Güvenli Gıda İçin Yerel Gıda Toplulukları Desteklenmeli
Güvenli ve sağlıklı gıdaya ulaşmak için organik ürünler önermek çözüm değil. Toplumsal ölçekte başka çözümleri dikkate almak ve geliştirmek durumdayız. Bunlardan biri sosyo ekonomik alternatif model olarak bilinen Toplum Destekli Tarım (Community Supported Agriculture) uygulamalarıdır. Bu uygulamaların başarısı, yerel sivil gıda inisiyatifleri olan gıda toplulukları yoluyla yurttaşın, direkt çiftçisiyle kuracağı ilişkiye dayanıyor. Elbette küçük çiftçilerin hükümet tarafından desteklenmesi gerekir.
Dünyanın kaynaklarını kullanma açısından her şeyin tepe noktasını aştığı bir dönemdeyiz. Bu duruma topraktaki minerallerin çok azalması nedeniyle azot pestisit ve herbisit denilen zararlı böcek ve ot ilaçlarının kullanılması sonucu yediğimiz içtiğimizin zehir haline gelmesini sayabiliriz. Sunni gübrelerin ham madde kaynağı olan fosil yakıtların tükenme alarmı ise 1970’lerde verilmişti.
İnsanın kendisini doğanın bir parçası değil de efendisi olarak görmesine insan merkezli ya da antroposentrik yaşam biçimi diyoruz. İnsan merkezli tüketim toplumu ise artık Antroposen çağı olarak adlandırılıyor. İnsanlık tarihinde ise Antropocene’nin köklerinin ise 14. yüzyıla kadar uzandığını görüyoruz. 18. yüzyıldan itibaren endüstri devrimiyle insanın doğa üzerindeki egemenliği ve neden olduğu tahribat hızlandı. Bir başka deyişle, endüstriyel kapitalizm çağında küresel iklim değişiminin yol açtığı kuraklık sel felaketleri ve genel anlamda kapitalizmin eşitsiz paylaşım yoluyla açlık ve sınıflar arası uçurumun gittikçe açıldığını görüyoruz. Bu uçurum öyle ki; gıda yalnızca mide doldurmak olarak algılanıyor. Ya da üst sınıf organik tüketim dahil çevreci olarak pazarlanan yeşil tüketime kaymak da gücünün yettiğince tüketmek olarak hayata geçirilmiştir. Bir ülkenin gıda güvenliği yönetimi, kamuoyuna verilerin şeffaf bir şekilde yansıtılmasıyla olmalıdır.
Bu haftadan itibaren Sivil Sayfalar’da ekoloji ve toplum konularında yazmaya çalışacağım. İlk yazıma, geçen hafta yaşanan ıspanak zehirlenmelerine değinmekle başlamak istiyorum. Ispanak krizinde araya başka otların karıştığı konuşuldu ama sebzelerin yetişme anında kullanılan tarım ilaçlarının zehirleyici özellikleri üzerinde pek durulmadı. Oysa pestisit ve herbisit kalıntılarından zehirlenme olabileceği uzun zamandır bu alanda çalışanların dile getirdiği konular. Pestisit (böcek kovucu) ve herbisit (yabani ot yok edici) denilen tarım ilaçları meyve ve sebzeleri büyütme aşamasında kullanılan zehirli kimyasallardır. Gıda Mühendisi Bülent Şık, Tarım ve Orman Bakanlığı’nın bu kimyasalların zararsız olduğuyla ilgili açıklamasına haklı olarak karşı çıkarak şunları dile getiriyor: “Çoklu kalıntı analizi denilen bir yöntem kullanılarak tek bir analiz çalışması ile olabildiğince çok pestisitin kalıntısı araştırılır. Ancak bu yöntem her pestisit ya da herbisit için uygun olmayabilir”.
Yurt dışında yaşadığım ülkelerdeki tepkilerden ve araştırmalarımdan da biliyorum ki; ülkemizde kullanımı her yıl daha çok artan ve ‘kanserojen’ olduğu belirtilen glifosat, çoklu kalıntı analizi yöntemi ile değil de farklı bir yöntemle araştırılır. Dolayısıyla ıspanakların glifosat içerip içermediğini bilmek gerçekten gerekliydi. Çünkü yerel semt pazarlarımız bile artık zehirli ilaç kokar duruma gelmiş durumda. Bir toksik kimyasal maddenin belli bir düzeyin altında olması (ya da kullanılması) ise kolayca manipule edilebilecek durumdur. Bunu nükleer endüstriden de biliyoruz.
Gıda güvenliği konusunda üzerinde durulması gereken diğer konu ise fazla azotlu sunni gübre (nitrat) kullanımıdır. Azot yaprak ve dalların daha yeşil görünmesini sağlarken ürünün toprakta verimini artırmaz. Azotlu gübrelerin açığa çıkardığı nitrat ise suda kolayca çözündüğü için yalnızca kullanıldığı tarladaki sebze ve meyveleri ve de toprağı kirletmekle kalmaz yağmur suları ile taşınarak nehirlere yer altı ve yer üstü su kaynaklarını kirletir. Hatta toprakta tuzlanmaya neden olup kullanılamayan tarım arazileri yaratabilir. Aslında nitrat pestisit ve herbisit kullanımını doğal tarım metodlarıyla tarım yapmanın birçok yolu var. Bunun için toprağa doğanın diliyle ve diyalektiğiyle yaklaşmak gerekir. Örneğin, sürme yoluyla toprak erozyonunun önüne geçilmesini sağlamak, ekim-dikimde birbirini destekleyen kardeş bitkiler yöntemini izleyerek pestisit, herbisit kullanımından kaçınmak mümkün.
Organik gıdaya ulaşabilenlerin orta sınıf ve üstü olduğunu biliyoruz, bu yönüyle organik de bir endüstri. Neoliberal tarım politikalarıyla çiftçilerin şirketleşmesi öngörülür. Maliyetler nedeniyle organik sertifika alıp tarımı sürdürebilmek küçük aile tarımı yapanlar için neredeyse artık seçenek olarak görülmüyor. Bunu Türkiye’de zehirsiz gıda üretmeye kendini adamış çiftçilerden sıkça duydum. Üstelik Amerika’da olduğu gibi organik tarım da bir endüstrisi haline getirilip belli ellerde toplanabilir. O halde güvenli ve sağlıklı gıdaya ulaşmak için organik ürünler önermek çözüm değil. Toplumsal ölçekte başka çözümleri dikkate almak ve geliştirmek durumdayız. Bunlardan biri sosyo ekonomik alternatif model olarak bilinen Toplum Destekli Tarım uygulamalarıdır. (Community Supported Agriculture) Bu uygulamaların başarısı, yerel sivil gıda inisiyatifleri olan gıda toplulukları yoluyla yurttaşın, direk çiftçisiyle kuracağı ilişkiye dayanıyor. Elbette küçük çiftçilerin hükümet tarafından desteklenmesi gerekir.
Sonuç olarak ne yediğini bilen ve sorgulayan sorumlu yurttaş olmak önemli. Dünya Sağlık Örgütü’nün yayınladığı raporları inceleyip bize dayatılan zehir oranlarına ses çıkarmamız gerekiyor. Bugün ıspanak yarın başka bir konu. Doğaya zarar verecek uygulamaların kalıcı olmaması, bu konudaki yasaların Meclis’ten geçmemesi için takipçi olmak, taleplerimizi ulaştırmak önemli. Bu konuda Ekolojik Haklar Merkezi’nin hazırladığı dilekçeyi inceleyerek başlamanız mümkün.
Bizi Takip Edin