biraz gevşek görünürler belki ama, güçleri de buradadır; birbirleriyle temas halinde bir ağ gibi olmalarıdır. İç yapıları, aralarındaki ilişkiler, biraz hiyerarşik olsaydı, biri buyurur geri kalanlar da onu yerine getirirdi. Böyle olmuyor.

Hak örgütü olmanın hakkını veren yapılanmalarda her adım, en ufak bir şey yapılacak olsa on kere tartışılıyor. Nitekim, hazırlığı esnasında Büyükada’da yapılmasına karar verilen çalışmanın içeriğini de beraberce, tartışa tartışa, birbirimize sorup dinleyerek, müşterek ihtiyaçlarımızı belirleyerek, istişare ile tam da böyle kararlaştırmıştık. Hazırlığı da öyle yürüdü zaten. Şimdi o hazırlıkla ilgili tartışmalar, fikir alışverişlerinin zorlama ile yorulduğu şey bakın! Ne büyük bir haksızlık; ne zorlama bir uydurma. Çok hazin. Şimdi de keza, arkadaşlarımız kendi gitmiş adı kalmış hukuk dairesinde bir süreçmiş gibi sürdürülen, sündürülen bir kumpasla hapse tıkılmışken, bunca hukuksuzluğa rağmen hukukun üstünlüğünü diretenler, esasen bizzat hak hukuk savunanlar olarak koruyanlar olarak, yargı sürecini takip etmekteki sebat, sessizlik, pes etmişlik sanılmasın. Bizim sabrımız da, kararlılığımız da çok, bir de inadımız. Kaldı ki, bir yandan yargısal kulvarda sağır duvarlara, medyada karalamalara karşı mücadele verirken, diğer yandan arkadaşlarımızla ve aileleriyle dayanışmayı örgütlemeye, bir başka yandan örgütlerimizin faaliyetlerini, çalışmalarını bunca baskı ve yıldırmaya rağmen sürdürmeye ve ilerletmeye çalışıyoruz. Dışardan görünen de buz dağının ucu olunca, hak örgütleri zayıf kalmış görünebilir. Her şeye rağmen devam ediyoruz. Dolayısıyla, eksik gedik olabilir, tökezletilmiş olabiliriz, ama bence sınıfta kalan hak savunucuları değil. Sınıfta kalmış birisi varsa bu resimde, o da memleketin idari ve yargısal sistemidir. Partizanlaşmaya, aparatlaşmaya direnç gösterememiş veyahut hevesle bu işleri vazife edinmiş medyadır. Ne demek insan hakları örgütleri sınıfta kalmış!? İnsan hakları örgütlerinin çalışmalarına bugüne kadar destek olmak şöyle dursun, katkı vermeye uğraştıkları süreçlerde oyalayıp ayak sürümüş dışlamışsın, zar zor adım atılabilmiş üç buçuk konudaki kazanımları yerle bir etmiş, bağımsızlıklarını sindirememişsin. İnsanlar türlü riskler alarak, bedeller ödeyerek emek vermiş, yılmamış. Bunca muhasara altında hak örgütlerinin, hak savunucusu girişimlerin hayatta ve ayakta kalmış olması bile başlı başına neyin sınıfta kaldığının göstergesidir. İtibarsızlaştırmak için bunca akıl, mantık, ahlak ve hakkaniyet dışı taktiklerin işe koşulduğuna, bunca orantısız güçle bastırılmaya çalışıldığına şahit oluyoruz. Hatta, belki de devletlerarası konjonktürel çekişmelere malzeme edildiği yorumları da var. Bunlar da hak savunusunun kıymetini, nüfuz gücünü, dönüştürücü potansiyelini gösteriyor bir bakıma.

