Aslıhan Demirtaş: İstanbul’un 1600 yıllık biricik kentsel tarım geleneği var-Yedikule Bostanları

“Bu devirde yemek yemek mide ister” diyerek başladığımız dosyamızda kent bahçeciliğinin önemli örneklerinden biri olan Yedikule Bostanları’na yer vermek üzere Aslıhan Demirtaş’la konuştuk. Demirtaş “Tarımsız kent olur mu?” sorusunun yanıtlarını da veriyor. -Şu an yaptığınız çalışmalardan biraz bahseder misiniz? Ben mimarım, mimarlık, sanat ve çeşitli araştırma işleriyle uğraştığım bir ofisim var. Aynı zamanda Kadir Has […]

“Bu devirde yemek yemek mide ister” diyerek başladığımız dosyamızda kent bahçeciliğinin önemli örneklerinden biri olan Yedikule Bostanları’na yer vermek üzere Aslıhan Demirtaş’la konuştuk. Demirtaş “Tarımsız kent olur mu?” sorusunun yanıtlarını da veriyor.

-Şu an yaptığınız çalışmalardan biraz bahseder misiniz?

Ben mimarım, mimarlık, sanat ve çeşitli araştırma işleriyle uğraştığım bir ofisim var. Aynı zamanda Kadir Has Üniversitesi Mimarlık Bölümü’nde öğretim görevlisiyim.

Şu aralar “Aşı” isimli bir kitabı bitirmekle uğraşıyorum. Aşı projesi, bir sergi olarak ilk olarak 2012 ve 2013 yılında SALT ile bir işbirlik sonucu ortaya çıktı. Modernizm ve modernizmin doğayla olan ilişkisini Türkiye’de yapılmış barajlar üzerinden inceleyen bir sergiydi. Bu sergiyi takiben de Graham Foundation’dan bir fon kazandım, yine SALT’tan çıkacak bir e-kitap yapmak üzere. Serginin kitabı olmaktan ziyade serginin içerisinden temaları ve doğayla olan angajman kurallarımızı irdeleyen, çok yazar ve farklı mecralarla ile bir araya gelen bir kitap olacak. Ayrıca collectorspace’te ‘Kaide’ isimli bir iş ile Sharjah Bienalininin Istanbul ayağı Bahar sergisi icin ‘Hep bahar’ isimli bir iş üretiyorum.  

 

Kaynak: XXI

-Yedikule bostanlarıyla ilgili ilişkilenmeniz nedir?

Tarihi Yedikule Bostanları Koruma Girişimi’nin parçasıyım. Belediye ile masaya oturup müzakere de ettik, alternatif gelecek hayalleri de kurmaya gayret gösterdik.  Bostanların geleceğine dair bir proje üretmekten ziyade kullanıcılar, bostancılar ve İstanbul halkına bu bölge için birden fazla olasılığın olduğunu gösterebilen bir takım görsel anlatılar üzerine çalıştık. Çocuklarla ve öğrencilerle Yedikule’de atölyeler yaptık, bostanlar hakkında yayınlar yaptık  ve haksız yıkımlara beraber karşı çıktık.

“Eski İstanbul haritalarına baktığımızda İstanbul’un içerisinde çok sayıda bostan olduğunu görüyoruz”

-Yedikule bostanlarının tarihçesinden bize biraz bahseder misiniz?

Kısaca bahsetmek gerekirse, Yedikule Bostanlarının Theodosius Surları yapıldığı günden yani 400’lü yıllardan bu yana var olduğunu biliyoruz. Bunu da Theodosius’un verdiği bir emirden biliyoruz, kaydı var. Theodosius diyor ki duvar yapılarının alt tarafında bulunan mekanlar burada tarım yapan çiftçilerin depo olarak kullanımı için ayrılmıştır. Kullanma hakkı karşılığında çiftçiler de duvarların sağlığından mesul olacaktır. Dolayısıyla biliyoruz ki duvarlar yapıldığından beridir bostanlar var. Aynı şekilde Geoponika adlı bir almanakta da yine bu bostanların bahsi geçiyor. Bostanlar Bizans’tan beri Theodosius surlarının yanı sıra var olmuşlar.

