“Şiddet Pandemisiyle Mücadele, Radikal Yöntem ve Kararlılık Gerektiriyor”
COVID-19 salgınının küresel düzeyde eşitsizlikleri derinleştirdiği ve kadın hakları alanında elde edilen kazanımların kaybedilme riski, İstanbul Sözleşmesi’ne ve 6284 sayılı yasaya karşı süregelen itirazlar, içinde olduğumuz “eril restorasyon” sürecinde erkeklerin kaybettiklerini geri kazanmaya çalıştıkları tespitlerini, ODTÜ Sosyoloji bölümünden emekli Prof.Dr. Yakın Ertürk ile konuştuk. 2003-2009 arasında BM İnsan Hakları Konseyi Kadına Yönelik Şiddet Özel Raportörlüğü’nü yürüten ve insan hakları, cinsiyet eşitliği, kadına yönelik şiddet konularında uzman olan Ertürk, kadın haklarındaki gelişmelerin yanılsamalı ve kırılgan halini not etmekle birlikte feminist hareketin en dirayetli muhalefet olduğunu vurguluyor. “Şiddet pandemisi virüs pandemisi gibi sinsi ve görünmez değil, tam tersine açık seçik ortada ve çoğu kez geliyorum diyor” diyen Ertürk, şiddet pandemisiyle mücadelenin radikal yöntem ve kararlılık gerektirdiğini kaydediyor.
Sınır Tanımayan Şiddet: Paradigma, Politika ve Pratikteki Yönleriyle Kadına Şiddet Olgusu adlı kitabınızda, “Neoliberal dünyada, evrensel ataerkil kültür ve cinsiyet yapılanması hegemonyasını sürdürüyor; cinsiyet ayrımcılığını yeniden üretmeye devam ediyor ve şiddet sınır tanımaz biçimde yaygınlaşıyor” diyorsunuz. Kitabın basıldığı 2015 yılından bu yana tespitlerinizde bir değişiklik oldu mu? “Kadınların hak mücadelesi günümüzün en etkili küresel hareketi” olmayı sürdürüyor mu?
Sınır Tanımayan Şiddet adlı kitabımla ilgili saptamanız doğru, ancak şunu da söylüyorum: hegemonyanın istikrarsızlaşması sonucu ataerkil yapıda meydana gelen derin kırılmalar erkekliği krize sokmuştur. Şiddeti bünyesinde taşıyan iktidar ilişkileri –ister evde ister dışarıda olsun- sarsıldığı, ikna (rıza) mekanizmalarının çöktüğü ve gerilimlerin arttığı anlarda, şiddet tırmanışa geçerek normalleşir. Şiddetin artması, egemen gücün (eril güç / devlet) kendini yeniden meşrulaştırmak için toplumsal dinamikleri dizginleme çabasıdır. Tarih bize bu gibi çırpınışların sonun başlangıcı olabileceğini öğretmiştir.
Dolayısıyla, günümüzde tezahür eden kaba şiddet ve otoriterleşme, tarih boyunca süregelen egemenlik savaşlarının olmayan yeni bir evresine işaret ediyor diyebiliriz. Soğuk Savaş sonrası esen özgürlük rüzgarları, özellikle 1990’lı yılların baskın insan hakları hareketleri ve devletlerin destekleyici tutumları, bugün yerini anti-göçmen, anti-liberal, anti-kadın ve anti-LGBTQİ eğilimlere ve cezalandırıcı devlete bırakmıştır. Bu konjonktürde, tüm dünyada sağ popülizmin ivme kazanması -kimi yerde devlet aygıtını ele geçirerek, kimi yerde güçlü bir muhalif kanat oluşturarak- tesadüf değil.
Kitabın yazıldığı yıllarda zaten epey yol almış olan bu eğilimler, günümüzde ileri demokrasileri dahi doğrudan tehdit eden boyutlara erişti. Demokrasi ve insan hakları ilkelerine göre tasarlanan Avrupa Birliği projesi, özellikle mülteci ve göçmen sorunları karşısında tıkanmış ve hızla sağcılaşmaya başladı. Sosyal demokrasinin kalesi olan İsveç gibi bir ülkede dahi, sağ parti son seçimlerde %17 oranında oy aldı ve ülkede kökleştiği düşünülen eşitlikçi değerler üzerindeki mutabakat sarsılmaya başladı.
