Ön Yargının Kıskacında İnsan ve Hayvan
Hayvanlara şiddet gösterme eğilimlerinin altında çocuklukta yaşanmış ve çoğunlukla travmatik olayların yattığını konunun uzmanlarından okuyor, dinliyoruz. Uzmanların aktardığına göre, bu travmatik olaylar yetişkinlikte ve hatta hayatının sonuna kadar bireyin peşini bırakmıyor. Bu durumda, neden hayvana şiddet sorusunun cevabı içinde aslında; çünkü en zayıf halka. Çünkü hakkını aramaktan, acısını duyurabilme yetisinden yoksun. Çünkü, hayvana şiddetin ne toplumda ne de Hukuk Sistemi’nde caydırıcı cezası yok.
Kübra Karahanoğlu’nun “Ön Yargınız Son Yargınız Olmasın” isimli kitabı elime geçti (Sola Unitas Yayınları). Bir solukta okudum; bir psikoloğun ürünü olduğundan, teknik ve bilimsel bir dil ve tanımlamalara boğulacağım önyargısıyla ürktüm başlarda ama öyle değil; arı, akıcı bir dille yazılmış, her yaştan, her kesimden insanın rahatlıkla okuyup anlayabileceği bir kitap ortaya çıkmış.
Karahanoğlu bu kitabında, ön yargı kavramını ve insandaki duygusal karşılığını açıklayarak başlıyor, bunun sonucu olarak, ön yargıların kıskacında kıvranan bireyin sıkıntılı hâllerini zengin örneklerle, dünya kültürüne sanatıyla ve düşünceleriyle yön vermiş insanlardan alıntıladığı sözlerle, öykü tadında anlatıyor. “Ön yargı” pek çok insanda olduğu gibi, benim de günlük hayatta farkında olmadan kullanageldiğim bir kelimeydi, bu kitapla tanışana kadar. Bunun bir problem, hem de çok ciddi bir problem olduğunun farkına bu sayede vardım. İnsan toplumsal bir varlık olarak pek çok ilişki ağının ya öznesi ya da nesnesi durumunda olabilir. Bir ilişkiyi başlatma ya da başlamış olanı sürdürme konusunda ne kadar iyi niyetle hareket ediyor olsak da gerek yetişme tarzımız, gerekse içinde bulunduğumuz toplumun bize yüklemiş olduğu ön kabuller, şartlanmışlıklar, edindiğimiz deneyimler ve en önemlisi farklılıklarımızdan kaynaklı problemler yüzünden başarısızlığa uğrayabiliriz. Şu ya da bu nedenle yargıladığımız, yaftaladığımız insanları ne kadar tanıyoruz? Dahası, kendimizi ne kadar tanıyoruz? “Ben adamı gözünden anlarım” sözünü doğrularcasına, hatalı bir ön kabul ile çıkılan yolda, sağlıklı iletişim, sağlıklı ilişkiler nasıl kurulabilir? Kitap bu türden problemin nedenleri üzerine ışık tutuyor, bu açmazdan nasıl çıkabileceğimize dair önemli ip uçları veriyor.
Kitabı bitirdiğimde anladım ki farkında olarak ya da olmayarak dikenli tellerle çevrili-dışarıda olanı biteni görebildiğimiz fakat çıkamadığımız bir zindana hapsolmuşuz. Çıkamıyoruz, çünkü pek çok olumsuz tutum ve davranışlarımızda olduğu gibi temelleri daha çocukken atılıyor ve duygu dünyamız bununla kodlanıyor. Bu örüntüde, karşımızdakini anlamak için önce kendimizi anlamak ve tanımak gerekiyor. “İnsan yedisinde ne ise yetmişinde de odur” sözünün ne kadar doğru ve geçerli bir önerme olduğunu kendimden biliyorum.
Günlük hayatımızda kim bilir kaç kere bu duygunun baskısıyla, insanları yaftalıyor, yargılıyor, mahkûm ediyoruz. Kimlerin hayatını olumsuz yönde etkiliyor, acı çekmelerine sebep oluyoruz. Ön yargılarla yaftaladığımız insanların çoğunlukla bundan haberi bile olmaz fakat bunun bir de geri dönüşü var; bizim onlar hakkındaki düşüncelerimizin gerçek olmadığını, yanılmış olduğumuzu gördüğümüzde, onlara ne büyük haksızlık yaptığımızı fark ettiğimizde, bizde neler olur? Mesela, kendimizden utanmaz mıyız? Eğer o kişi bundan zarar görmüşse, vicdanımızın yükünü nasıl taşıyabiliriz? Tabii bunun bir de karşı tarafı var: yargılayan yargılanır. İki ucu pisli değnek yani!
