Türk-Yunan İlişkilerinde Sivil Girişimler ve Siyaset
Yaklaşık 200 yıldır dalgalı bir seyir izleyen Türk-Yunan ilişkilerindeki hareketlilik her iki kanadın da kimliğini “besleyen” ana damarlardan biri oldu. Komşular her ne kadar belirli dönemlerde gergin ilişkilere sahip olsa da özellikle 1999 İstanbul depremi ve 2020 İzmir depremi gibi doğal afetlerde birbirine yaklaştılar. Bunun ötesinde Türk ve Yunan kanaat önderlerinin ilişkilerin iyileştirilmesi anlamında tarihsel süreçte birçok girişimi oldu. Peki söz konusu sivil girişimler huzuru inşa etmede ne derece etkiliydi? Meseleyi, Yunan siyasi tarihi alanında uzman isim İstanbul Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Esra Özsüer ile konuştuk.
Hocam, devletlerin dönem içinde sık sık değişen, gerginleşen ilişkilere karşı toplumsal hafıza ve gündelik hayat açısından [Türkler ve Yunanlar] iki toplumla ilgili gözlemleriniz nelerdir acaba?
Türk-Yunan ilişkilerinde belli konular etrafında uyuşmazlık, kriz ve çatışma eksenli kronik sorunlar sürekli kendini tekrar eden bir görüntü veriyor. Bu noktada Türk-Yunan dış politikasında tekrarlayan çatışmalara örnek teşkil edecek pek çok siyasi ve askeri temelli sorun tarihin belli dönemlerinde tetiklendi. Bu sorunların büyük bir kısmı da tarihsel geçmişe ya da inşa edilen “öteki” algısına dayanan kurgulardan destek buldu. Üstelik her iki toplumun algı ve söyleminde “öteki”, düşman rolünde karşımıza çıktı.
Öncelikle bu temel yargının kökeninde Türkiye ile çatışma ilişkisi olan Yunanistan gibi ülkelerin ulus devletleşme süreçlerindeki “Osmanlı” geçmişinin bulunduğunun altını çizmek gerekiyor. Türkiye Cumhuriyeti’nin ardılı olduğu düşünülen Osmanlı Devleti, ulusal kimliğin bir tezahürü olarak devletlerin aynı zamanda bağımsızlık mücadelesi verdikleri başat güç konumunda. Bu güce karşı başlatılan isyan hareketleri sonucunda, mesela Yunanistan, bağımsızlığını elde etti ve “despotizm” sayılan dönemden kendisini soyutladı.
Peki tarihsel arka plana baktığımızda Türkiye kanadında durum nasıl?
Türkiye açısından da Yunanlar içeriden başlattıkları isyan hareketiyle vatan topraklarının parçalanmasına neden olan eski bir tebaadır. Yine tarihin ileriki dönemlerinde (1919-1922) işgalci güç olarak karşımıza çıkan ekspansiyonistlerdir. Türk-Yunan devlet kimliğindeki taraflar düşmanlık ilişkisinin sürekli inşa edildiği ve karşılıklı olarak yeniden üretildiği bir kısır döngüde hareket eder.
Bilhassa Türk-Yunan dış politikasında bir tarafın kaybı diğer tarafın kazancı olarak görüldüğünden kolektif bellekteki imgeler çoğu zaman olumsuz söylem, sembol ve eylemlerden de etkilenerek değişmesi zor sterotiplere dönüşür. (Hain Yunan ya da barbar Türk gibi) Her kriz anında “düşman öteki” imgesi hatırlanır ve iki ülke, ilişkilerini siyasal ve toplumsal bağlamda çıkmaza sokar.
Bu tarihin günümüzdeki bir yansımasıdır sanırım Doğu Akdeniz?
Evet, Doğu Akdeniz krizi ile yeniden gündeme oturan Türk[iye]-Yunan[istan] krizinde de toplumsal refleksler bilhassa sosyal medya üzerinden niyet ilişkisini de gözler önüne serdi. İlişkilerin gerginleştiği, tarihin travmalarının hatırlandığı kısaca “Pandora’nın kutusu”nun yeniden açıldığı her durum toplumsal bağlamda sokakta da etkisini gösteriyor. Her iki toplumun da gerek ana akım medya gerekse sosyal medya aracılığıyla siyasa ve söylemden doğrudan etkilenen pek çok yumuşak karnı var. Başka bir deyişle Türkiye ve Yunanistan gibi her iki aktörün travmatik sonlarını hazırlayan “Aşil topuğu” tarihi mirastan dolayı hep aynı neden-sonuç ilişkisiyle vurulur.
İlişkiler gerginleştiğinde toplumsal tepkilerin de katılaşıyor. Bunun kökeninde okullardan kültür endüstrisine ötekileştirici söylemlerin sürekli tekrarlanıyor olmasının bir nedeni var mıdır?
Etkisinin azımsanmayacak derecede önemli ve hatta büyük olduğunu söyleyebiliriz. Bunun nedeni de aslında ulusal kimlikten ziyade devlet kimliğinin nasıl tanımlandığıyla ilintili aslında. Türk[iye] ve Yunan[istan] örneğinde devlet kendi kimliğini çoğu yerde dış politikayla özdeşleştirdi. Yani dış politikada inşa edilen söylemde çoğunlukla her iki devletin birbirine “düşman” olduğu yinelenir.