Bugün her ne kadar işkence ve kötü muamele pek de saklanmak, örtülmek istenmiyor gibi görünse de, nihayetinde kabul edilemezliği ve eninde sonunda sorumlularından hesabının sorulacağı yaygınlık kazanmış bir ilke, bir beklenti ise, bu da hak savunucularının başarısıdır. Sadece Türkiye’dekilerin, şu veya bu ülkedekilerin değil, dünyanın dört bir yanından sade insanların, irili ufaklı onca örgütün, dayanışma ağlarının başarısıdır. İşte bu yüzden sınıfta kalan, itibarı zedelenin hak savunucuları olduğu söylenemez. Bugün burada, işte biraz tökezlersin, zorlanırsın, o kadar. Ayağa kalkar devam edersin; hep de böyle olmuştur; ama az, ama kalabalık.

Diğerlerinden destek görebildiniz mi anlamında sordum. Diğer hak örgütlerinden?

Tabii. Herkes birbirini arıyor soruyor, yokluyor. Bizimle irtibat halinde olan, arkadaşlarımıza cesaret ve dayanışma mesajlarını iletmemizi isteyen, desteğini sunan, selam eden, sevgi gönderen binlerce insan var. Onlar için endişelenen, dünyanın her yerinden binlerce insan; sayısız kurum.

“Bize kara çalınmasını da, hedef gösterilmemizi de, bu şekilde itibarsızlaştırmayı da ilk defa yaşamıyoruz. Sadece şimdi bu kamu eliyle açıkça yapılıyor”

Sorum daha çok OHAL korkusundan ön plana çıkamamak, sürece göre konum almakla ilgiliydi…

O desteğin illâ borazan çalması gerekmiyor. Zaten borazan çalmak da yegâne destek biçimi değil; yapacak çok iş var, birçok kişi de elinden gelen dayanışmayı, desteği vermeye çalışıyor. Öte yandan tabii ortalıkta alenen sahiplenme ve desteklemenin yaratabileceği risklere dair fazlaca bir hayal gücüne ihtiyaç kalmadı ülkede. İlliyet üzerinden suçlamalara maruz kalmak işten değil. İşinizden gücünüzden edilebileceğiniz, itibarsızlaştırılabileceğiniz, özgürlüğünüzden mahrum bırakılabileceğiniz bir iklimde, bunlar bazen hazmedilmesi zor gelse de hiç anlaşılmaz şeyler değil. Kimisi daha öne çıkmayı göze alır, zira meşrebi de öyledir; kimileri daha arka planda, belki daha usulca ama ısrarla sürdürür çabasını. Ama tutarlılık testinde de çakılmazlar. Olup bitenden, kendi yaptıklarından, yapmadıklarından, başkalarıyla etkileşimlerinden öğrendikleriyle kanaatlerini, tutumlarını da değiştirebilirler elbette. Kendilerini hesaba çekmeyi de elden bırakmazlar. Öğrenip ettiğin, kavradığın şeyin daha evvelce tutunduğun ezberi bozmasına da razı olmak; sırf ezberi bozmamak için direnmemek meselesi var. Bu bakımndan tutarlılık statik bir konforun aksine, sürekli ayazda kalacağının ayırtında olmayı gerektiriyor herhalde; yani yorucu, yıpratıcı bir şey. Korkudan öne çıkamamak çetrefilli konu tabii. Bir de yakın çevrende paylaştığın fikri risk almamak için kamusal mecrada yazıp söylemekten imtina edip, ortalık yerde aslında sahiplenmediğin “resmi görüş”ü dillendirmek durumu da olabiliyor korkarım. Sessiz kalıp, ölü taklidi de yapıldığı da oluyor. Ama Brecht’in meşhur oyunundaki manidar tabiri de hatırlayacak olursak..

“Maraton koşucusuyuz; deparlarda kötüyüz belki, ayağımıza da çelme takan takana zaten. Sonuç itibarıyla, bu krizin başından beri açıktan dayanışmalarını dillendirenler olduğu gibi, çekine çekine usulca omuz verenler oldu, çekinenler de oldu”

Hangi meşhur oyun?