Ocak ayında davetlisi olduğum, İsveç’in en büyük kadın örgütü FOKS, kadın örgütleri olarak bu konudaki endişeleri karşısında diğer ülke kadınlarından ‘ne öğrenebiliriz ve nasıl bir iş birliğine gireriz?’ arayışında olduklarını ifade ettiler.
Feminist kadınlar, özellikle ülkemizde, kamu alanından silinmek istenmekte, devlet kurumlarıyla diyalogları tıkandığı gibi gerici güçlerin de hedefi haline geldiler. Kıyafetini uygun bulmadığı kadınları sokakta tartaklamak, fikrini beğenmediği kadınlara karşı tecavüz çağrıları yapmak, siyasette görünürlüğü olan kadınları cinsiyetçi hakaretlerle sindirmeye çalışmak, çocuk istismarını Allah’ın emri diye savunmak ve kadın cinayetlerini ‘özgürlük düşkünü bir kadın ve gayrimeşru yaşantısı içinde geçen bir ölüm hikayesi’ yorumuyla suçu kadınlara yüklemek gibi durumlar, toplumumuzdaki lümpenleşmenin işaretleridir. Ne yazık ki bunları kendini bilmez bir avuç çapulcuya atfetmek mümkün değil.
Kadın haklarına yönelik saldırıların adeta örgütlü bir harekete dönüşmesini, bir bakıma, kadın hareketinin başarısının bir sonucu olarak nitelemek hiç de yanlış olmaz; kadın hakları hareketi küçük ve büyük patriarkları ürkütmüştür.
Kadın ve LGBQI haklarına karşı yaklaşımlara resmi düzeyde prim verilmesi ve bunların din, örf, adet gibi hepimiz için önemli değerlerle bezenerek sunulması, aşırı akımları cesaretlendiriyor.
İlginçtir ki, gerek kuzey gerekse güney ülkelerinde, demokratikleşme ve kadın hareketi el ele gitmiştir. Yakın tarihe bakacak olursak, örneğin, Türkiye ile bazı paralellikleri olan Brezilya’da kadınlar,1988 Anayasasının kabul edilişine giden demokratikleşme sürecinde önemli rol oynamışlardır. Keza, Türkiye’de kadın hareketi, son kırk yıldır Medeni Kanun reformu ve Türk Ceza Kanunu reformu gibi kritik süreçlerin kritik aktörleri olarak ön planda yer almıştır.
Bugün, ne yazık ki her yerde korku siyasetinin kıskacında olan kadın hakları, demokrasi, hak ve hukuk beraberinde korku etiğini de getiriyor. ‘Travma feminizmi’ olarak da tanımlanan bu durum karşısında pek çok kadın için öncelik korunmak olmuştur. Korku travması koronavirüsle birlikte insanları birbirinden soyutlayarak yabancılaştırmıştır. Tehlikeli olan, bu travmanın uzun vadede kemikleşerek manipülasyona açık kitleler yaratmasıdır.
Pek çok tehdidi içinde barındıran bu ortamda, feminist hareketin en dirayetli muhalefet olduğu konusunda hiç şüphem yok.
Her ne kadar, kadınların politika belirleme süreçlerini etkileme alanları son yıllarda daralmışsa da direnmekten başka seçeneklerinin olmadığını iyi bilen kadınlar, cinsiyetçiliğe ve eril şiddete karşı sokağı terketmemekte kararlılar. Eve kapanmanın uygulandığı koronalı günlerde ise kadın grupları interneti etkili bir biçimde kullanarak örgütlü duruşlarını ve dayanışmalarını sürdürüyorlar. Bu bağlamda, ‘TCK 103 – Çocuk İstismarı Affına Karşı Kadın Platformu’, geniş bir taban oluşturarak güçlü bir ses ortaya koyuyorlar. Ayrıca, “erkek yerini bilsin” hashtagiyle cinsiyetçi söylemi ters yüz eden kampanya toplumun pek çok kesiminin dikkatini çekti.
Sözün kısası, toplumsal ilişkilerin diyalektiği, kitabımda vurguladığım dinamiklere yeni boyutlar kazandırmış ve onları bazı yeni alanlara taşıyarak, hak ve eşitlik mücadelesini yeni meydan okumalarla karşı karşıya bırakmıştır. Bize de düşen, mücadeleye devam etmek!