Bostanların bir önemli özelliği bostancılar olmadan varolamamaları. Bostanları bostancılar yapar. Başta Thedosius surlarındaki mekanları kullanan bostancılar diye konuştuğumuz zaman Bizanslı bir bostancıyı hayal etmeliyiz. Başka bir dil konuşuyor, Bizanslı ve aynı toprağı aynı teknikle işliyor. İlk zamanlarında Rumlar, Ermeniler bostancılık yaparken Osmanlı İmparatorluğu dönemlerinde Arnavutlar bostancılık yapmaya başlıyor ve şu anda da Kastamonu’nun Cide köyünden geliyor bostancılarımız ve onlar, Arnavut bostancılardan el alıyor; Arnavut bostancılar da Ermeni ve Rum bostancılardan. Bilgi el vere vere bugüne aktarılıyor. Somut olmayan kültürel miras dediğimiz, bir şeyin nasıl yapıldığına dair olan bilgi bu. Görerek, yaparak, beceriyle, tecrübeyle naklediliyor. Dolayısıyla bostanların tarihi, İstanbul’un son surlarının yapıldığı tarihle örtüşüyor diyebiliyoruz. Tabii 1980’lerden itibaren bostanların geneli İstanbul’da hızla küçülmeye başlıyor.

Yedikule bostanları İstanbul’un tek bostanı değil. Eski İstanbul haritalarına baktığımızda İstanbul’un içerisinde çok sayıda bostan olduğunu görüyoruz. Bunlardan bir tanesi de kaybettiğimiz Langa Bostanları; şu anda Yenikapı metro istasyonunun olduğu yer. Bostandan önce İstanbul’un eski limanı. Şu an göremediğiniz ve yerin altında büyük ihtimalle yavaş yavaş akmaya devam eden tarihi yarımadanın ortasından geçen bir dere var, Lykos deresi ve bu Lykos deresi Langa’dan denize dökülüyor ve alüvyonları biriktire biriktire zaman içerisinde limanı verimli topraklarla dolduruyor, bostana devşiriyor. Bunun gibi ayrıca ‘çukurbostan’lar vardı İstanbul’da, Bizans sarnıçlarının işlevini yitirmesiyle tarım arazisine dönüştürülen. İstanbul’un 1600 yıllık biricik bir kentsel tarım geleneği var.

“Fransız bahçesi ve İngiliz bahçesinin yanına İstanbul’un bostanlarını koyabiliyorum”

-Peki daha günümüze gelirsek, özellikle aktivistlerin dahil olduğu sürece gelirsek, yani bu işe başlama sebebi, motivasyonu nedir ve bu hikaye nasıl başladı? 

2013 Haziran ayında hatırlarız ki ‘Gezi’ oluyordu ve takip eden Temmuz ayında Fatih Belediyesi üzerinde turpların, marulların olduğu Yedikule Bostanları’na iş makineleriyle girip bostancılara ürünlerini   toplamalarına vakit vermeyecek bir hızla bir taraftan kazıp öbür taraftan moloz dökmeye başladı. Bunun sebebi de Fatih Belediyesi’nin İsmail Paşa Bostanı alanı için üretmiş olduğu park projesi idi. Bu park projesinin renderlarına baktığınız zaman ilginç bir şekilde, koşan, jogging ve spor yapan insanlar görüyorsunuz. O sırada İstanbul olimpiyatlara adaydı ve Türkiye olimpiyatları alamayınca da sonradan o amaçla geliştirilen parkın nefesi kesildi. Yedikule Tarihi Koruma Girişimi o gün oluşuyor çünkü o gün yapılan çağrılarla oraya giden insanlar kendilerini orada ortak bir amaç için bir arada buluyor. O günden sonra çok farklı disiplinlerden gelen insanlar bu bostanları tekrardan hayata geçirmek ve elde olan diğer bostanları da kaybetmemek üzere bir çabaya girişiyor. Fatih Belediyesi’nin bahsettiğim projesi bir yolsuzluk iddiası sebebiyle iptal edildi. Daha sonra Fatih Belediyesi yeni projeler geliştirmeye çalıştı. Bizim kırmızı çizgilerimizden biri olan “Bostanlar bostan olarak kalacak, hobi bahçesi olmayacak” cümlesiyle bir araya geldiğimiz toplantılarımız var. En fazla karşı durduğumuz şeylerden bir tanesi bostanın yerinde bir hobi bahçesi oluşturulmak istenmesi çünkü bostanlar bir pratik ve peyzaj olarak bir kültürel mirastır. Ben onları İstanbul’un biricik peyzaj tipolojisi olarak düşünüyorum. Fransız bahçesi ve İngiliz bahçesinin yanına İstanbul’un bostanlarını koyabiliyorum.