Galileo Galilei’deki “Ne yazık o ülkeye ki, kahramanlara ihtiyacı var!” repliği. Hak hukuk özgürlük mücadelesi yürüten/veren insanların kimisi kahramanca ön safhadadır; kimisi arka planda, mutfakta çalışır. Mutfakta demişken, sembolik manasının yanısıra, gerçekten de tam da böyle olabilir. Gündüz işine gider, akşam evde çocukları yatırıp mutfakta bir yandan ertesi günün yemeğini pişirirken bir yandan da çalışma raporunu yazar, veya tercümesini, tasarımını yapar. Veya dağıtılacak malzemeyi tasnif eder vs. Yani envai çeşit emek, uzmanlık isteyen envai çeşit iş yapılır insan hakları savunuculuğunda ve diğer sivil girişim mücadelelerinde. Ve bu insanların çalışmalarının da işte görüneni olur, arka planda, çalışmanın mutfağında görünenin gani gani misli emek verilir. Ben yalnız olmadığımızı biliyorum. Gücümüz, birikimimiz, enerjimiz bugün bu kadar gözüküyor olabilir, ama göründüğü kadarından fazladır aslında. Maraton koşucusuyuz; deparlarda kötüyüz belki, ayağımıza da çelme takan takana zaten. Sonuç itibarıyla, bu krizin başından beri açıktan dayanışmalarını dillendirenler olduğu gibi, çekine çekine usulca omuz verenler oldu, çekinenler de oldu. Misal, Avrupa Parlamentosu’ndan vekiller görüşmek, bilgi almak istediğinde, “aman ben ortada görünmeyeyim” diyenler de oldu. Bilhassa tabii yabancı, yani yerli-milli olmayan ilgili taraflarla temas konusunda büyük bir tekinsizlik hissi yaşanıyor. Hak, özgürlük, dayanışma ve insanlıktan bahiste, lügatinde “el âlem” diye bir tabiri olmayan, tıpkı müzik gibi, bu bahiste de yerli-yabancı ayrımı bilmeyenlerin dahi, yoğurdu üfleyerek yemeği tercih ettiği bir iklimdeyiz. Onlarla görüşürsem hainlikle damgalanırım kaygısı… Bu da dolaylı bir tür tecrit stratejisinin başarısını gösteriyor ve kimi insanlar buna gönüllü veya kerhen rıza göstermiş de oluyorlar.

“Her eziyetin, zulmün, baskının, her haksızlığın bir haddi var ve anlaşılan, hakkın hukukun adaletin ne kendisinin ne de esamesinin kalmadığı yerde, o haddi belirlemek, hukuku savunmak da gene tek başına hak savunucularına kalıyor”

Bir de son olarak karşılaştığınız itham karşısında uluslararası dayanışma ya da beraber çalıştığınız kurumların, fon aldığınız kurumların tavrı ne?

Bu olaydan önce de hep bununla itham edilirdik biz. Bizim açımızdan bilinmedik, yeni bir durum değil hasılı. Dayanışma içerisinde olduğumuz, birlikte çalıştığımız girişimler, örgütler veya çalışmalarımızı destekleyen kurumlar açısından da yeni bir şey değil keza. Çalışmalarımızı destekleyenler demişken, bu iz’ansızca veya maksatlı olarak iddia edildiği gibi, gözü kapalı bir dümen suyuna girmek olmaz, olamaz da asla; karşılıklı taahhütler ve sözleşme çerçevesinde faaliyet desteğinden bahsediyoruz. Bu tür, şeffaf, hesabı-kitabı verilir, örgütlerimizin bağımsızlığına halel getirmeyecek destek burada bulduk da, beğenmiyoruz diye bir şey de yok; bunu da hatırlatalım. Şimdi bu iler tutar yanı olmayan, makul mantıklı bir gerekçeye dahi ihtiyaç da duymayan saldırıdan dolayı, hak savunuculuğu alanındaki kimi faaliyetlere programları uyarınca destek sağlayan kuruluşlar, ‘‘Türkiye’deki hak savunucularını, sivil toplum örgütlerini desteklemeli miyiz, desteklememeli miyiz, desteklediğimizde başlarına bir şeyler mi geliyor’ gibi kaygılara kapıldılar. Bugün bu olaydan neşet eden bir alevlenme yaşıyoruz ama bu zaten kronik bir mesele. Çünkü bugün birileri size kara çalar, iftira atar, yarın öbürleri. Bize kara çalınmasını da, hedef gösterilmemizi de, bu şekilde itibarsızlaştırmayı da ilk defa yaşamıyoruz. Şu farkla ki, şimdi sadece aparatlar değil, resmi makamlar ve müesses medya eliyle de, hiç çekinmeden açıkça yapılıyor.