Kadın Haklarındaki Gelişmelerin Yanılsamalı ve Kırılgan Hali
Bir söyleşide Prof. Dr. Deniz Kandiyotti , “…kendilerini çok güçlü, çok özgür gören post-feminist kadınların” sahip olduğu güç ve özgürlük noktalarının çoğunun hayali olduğunu söyleyerek, “modern kadının illüzyonu”şeklinde tasvir etti. İçinde olduğumuz süreci “eril restorasyon” olarak tanımladı ve erkeklerin kaybettiklerini geri kazanmaya çalıştıklarını söyledi. Bu tespitlerde katıldığınız ya da ayrıştığınız hususlar var mı?
‘Eril restorasyon’ çok doğru ve önemli bir kavram. Restorasyon çabalarının lümpenliği düşünülürse, bunu ‘hortlama’ olarak da kavramlaştırabiliriz. İktidar alanları zayıfladıkça, eril güç, agresif şekilde ve zorbalıkla imtiyazlı konumunu korumaya çalışıyor. Kadınlar kaderlerine razı olmadıkça –yani onlara biçilen toplumsal konuma karşı geldikçe- gerek devletin muhafazakar/baskıcı politikaları gerekse devlet dışı aktörlerin karşı atağa geçmeleri tam da bir restorasyon hamlesi.
Post-feminist kadınlara gelince, Kandiyoti’nin tam olarak neyi kast ettiğinden emin değilim, zira feminizm sonrası bir dönemde olduğumuzu düşünmüyorum; post-feminizm ancak patriarki sonrası olabilir. Kandiyoti’nin ‘illüzyon’ hali diye nitelendirdiği bence çok daha genel bir durum için geçerli.
Kadın haklarındaki gelişmelerin yanılsamalı ve kırılgan hali uzun zamandır kadınların gündeminde ve son yıllarda dünyanın pek çok yerinde çok daha geniş ve farklı kadın gruplarının da tepkisiyle ortaya çıkan yeni kadın hareketleri, yürüyüşler, grevler vs, ‘% 99 için feminizm’ gibi bir kavramı ve küresel düzeyde yeniden örgütlenme ihtiyaçlarını da beraberinde getirdi. Gelinen noktanın yarattığı hayal kırıklığı, Pekin + 25 kapsamındaki tartışmalara da yansıdı ve yeni bir feminist vizyon ve strateji arayışları yoğunlaştı. Mart 2020’de toplanması planlanan BM Kadının Statüsü Komisyonu’nun pandemi nedeniyle iptal edilmesiyle bu girişimler sekteye uğrasa da önceliğini koruyor.
Bu bağlamda, yeni bir feminist ‘dalganın’ habercisi olarak tekrar ezilmişlik ve tahakkümün temelinde yatan, yerel ile küresel arasındaki bağlantıyı kuran güç yapılanmalarına karşı bir direnme evresinde bulunduğumuzu düşünmek çok ütopik olmaz sanırım. Bu direniş, ikinci dalga feminizmin başarısı nedeniyle ortaya çıkan karşı saldırı (backlash) karşısında, pamuk ipliğine bağlı olduğunu anladığımız kazanımlarımıza sahip çıkma tepkisidir. Dünyanın her yerinde, tehditlere karşı kitle eylemleriyle tekrar sokaklara hakim olmaya çalışan kadınların, korona sonrasında toparlanıp daha güçlü bir biçimde dönüş yapmasını bekleyebiliriz.
“Ev, Erkeğin Sarayı; Kadın İçin Baskının Kaynağı ve Eşitsizliğe Karşı Mücadele Alanı”
İstanbul Sözleşmesi’ne ve 6284 sayılı yasaya “Türkiye’de toplumsal değerleri tahrip ettiği ve ailenin parçalanmasına sebep olduğu yönünde” itirazlar yükseliyor. Bu itirazları nasıl değerlendirirsiniz? Karar alıcıların uluslararası sözleşmelerden çekilmesi olası mı?
Aile, insan türünün devamını sağlayan üretim ve üreme faaliyetlerinin alt yapısını oluşturan temel birimdir. Bu faaliyetlerin nasıl örgütleneceği, kimin denetiminde olacağı konuları gerek kadın-erkek, gerekse sınıf ilişkilerinin özünü oluşturur. Dolayısıyla, ailenin denetimi hem devlet açısından hem de eril güç açısından önem taşır. İlk telaffuz edilişi 16’ıncı yüzyıla dayanan ‘ev / yuva erkeğin sarayıdır’ (home is a man’s castle) sözü, bu anlayışı yansıtan anlam yüklü bir deyimdir. Kadınlar açısından ise baskının bir kaynağı olarak görülen aile kurumu, eşitsizliğe karşı bir mücadele alanı olmuştur.