Bostan yani üretken peyzaj dediğimizde yemyeşil çok güzel bir alandan bahsederiz. Özel bir tekniği vardır. Bostancı toprağı elle şekillendirerek bir sulama gridi yaratır ve bu şekilde bütün sulamasını yapar. Güzelliği bir yana; buradaki emeğin karşılığında gıda üretiliyor, bostancının ailesi ve yanında çalışanlar buradan para kazanıyorlar. Süregelen bu pratik, bu zanaat ve ürünü olan bu peyzaj korunmalı.

Kentler artık kara delik gibi, kendi ayak izinden çok çok daha büyüğünü tüketiyor ve bostanlar kentin kendi kendine üretme hafızasını yeniden hatırlayabileceği nadir noktalardan bir tanesi. Bostanlar sayesinde kentler tüketici değil üretici olabilme şansını elde edebilip, kendi kendine bir şeyleri üretebilir, besleyebilir duruma geliyor. Kaç kişiyi besler ki? veya Kentte tarım olur mu? diye sorduğumuzda ve sayılara indirgediğimizde her şeyi, etrafımızı araçsallaştıran aklın parçası oluyoruz. O zaman şu soruyu soralım; Tarımsız kent olur mu? Olmaz. Kent ile kır ayrımı son derece yapay ayrımlar çünkü bir kent bir şekilde beslenecek. Beslenemezse kent varolamıyor mesela. Dolayısıyla bunlar birbirinin karşıtı iki şeymiş veya birbirinden bağımsız yaşayabilirlermiş gibi konuşmak bana ters geliyor. İstanbul’a gıda girmediğinde İstanbul yok, bu kadar basit. Dolayısıyla herkes şu anda “Kentleri tüketicilikten üreticiliğe nasıl geçirebiliriz?” sorusunu sormaya başlıyor çünkü nihayet herkes bir parça farkına vardı ki kaynak denilen şey sınırlı. Aslında demin çok tarihsel bir şey söyledik; tarihseldir, kıymetlidir, biriciktir, mirastır, bostanların korunması gereklidir dedik ama bunun tam da tersi de var. Kentsel tarım gelecektir de. Şimdiyi ortaya alırsak; gelecekte tüketici değil üretici olabilmek için, doğada daha adil, daha üretken, daha dengeli ortamlarda -şehirler demiyorum, yaşayabilmek istiyorsak onun ipuçlarını veren bir pratiktir bostancılık. Gıda; nasıl üretildiği, nereden geldiği hiç farkına varılmadan, çok umarsızca tüketilen bir şey artık kentte. Ancak siz bunu yerinde görüp de örneğin “Bir marulu çıkarmak altı hafta alıyor” diye baktığınız zaman hayatla biraz daha yakınlaşıyorsunuz. Çünkü kent insanı yabancılaştırır, doğaya da yabancılaştırır, birbirine de yabancılaştırır. Bostana gittiğiniz zaman orada bunlarla tekrardan bağınız oluşmaya başlıyor. Tükettiğiniz bir şeyin ne kadar zamana, ne kadar emeğe mal olduğunu görüyorsunuz. O yabancılaşma aradan kalkmaya başlıyor. Biz marulla yabancıyız, biz domatesle de yabancıyız. Önümüze satın alınabilecek şekilde gelen her şeyle yabancıyız.

Doğada, köyde kış olunca tarım duruyor, toprak uyuyor, insan da uyuyor. Başka bir uyku haline giriyor. Doğanın kendisi de daha aktif olduğu ve daha pasif olduğu dönemlerden geçiyor. Şehirlerse hiç uyumuyor. Şehir, insanoğlunun doğa karşısındaki en büyük rakibi olan, kendi üretimi, habitatı; apartmanları, yolları, alt yapıları olan, sözde kendi kendine yeten ve bir makine gibi çalışan bir yapı. Uyumuyor. Uyumamak üzerine kurulu ve ışığı kapanmıyor bir türlü. Hele ki elektrik bulunduktan sonra bizler artık hiç uyumuyoruz, şehir de uyumuyor. İnsan bostana gidince tersi bir olasılık görebilmeye başlıyor. Belki dinlenmek, duraklamak, mola verebilmek, uyumak mümkün ve gerekli diyebiliyor.

 

“…Türkiye’nin başka şehirlerinden İstanbul’a göçmüş şahıslar dolayısıyla taşradan kente yerleşmiş durumdalar. Zaten arkada bıraktığı coğrafyayı, peyzajı kente taşındığı için görmek istemiyor. Park görmek istiyor, çünkü park onun için kentli bir peyzaj. Bostansa köylü bir peyzaj.”