Kitapta önyargılarımızdan nasıl kurtulabileceğimize, doğru iletişim kurma becerilerine, sağlıklı ilişkiler kurmak ve bunları korumak için nelere dikkat edilmesi gerektiğine dair öneriler, doğru anlama ve anlamlandırma sürecine ilişkin ip uçları da var; faydası olur mu bilinmez. Güne başlarken, “Bugün kimseyi yargılamayacağım” diye telkinde bulunmak ve durumumuzun farkında olarak ilişkilerimize yaklaşmak faydalı olabilir mi acaba? Bir de, okurken, Konfüçyüs’ün o ünlü “Kendine yapılmasını istemediğin bir şeyi başkalarına da yapma!” sözünü hatırladım ki durumu tek cümleyle özetliyor.
Kitap bölümler halinde ilerliyor; her bölümün bir başlığı ve alt başlıkları var. Bölüm sonlarında okurun kendini sınaması için minik testler konulmuş; ilk bakışta kolay gibi gözükebilir fakat cevaplarken birkaç dakika düşünmek zorunda kaldığımı belirteyim. Bunları cevapladığımızda önyargılar skalasının neresinde durduğumuzu görme ve kendimizi değerlendirme fırsatı sunuyor ama bunu bağırıp çağırmadan, parmak sallamadan öğretmekten çok, göstererek başarıyor. Kitabın bütününe sirayet eden birlikte öğrenme duygusu, mahrem sırların paylaşıldığı bir serüven havasında değil, bir annenin çocuğunu elinden tutup gezmeye götürmesi gibi. Konuların içine serpiştirilmiş küçük hikayeler ve bolca örnek olay, konuları daha iyi anlamamıza ve pekiştirmemize yardımcı oluyor, bu sayede ilgi ve dikkatimiz sürekli diri kalıyor. Üstelik hem öğreniyor hem de eğleniyoruz böylesi yakıcı bir konuda.
Birilerini yargılamanın-dedikoduda olduğu gibi-haz veren, şehevi bir yanı da yok değil hani; belki de bu yüzden vazgeçemiyoruz, kurtulmak istemiyoruz; bu durum işi daha da zora sokuyor. Konunun uzmanı olanlar bağışlasınlar, insan psikolojisi üzerine ahkâm kesmek haddim değil; ben de bu toplumun bireyi ve problemin bir parçası olarak, yaşadığım olaylardan edindiğim bilgi kırıntılarını dile getiriyorum. Hele, yazardan rol çalmak gibi bir niyetim asla yok.
Farkındalık! Esasında bireyin kendiyle ilgili problemlerin doğurduğu açmazlardan çıkabilmesinin ön koşulu o durumunu kabullenmektir ancak bundan sonra ne yapılabileceğini tartışmak, gerekirse uzmanından yardım almak faydalı olabilir; bu bağlamda kitap bize çözümün dışarıda değil, kendi benliğimizde olduğunu defalarca hatırlatıyor. Kitapta bunun çeşitli yolları örneklerle gösteriliyor. Ayrıca, iyi bir ilişki kurmak için sağlıklı bir iletişim, bunun yolunun da karşımızdaki insanı anlamaktan geçtiği konusunda önemli tespitler içeriyor. Her insanın biricik ve farklı olduğu gerçeğinden hareketle, eleştirmek ve yargılamak yerine-çünkü bunlar iyi bir iletişimin önündeki en büyük engellerdir-anlamaya çabalamanın önemine vurgu yapılıyor.
Kitap özü itibariyle önyargı konusuna odaklanmış olsa da aslında bir çok meseleyi birbirleriyle ilintili olarak irdeliyor; alt metinlerle zenginleştirilmiş bir içerik sunuyor. Bu çok katmanlı yapısı, her bir sorunu ayrı ayrı ele almayı gerektirse de konuların iç içe geçip harmanlanması, bütünlüğü muhafaza bakımından iyi bir tercih olmuş.