Son 30-40 yıldır dünyanın her yerinde kadınlar aile hukuku ya da medeni kanundaki cinsiyetçiliğe karşı mücadele yürüttüler ve önemli sayılabilecek reformlar gerçekleşti. Ne yazık ki günümüzde bu reformlar gerici saldırıların odağı oldu. Benim 2016 ve 2017 arasında yürüttüğüm 8 ülkenin araştırmasından oluşan ve 2019’da yayımlanan ‘Feminist Savunuculuk, Alile Hukuku ve Kadına Yönelik Şiddet’ adlı kitap farklı kültür, tarih, hukuk sistemine sahip ülkelerde kadınların verdiği mücadele sonucu elde edilen bazı yerde köklü, bazı yerde mütevazi kazanımları ve son yıllardaki gerici tepkileri anlatıyor.
Anneliğin ve Ailenin Tekrar Siyasi Proje Haline Getirilmesi
Dünyanın pek çok yerinde neoliberal gereksinim ve yükselen muhafazakarlık kadın doğurganlığını, anneliği ve aile kurumunun korunmasını tekrar siyasi bir proje haline getirmiştir. Bu muhafazakarlaşmanın somut göstergesi olarak İnsan Hakları Konseyi bünyesinde 2014’den bu yana ‘aileyi koruma’ya yönelik alınan kararlar dikkat çekici. Bunlar, özünde heteroseksüelliği ve geleneksel aile yapılanmasını tehdit ettiği düşünülen her gelişmeye karşı hükümetler arası güçlenen mutabakatı yansıtması bakımından endişe verici.
Avrupa Konseyi’ne üye 13 devlet, henüz İstanbul Sözleşmesi’ni onaylamadı. Bazı taraf ülkelerde ise, Türkiye’de olduğu gibi, Sözleşme yükümlülüğünden çıkma konusu kamuoyunda tartışılır oldu. İstanbul Sözleşmesi etrafındaki eleştiriler, aslında kadın ve LGBTQI haklarına karşı daha geniş saldırının bir parçası. İtiraz sahipleri, üreme ve üretim süreçlerinin denetiminin –yani güç ve imtiyazlarının- geleneksel aile yapısını korumaktan geçtiğini çok iyi biliyorlar.
Sağ popülizmin direniş noktası her yerde aynı: aile, kadınların üreme ve cinsel hakları ve cinsel yönelim. Bu konudaki çekişmede farklı yönde gelişmeler de olmuyor değil. Örneğin muhafazakâr üyelerin çoğunlukta olduğu ABD Yüksek Mahkemesi, 15 Haziran 2020’de Medeni Haklar Yasası’nın, cinsel yönelimi farklı olan bireyleri iş yerinde ayrımcılığa karşı koruduğuna hükmetti.
Uluslararası sözleşmeler uzun zamandır devletlerin hedefinde ama aynı devletler yeni sözleşmeler kabul etmeye devam ediyorlar. Zira devlet içi ve devletler arası dengeler ve dinamikler çok yönlü işleyebiliyor. Uluslararası topluluğun üyesi olmaya devam ettikleri sürece, hükümetlerin taraf oldukları sözleşmelerden çıkmaları pek olası değil. Asıl tehlike, çok taraflı diplomasi ve siyasetin çökmesi; işte o zaman her şey mümkün. Geçtiğimiz günlerde BM Genel Kurulu başkanlığına Volkan Bozkır’in getirilmiş olması Türkiye’nin uluslararası sözleşmelerden çekilme olasılığını hiç değilse şimdilik ortadan kaldırdı diye düşünüyorum.
Kadın hakları bir mücadele alanı olmaya devam ediyor. Bir taraftan kadınlar otonom alanlarını genişletme çabasında, diğer taraftan da eril restorasyon devrede.
Kadın hakları alanında elde edilen kazanımları kaybetme tehlikesi olduğuna ilişkin uyarılara katılır mısınız? Bu uyarılar ulusal ve küresel düzeyde geçerli mi?