Uluslararası destek gördünüz mü peki?

Dayanışma ve desteğin moral kısmında bir eksiğimiz yok. Dünyanın her yerinden destek vermek isteyen çok insan, kurum, girişim var; iş uzadıkça da giderek artıyor. Şunu da söyleyeyim: Bugün 66’ncı gün. 5 Temmuz’dan beri, canımızın da yanmasına, bu absürt zorbalığa öfkelenmemize rağmen, sebatla, ısrarla, meşru ve yasal zeminde uğraşıyoruz. Zaten bildiğimiz, şimdiye dek hep yapageldiğimiz de bundan başka türlü bir şey değildir. İtidalle dert anlatmaya çalışıyoruz; bir an evvel bu tezgahtan vazgeçilmesi, bu feci yanlıştan dönülmesi için. Ama şöyle şeyler de oldu tabii: Avrupa’dan, Ortadoğu’dan, Güney Amerika’sına ‘kıyamet koparalım’ diyen hak örgütleri de var; şimdilik herkes nefesini tutmuş bekliyor, belki arkadaşlarımızı serbest bırakacaklar diye. Fakat bu başı sonu belli olmayan, akla mantığa, hukuka adeta hakaret eden bu muğlak sürecin daha da fazla uzaması karşısında, daha ne kadar bekleyeceğiz sorusu da var. Hiçbir dayanağı, çerçevesi, eşiği görünmeyen bir süreç. Başka benzer vakalarda olduğu gibi, başı sonu, takvimi belirsiz bir soruşturma, tutulma. Siyasiler yetkililer diyorlar ki ‘Bu yargının işi’. Yargı ise kapı duvar. Kara delik gibi. Tutukluğun devamına ilişkin olarak avukat arkadaşlarımızın yaptığı itirazlara ret geliyor; adeta otomatikman, bir örnek red cevaplarıyla. Dolayısıyla dört duvar arasına konan arkadaşlarımızla birlikte, ne olacağı bilinmez bir muğlaklığın içine hapsedildik. O vakit, bizlerin bir takım hatlar çizmemiz gerekir herhalde. Bunu şu anda aramızda konuşuyoruz, değerlendiriyoruz hak örgütleriyle irtibat halinde. Zira ne yargı makamları bugüne kadar bu olayın somut olarak ne olduğuna dair bilgileri değerlendirdi; ne de görüşme imkanı bulunabilen ilgililerle, yetkililerle istişarelerin arkadaşlarımızın maruz bırakıldığı muamelenin iyileştirilmesine somut bir faydasını görebildik. Bekle, bekle, bekle.. ‘Bugün git yarın gel’.. Her eziyetin, zulmün, baskının, her haksızlığın bir haddi var ve anlaşılan, hakkın hukukun adaletin ne kendisinin ne de esamesinin kalmadığı yerde, o haddi belirlemek, hukuku savunmak da gene tek başına hak savunucularına kalıyor.

*Editörün notu.