Kitabı okuduğumda, problemi hayvanlar bağlamında ele alabilir miyiz, diye bir düşünce geçti, zihnimden, bu yazıyı bana yazdıran da bu oldu. İnsanın insanı açıkça yargıladığı durumlar olabildiği gibi, gizliden de yaşanabiliyor çoğunlukla. Yakın ya da uzak, geçici veya sürekli ilişki içinde bulunduğumuz insanlar hakkındaki olumsuz düşüncelerimizi gizleriz, doğal olarak. Çünkü, bizim onlar hakkında ve/veya onların bizim hakkımızda düşündüklerini bilebilseydik, belki de hiç kimse kalmazdı yanımızda yöremizde. İnsan bunu kabullenemez; yalnızlığı seçer belki ancak soyutlanıp yalnızlaşmayı kaldıramaz. Bu yüzden birbirimize karşı hep kontrollüyüzdür.
Ancak, hayvanlar söz konusu olunca, en mahrem duygularımızı bile saklama ihtiyacı duymayız; hatta bununla gurur duyanlar olabilir (özellikle kırsaldaki eşek muhabbetleri söz konusu olduğunda). Hayvanlara şiddet uygulayan insanların çoğu bunu gizleme ihtiyacı duymadığı gibi, durumunu mazur gösterecek bir sebep bile göstermeyebilir. Sosyal medyada her gün örneklerini çokça gördüğümüz gibi. Kısaca, sırf canı öyle istedi diye mesela, yolun kıyısında yatan bir kedi veya köpeğe şiddet uygulayabilir.
Hayvanlara şiddet gösterme eğilimlerinin altında çocuklukta yaşanmış ve çoğunlukla travmatik olayların yattığını konunun uzmanlarından okuyor, dinliyoruz. Uzmanların aktardığına göre, bu travmatik olaylar yetişkinlikte ve hatta hayatının sonuna kadar bireyin peşini bırakmıyor. Bu durumda, neden hayvana şiddet sorusunun cevabı içinde aslında; çünkü en zayıf halka. Çünkü hakkını aramaktan, acısını duyurabilme yetisinden yoksun. Çünkü, hayvana şiddetin ne toplumda ne de Hukuk Sistemi’nde caydırıcı cezası yok.
Hayvana şiddetin nedenleri saymakla bitmez elbette; toplumdan topluma, insandan insana sayısız sebep gösterilebilir. “Ön Yargınız Son Yargınız Olmasın” adlı kitabın gösterdiği bir şey daha var ki çocukken bize öğretilen yalan yanlış şeyler kimi insanda hayat boyu yaşayabiliyor. Örneğin biz çocukken, kargaların çocukların gözlerini oydukları, kafalarını delip beyinlerini yedikleri şeklinde bir inanca sahiptik. Bu anonim bilginin nereden, nasıl zihinlerimizde yer ettiğini bilmiyor, sorgulamıyorduk da. Belki de “Besle kargayı, oysun gözünü”. “Ya devlet başa, ya kuzgun leşe”. “Kuzguna yavrusu Zümrüdüanka görünür” gibi atasözleri sebebiyledir. Biz de nerede karga görsek, sapanla taş atıp öldürmeye çalışırdık; e, ne de olsa onlar düşmanımızdı.
Geçenlerde sahil boyunda yürüyordum. Önüm sıra, orta yaşın üzerinde iki erkek konuşarak yürüyorlardı. Biri aniden fırladı, biraz ötemizde öylece durmakta olan martıya bir tekme salladı; neyse ki tutturamadı. Donakaldım. Tekmeyi atan, arkadaşına şöyle açıkladı durumu: “Bunlar var ya, sen denize düş, gözlerini oyarlar.” Memleket böyle insanlarla dolu, ne yazık ki.
Yolun kenarında sessizce yatan, kediye, köpeğe hiç sebepsiz saldıranları biliyordum da bir martıya saldıranı ilk defa görmüştüm.