Kadın hakları bir mücadele alanı olmaya devam ediyor. Bir taraftan kadınlar otonom alanlarını genişletme çabasında, diğer taraftan da eril restorasyon devrede. Bu durum dünyanın her yerinde farklı biçim ve düzeylerde kendini gösteriyor. Birkaç örnekle tehdidin boyutlarını görebiliriz:
Macaristan’da Başbakan Orban üniversitelerin toplumsal cinsiyet programlarını yasakladı ve korona sürecinde parlamentoyu kapatarak kendisini olağanüstü yetkilerle donattı. İtalya’da, son yıllarda kürtaj karşıtlığı yükselişe geçti, bazı yerel yönetimler kürtajı kısıtlayıcı, yasaklayıcı uygulamalar benimsedi. 1978’den beri yasal olan kürtaja yönelik tehditler karşısında 2018’de kadınlar sokağa döküldü.
Dini ve ahlaki gerekçeleri ileri süren ve kendilerini ‘vicdani retçi’ olarak ilan eden bazı jinekologlar kürtaj yapmayı reddediyor; bu da yasal olmayan yöntemlerin artmasına neden olduğu için kadın sağlığını tehlikeye sokuyor. Polanya’da, kürtaj yasasının kaldırılmasına yönelik girişim, kadınların kitlesel karşı çıkışıyla durduruldu. İktidardaki partinin lideri Kaczynski, LGBTİ haklarını, ülkenin ulusal kimliğinin bir parçası olan Hristiyanlığa aykırı olması nedeniyle, toplumsal tehdit ilan etti. İspanyanın sağ-kanat partisi VOX, 15 yıllık kadına yönelik şiddetle mücadele yasasının kaldırılmasını talep etmekte.
Benzer şekilde LGBTİ hakları ve üreme hakları ABD’de, bazı eyaletlerle Yüksek Mahkeme’nin çekişme kaynağı olmaya devam ediyor. Bu konulara ilişkin sağ politikalar zaman zaman hükümet programlarıyla başka ülkelere de ihraç edilmektedir. Brezilya’da ırkçı, homofobik ve kadın düşmanı sağ kanat, ataerkil ve heteronormatif aile anlayışını yerleştirmek amacıyla bazı hak ve özgürlüklere yönelik savaş yürütmektedir. Ülkede aynı cinsiyet evlilikler 2013 yılından beri yasal olsa da geleneksel aile tanımına yer veren yeni bir aile yasası kabul edildi. Cumhurbaşkanı Bolsonaro’nun yaklaşım ve politikaları, 1988 Anayasası tarafından teminat altına alınmış olan kadın hakları, yerli nüfus hakları ve diğer marjinalize edilmiş toplum kesimlerinin haklarını doğrudan tehdit etmekte.
Irkçı, homofobik ve anti-kadın sağ yaklaşımlar tüm dünyada yaygın bir eğilim olarak kazanımlarımıza meydan okuyor.
Daha da uzatılabilecek olan bu listede, söz konusu edinilen baskın eğilimler Türkiye bağlamında da bize pek yabancı gelmiyor sanırım. Korona döneminde artan otoriteleşmenin bu eğilimlerle eklemlenerek uzun vadede demokrasi, hak, hukuk açılarından olumsuz doğurguları-çıkarımları (implication) konusunda Chomsky gibi bazı düşünürler uyarıda bulunmuşlardır. Bu tehditlerin zaten hedefinde olan kadınlar, post-korona dönemde kendilerini genişleyen bir mağdurlar koalisyonunun içinde bulabilir.
Türkiye’de kadın hareketleri arasında kadının insan haklarına ve hak mücadelesine bakışında temel bir ayrışma olduğu söylenebilir mi? Kadınlar da homojen değil şüphesiz; farklı grupları kadın mücadelesinin varyasyonları olarak mı görmeliyiz? Sınır Tanımayan Şiddet kitabınızda bunu “kadınlar arasında farklılıkların ön plana çıkmasıyla kadın kimliğinin homojenleştirelemeceyek kadar karmaşık bir yapıya sahip” olması ve “Türkiye’de ve dünyada kadın hareketinin kazandığı çeşitlilik ve geldiği başarılı nokta” olarak mı değerlendirmeliyiz?