-Bostanlar hakkında birkaç şey araştırırken bir başlık görmüştüm; “Çocuklar yedikleri meyve sebzenin neye benzediğini bilmiyorlar” şeklinde. Bu sizin de yabancılaşmaktan kastettiğiniz şey mi? Sanırım siz şunu da söylüyorsunuz; gıdaya, yediğimiz besine yabancılaşmamız bizi adil olmaktan alıkoyuyor. 

Evet, doğru alıkoyuyor. Sadece gıda ile de ilgisi yok, Robert Smithson’un çok güzel bir lafı vardır “Şehirler dünyayı yokmuş gibi gösteriyor.” Dolayısıyla buradaki adalet, evet, insanların dünyaya karşı da göstermesi gereken bir adalettir. Zahmet kıymeti beraberinde getirir.

-Yedikule Bostanları’nda şu an yaptığınız çalışmalar nedir? Mesela en başta çocuklarla yaptığınız atölyelerden bahsetmiştiniz. Başka neler yapıyorsunuz Yedikule Bostanları’nda?

Bir dönem atölyeleri çokça yaptık. Yedikule Mahallesi’yle daha iyi ilişkiler kurabilelim, mahallenin bostanla bostanlarla ilişkisine de takviyede bulunalım diye yaptığımız atölyelerdi bunlar. Her Yedikule Mahallesi üyesi bostanlarının orada olmasından hoşnut değil. Orada oturan büyük bir kesim Türkiye’nin başka şehirlerinden İstanbul’a göçmüşler, taşradan kente yerleşmiş durumdalar. Zaten arkada bıraktığı coğrafyayı, peyzajı kente taşındığı için görmek istemeyebiliyorlar. Park görmek istiyorlar, çünkü park kentli bir peyzaj. Bostansa–tarla, köylü bir peyzaj. Bir sürü karmaşık denklem var, bu sebeplerden ötürü birçok Yedikuleli; bostanları, bostancıları orada istemiyor. Parkı tercih ediyor. Burada bir şekilde diyalog başlatabilmek ve bostanın, yanında yürüyüş yolu da içeren bir parkla bir arada mümkün olabildiğini anlatabilmeye çalışıyorduk. Çünkü çok polarize (kutuplaşmış) bir düşünce vardı, belediye çok polarize etmişti mevzuyu. “Park mı istiyorsunuz yoksa bu bostanları mı istiyorsunuz?” deniyordu. Mevzu aslında park mı, bostan mı? sorusuna indirgenemeyecek kadar önemli ve karmaşıktır. Bostanlar zaten orada, 1600 yıldır–bir kültürel miras. “Benim mirasım değil, ben hoşlanmıyorum” diye elinin tersiyle itenler de vardı. Oradaki problem “Ya bostan olarak kalacak ya da güzel bir park olacak” diye işi “Siyah mı, beyaz mı?” diye bir soruya indirgemiş olan yerel yönetimin manipülasyonuydu. Biz de çocuklarla buluşup anne babalarıyla diyalog kurabilmek için, mahalleliyle daha çok vakit geçirebilmek için ve olasılıkları beraber hayal edip konuşabilmek için bu atölyeleri düzenlemiştik. Bu atölyeler çeşit çeşitti; tişört baskı atölyesinden heykel yapma atölyesine varan, bir sürü çeşit çeşit atölye yöneticilerini davet ettiğimiz etkinliklerdi. Son zamanlarda bu atölyeleri yapmıyoruz. Bunun yerine kardeş organizasyon olan Fikir Sahibi Damaklar ile marul bayramları, toprak ana günü kutlamaları gibi bostanlarda gerçekleşen etkinlikler yapıyoruz misal.

-Atölyelerde yaptığınız çalışmalardan oradaki sakinlerle kurduğunuz diyaloglardan nasıl sonuçlar aldınız?

Devam ettiği sürede güzel sonuçlar aldık bence. Biz girişim olarak çok küçük sayıda insanız. Bu yüzden enerjimiz de kısıtlı. Mahalleliyle ilgili yaptığımız çalışmalara bir ara verip enerjimizi, yıkım karşıtı yaptığımız aktivitelere devretmek durumunda kalabiliyoruz. Açıkça ve samimice söylemek gerekirse, Yedikule’de mahalleliyle iyi ilişkiyi daha derinden kurup birlikte hayal kurabilme projemiz askıda duruyor.

 

Ana görsel: Atlas Dergisi