Algı, söylem ve siyasal üçgeninde var olduğu düşünülen bu özneler arası düşmanlık ilişkisi, konstrüktivist yaklaşım ile açıklanabilecek bir teorik altyapıya da sahip. Zira her iki aktör dış politikasında konstrüktivizm ilkelerine dayanarak hem kendi kimliğini hem de ötekinin kimliğini “tehdit” unsuru olarak birbiri üzerinden inşa etti. Hopf’un da belirttiği üzere “tehdit”, mevcut olan gücü sizin nasıl algıladığınız ile direkt bağlantılı aslında.
Nitekim Türk[iye]-Yunan[istan] arasında kurulan söylem ve siyasa ilişkisinde tarihsel geçmiş ve politik gerçeklik arka planda önemli bir rol üstlenir. Bu doğrultuda dil aracılığıyla ortaya koyulan söylem toplumun yönlendirilmesinde aracı unsurdur. Türk[iye] ve Yunan[istan] özelinde düşünüldüğünde devlet liderleri dış politikalarındaki karar sürecini sorumluluklar ve haklar bağlamında yönetirler. Bu hak ve sorumluluklar içinde “öteki düşman” sürekli gözlemlenmesi ve dikkat edilmesi gereken bir noktada ele alınır. Doğal olarak her iki ülkenin birbirlerine olan güvensizlik ve istikrarsızlığı krizlerin devamlı tekrarlanmasına yol açıyor. Bu durum da söylemi yeniden inşa ettiği gibi söylem tarafından da inşa ediliyor. Kısırdöngü tanımı sanırım iki ülke ilişkilerine açıklık getirebilecek anahtar kelimelerden sadece biri konumunda.
Peki, tırmanan gerginliğe karşı, farklı meslek gruplarından Türkiyeli ve Yunanistanlı kadınların iki ülke arasındaki artan gerilime dur demek üzere yaptığı barış çağrısının sizce bir karşılığı var mı sizce?
Kanaatimce bu türden eylemler her iki ülke arasında köklü değişimlere neden olmasa bile çözüm odaklı atılan güçlü adımlar. Örneğin Yunanistan’daki Türk dizileri bile Yunanların kolektif belleğindeki Türk[iye] imajını olumlu yönde bir hayli değiştirdi. Bu diziler sayesinde Yunan halkı kapısını çalmaya korktuğu komşusunu anahtar deliğinden gözleyebiliyor ve o kapının ardında tahmin ettiğinden [kurguladığından] çok daha benzer ve hatta “onlar”dan unsurlar buluyor. Bu yüzden temas ve tanışma, kaynağı ne olursa olsun, iki ülke arasındaki yakınlaşmada oldukça önemli bir rol üstlenmekte.
Yunanistan’daki Türk dizileri bile Yunanların kolektif belleğindeki Türk[iye] imajını olumlu yönde bir hayli değiştirdi.
Bu sivil girişimlerin bir karşılığı var mı hem yöneticiler hem de toplum üzerinde?
Uluslararası İlişkilerde ana aktör devlettir fakat toplumun üyeleri de STK’lar gibi sivil örgütlenmeler düşünüldüğünde ülkeler arasındaki gerginliğin bir nebze de olsa tansiyonunu düşürebilir. Nihayetinde yanlış ya da bozuk olan bir düzene karşı yapılan başkaldırının göz ardı edilmesi mümkün değil. Aslında son dönemlerde Türkiye ve Yunanistan’da eş zamanlı yaşayan biri olarak şunu çok net söyleyebilirim ki halklar barış yanlısı bir tavır halinde hareket etme gayretinde.
Post-Covid dünyada kimse savaş çığırtkanlığı ya da propagandası yapmıyor ki zaten gerginliklerin böyle bir sınıra dayanmasını her iki toplum da istemiyor. Bu noktada STK’lar, genellikle, kriz ya da [sıcak] çatışma söz konusu olduğunda seslerini duyurabildikleri ölçüde barış elçiliği rolünü sahiplenmiş durumdalar.
Doğu Akdeniz krizi ile gerginleşen ikili ilişkiler 30 Ekim İzmir/Sisam depremi ile bir kenara itilerek yeniden yumuşama eğilimi gösterdi.
Hümanist değerleri vurgulayan, siyasi karmaşadan uzak, politik çıkarların gölgesinden sıyrılmış her tür yapıcı adım Türk[iye] ve Yunan[istan] arasındaki gerilimi tamamen olmasa da belirli sınırlarda yumuşatacak güce sahip. Örneğin Doğu Akdeniz krizi ile gerginleşen ikili ilişkiler 30 Ekim İzmir/Sisam depremi ile bir kenara itilerek yeniden yumuşama eğilimi gösterdi. İki ülke liderleri dayanışma mesajlarıyla ılımlı bir atmosfer yarattı. STK’lar yayımladıkları mesajlarla komşusunun yanında olduğunu gösterdi. Acılar etrafında toplanıp dostluk mesajı veren aynı halk maalesef her siyasi krizde birbirinden uzaklaşıyor. Ezcümle her iki yakada da STK’lar özgür ve faal çalışma alanlarına sahip olmalı. Siyasetin yapamadığını çoğu yerde STK’lar üsleniyor ve gördüğümüz kadarıyla bunun da üstesinden başarıyla geliyorlar.
Bizi Takip Edin