Belirttiğiniz gibi kadınlar homojen değil, dolayısıyla da her zaman kadın örgütleri arasında görüş farkı olmuştur ve olmaya da devam edecektir. Ancak, Türkiye’de bu farklılıklara rağmen, belli dönemlerde kadınlar aynı platformda ortak hareket edebilmişlerdir. Medeni Kanun ve Türk Ceza Kanunu reform süreçlerinde ve CEDAW gölge raporlarının hazırlanışında, farklı kadın grupları ortak hedefler etrafında birleşebilmişlerdir. Bu çeşitlilik, kadınların sınıfsal, etnik ve diğer pratiklerini yansıtması açısından epistemolojik öneme sahip ve gerek eylem (praxis), gerekse siyasa açısından olumlu açılımlar getirse de, kadın hareketinin çeşitlilik kazanması bazen aşılması güç çelişkileri ve ideolijik farklılıkları içinde barındırabilir.
Diyalog kanalları açık olduğu sürece, sorun bazında birlikte çalışabilme olanakları mümkün olabilir. Ancak, bugün, ne yazık ki işbirliği kanalları farklı işlemekte ve kadın örgütleri arasındaki farklılıklar siyasi iktidarın da olaya müdahil olmasıyla çok daha karmaşık hale gelmiş görünüyor.
“Feminizmin Nihai Hedefi, Ataerkil Güç Yapısını Ortadan Kaldırmaktır”
Kendilerini feminist olarak tanımlayanların feminizmini değerlendirmek haddim değil. Belki kendi feminizm anlayışımı ortaya koyarak bu soruya yanıt verebilirim. Çok kabaca, feminizmi ataerkil toplumda eril gücün günlük yaşamda kadın üzerinde iktidar sağlamasına ve kadını her alanda bu güce tabi kılmasına bir tepki ya da başkaldırı olarak görüyorum. Bu gücün dinamikleri ve değiştirilmesi yönünde farklı feminist akımlar söz konusu olsa da nihai hedef, ataerkil güç yapısını (kurum ve değerleriyle) ortadan kaldırmaktır.
Daha basit söyleyecek olursam, feminizm bizi önceden formatlanan kimliklere hapseden kategorileri sorgulayan ve bunlarla mücadelede strateji geliştiren bir bakış açısı ve bir değişim projesidir. Feminizmin referans noktası cinsiyet eşitsizliğinin tarihi, kadın hakları mücadelesinin pratiği ve uluslararası insan hakları standartlarıdır.
Böyle anlaşıldığında feminizm ile diğer bazı kadın hakları akımlarına mesafe koymuş oluyorum; yani her kadın hakkı söylemi feminist bir söylem olmayabilir demek istiyorum.
Tarihsel olarak ve özellikle de günümüz neoliberal sağ popülist konjonktürde -gerek Türkiye’de gerekse başka ülkelerde- feminist gündeme karşı girişilen örgütlü saldırıların bünyesinde bazı kadın grupları da yer almışlardır. Bunların feminist olma gibi bir dertleri de yok zaten.
Diğer taraftan, farklı hak anlayışından hareket eden bazı kadın grupları, alternatif yaklaşımlarıyla kendilerini feminist hareketin içinde konumlandırmaktadırlar; bunların kuramsal kapsayıcılık açısından önemli olduğunu düşünüyorum.
Bu bağlamda, Türkiye’de çalışmalarını saygıyla izlediğim, kendilerini İslami feminist olarak tanımlayan, kadınlar bulunmaktadır. Bu çizgide küresel bir hareket olan Musawah (arapça eşitlik), 2009 yılında Kuala Lumpur’da düzenlenen bir toplantıyla tanıtılan 47 ülkeden kadın ve erkek üyesi bulunan bir örgüt. Musawah’nın amacı, dini metinleri kadın hakları perspektifiyle yorumlayarak İslami öğretileri içeriden yorumlamaktır. On yılı aşkın bir süredir faaliyet gösteren bu örgüt, pek çok Müslüman kadın için dini kimliğini dışlamadan haklarını arama olanağı sunmakta, aynı zamanda da seküler kadın örgütleriyle ve uluslararası insan hakları mekanizmalarıyla yakın işbirliği yaparak tartışmalara önemli katkılar yapmıştır.
Sanırım, hakkında fazla bilgim olmayan HAVLE de benzer motivasyonla kurulmuş. Kurulalı henüz iki yıl olan örgütün websitesinde amaçları şöyle tanımlanıyor: Feminist harekete Müslüman kadınların dahiliyetini artırarak farklılıkların görünür kılınması.
Böyle bir tanım, diğer feminist örgütlere ortak çalışma alanları tanıyan, son derece davet edici bir anlayışı yansıtması açısından ümit verici.