Yine bir başka örnek: Parkta bir köpek kuyruğunu yakalamaya çalışıyor, garip hareketler yapıyor ve bu sırada hırlar gibi sesler çıkarıyordu. O sırada çocuğuyla yürüyüş yapan bir anne birkaç adım önden yürüyen çocuğa bağırdı: “Dikkat et! Kuduz olabilir. Nerede bu parkın bekçisi, nasıl başı boş salıyorlar bu hayvanları böyle, insanların olduğu yerlerde?” Oysa, köpek hep o parkta yaşıyordu ve kimseye saldırdığı görülmemişti; zaten öyle bir şey yapması durumunda başına gelecekleri hepimiz biliyoruz!
Örneklerimi öncekilerden daha vahim olduğunu düşündüğüm bir olayla sonlandırayım. Yine bir parktan geçerken şahit olduğum bir olay: Yürümeye henüz başladığı belli olan bir erkek çocuk, öyle ki dengede durmakta zorlanıyor ve adım atarken “düştü düşecek,” dedirtiyor. Bu çocuk ailesinin yanından kalkıyor bankta oturmakta olan yaşlı bir adama doğru yürümeye başlıyor. Adamcağız da yüzünde mutluluk ifadesi, çocuğu sevmek için ellerini uzatıyor; o da ne? Çocuk ihtiyarın bastonunu kaptığı gibi parkın orta yerinde toplanmış olan güvercin grubuna doğru koşturuyor ve elindeki bastonu hepimizin şaşkın bakışları altında güvercinlere savuruyor. Buna ön yargı denebilir mi, bilmiyorum, fakat benim insan hakkındaki son yargım olmuştu.
Görüldüğü gibi, hayvanların insan şiddetine uğramaları için bir nedene, gerekçeye ihtiyaç yoktur. Onlar varlıklarıyla potansiyel tehlike oluşturmaktadırlar zaten.
Köpek saldırıları sebebiyle yaralanan, hayatını kaybeden çocuklar oldu maalesef. Az da olsa bu türden müessif olaylar hepimizi derinden yaralamakta ve üzmektedir ancak, bir iki tane böyle acı, talihsiz olay sebebiyle bütün köpeklerin ortadan kaldırılmasını talep edemeyeceğimiz gibi, insanların korkularını da anlamak gerekiyor. Ne var ki asli görevi toplumda birlikte yaşamak zorunda olduğumuz insanlar ve hayvanlar arasında ortak bir dil ve denge kurmak olan, yönetme erkini elinde bulunduran egemen güçler, bu görev ve yükümlülüklerini savsaklamakta, sorunu “Ne şiş yansın, ne kebap” mantığı içinde görmezden gelmektedirler. Sokak hayvanlarını barınak adı verilen ölüm yuvalarına hapsederek sorunu kökten çözeceklerine inandıkları kadar, bu uğurda büyük fedakârlıklarla mücadele eden hayvan hakkı savunucularını dinleseler ve sorumluluk paylaşsalar, sorun kendiliğinden çözülür.
Bizim toplumda yaşam değil ama ölüm kutsanır nedense. Daha çocuklukta başlayan ve hayat boyu sürekli pompalanan bir ön kabul vardır; bir şey uğruna ölmek, öldürmek, makbul bireyler olarak kabul görmenin ön koşuludur sanki. Namusun için öldür. Şerefin için öldür. Vatan için öl, öldür… Yaşama karşı bu öfke, kin neden? Çoğu olayda sadece gördüklerimizle, hissettiklerimizle yetiniriz. Zahmet edip anlamaya çalışmak zor gelir, sıkılırız, arkamızı döneriz, görmezden gelir, yok sayarız. Kendimiz de aynı kazana düşene kadar başka canlıların acısıyla hemhal olmayız. İskender’in düğümü kılıcıyla keserek çözdüğü gibi biz de sorunlarımızı sebep-sonuç bağlamında ele alıp tartışmaktansa, öldürüp, yok edip kurtulmayı tercih ediyoruz. Doğu toplumlarının kaderi midir bu? Yunus Emre’nin hayatın gelip geçiciliğine dair o ölümsüz sözleriyle bitireyim: “Sevelim sevilelim, dünya kimseye kalmaz”
Ön yargıların ve şiddetin olmadığı günlere erişmek umuduyla…
Erhan Ceylan, Hukukçu. HAD (Hayvanlara Adalet Derneği) Üyesi.
Bizi Takip Edin