Esasında kavram olarak ‘İslami feminizm’, yukarıda yaptığım tanım çerçevesinde bana çelişkili gelse de siyasi iktidara, resmi ideolojiye angaje olmayan ve şiddeti kutsamayan herkes, kendisini nasıl tanımlarsa tanımlasın, kabulümdür; kadın haklarına olumlu katkılarının olacağını düşünüyorum.
Şiddet pandemisi virüs pandemisi gibi sinsi ve görünmez değil, tam tersine açık seçik ortada ve çoğu kez geliyorum diyor. Şiddet pandemisiyle mücadele radikal yöntem ve kararlılık gerektiriyor.
İçişleri Bakanlığı’nın korona döneminde “kadına karşı şiddet azaldı” açıklamasını nasıl değerlendirmeliyiz? Bu tespite, karşın bazı kadın örgütlerinin pandemi koşulları nedeniyle, şiddet verilerinin sağlıklı tutulmadığı itirazları; kadına karşı şiddete ve kadın haklarına ilişkin, siyasa yapımını nasıl etkiler?
İçişleri Bakanlığının açıklaması keşke doğru olsa; acaba şiddetin azaldığını hangi veri ve bilgiye dayandırıyorlar? BM kurumları, devlet kaynakları ve sivil toplum örgütleri dünyanın her yerinde pandemide kadına yönelik şiddette ciddi artışların olduğuna dikkat çekiyor ve önlem alınması için yetkililere çağrıda bulunuyorlar.
Kadına şiddet vakalarının kronik olarak cezasız kaldığı Latin Amerika ülkelerinde, kadına karşı şiddetin % 200-300 oranlarında artığı saptanmıştır.
Dünyanın diğer bölgelerinde de şiddet şikayetleri nedeniyle çağrı merkezlerinin aranma oranlarında %700’lere varan artış olduğu rapor edilmektedir.
Türkiye’de durumun farklı olmasını beklemek iyi niyet ötesi bir saflık olur. Korona günlerinde, öncesinde de olduğu gibi, her gün kadınların cinayete kurban gittiğini medyadan öğreniyoruz. İnfaz yasası kapsamında bazı şiddet ve taciz faillerinin de salıverilmiş olmaları, evdeki riski daha da arttırmıştır. Kadın örgütleri bu süreci ellerinden geldiğince izlemekte ve çare olmaya çalışmaktalar. Konuya yakınlıkları nedeniyle onların beyanını daha güvenilir bulurum. Mevcut koşullarda raporlama ve veri oluşturma özellikle güçleşmiştir. Milyonlarca kadının internete ve akıllı telefona erişimleri yok; sosyal ağlarından da büyük ölçüde koptukları için pek çoğunun yardım isteme kanalları sınırlı.
‘Şiddet pandemisi virüs pandemisi gibi sinsi ve görünmez değil, tam tersine açık seçik ortada ve çoğu kez geliyorum’ diyor. Buna rağmen çoğu hükümet önlem almada son derece yetersiz kalıyor. Oysa, şiddet pandemisiyle mücadele radikal yöntem ve kararlılık gerektiriyor.
İşveç’de hükümetler –bazı sorunlar orada da devam etse de- bu konuda yıllardır kararlı bir siyaset izliyor. Kadın ticaretinin ve fuhuşun önüne geçebilmek için, seks satın alımını yasakladılar. Böylece para karşılığı seks alışverişini ve genelde erkek cinselliğinin yapılandırılmasına yönelik tutumların da değiştireceği ümit ediliyor.
Mart 2020’de, İsveç’te hükümet ‘çocuk evliliği suçu’ tasarısıyla, şiddetle daha etkili mücadele yürütebilmek yeni bir adım daha attı. Bu tasarı ile 18 yaş altı çocukların evlendirilmesinin kriminalize edilmesi amaçlanıyor. İsveç, erkek suçluluk oranları ve genel cezaevi nüfus oranlarında azalma eğilimi gösteren bir ülke. Gözlemciler, kadın ve erkek mahpus oranlarındaki mesafenin daralmasının, eşitlik politikalarıyla ilgili olabileceğini düşünüyorlar. İsveç çocuk evliliğini kriminalize etmeye yönelirken, biz TCK 103 affını konuşuyoruz.
Burada iyi örnek olarak, Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin kadına karşı şiddetin ve kadın cinayetlerinin önlenmesi için Başkent Mobil uygulamasına “Mor Buton” özelliğini eklemesi not edilebilir.
Bizi Takip Edin