O Kadar Çok Seviyorsanız Evinize Alın!
“Evine al” tepkisi sığınmacıların bu ülkede yaşayan vatandaşlar gibi hak sahibi kişiler olduklarını değil, bir besleme-sığıntı olduklarını iddia eden ve siyasal alana hâkim olan imtiyazlı kimlikler rejiminin devamlılığını talep eden egemenlik arzusunun bir yansımasıdır.
Bir süredir Sivil Sayfalar’da sivil toplum – devlet ilişkisinin teorisini anlamak ve açıklamak için bir yazı dizisi yazıyorum. Konunun boyutları ve zorluğu kadar sivil toplum – devlet ilişkisinin değişmekte olan dinamiklerini anlamaya çalıştığım bu yazı dizisinin Türkiye’deki sivil toplum örgütleri için erken bir tartışma olduğu öne sürülebilir. Ancak önümüzdeki dönemde bu konunun gündeme gelmesinin ve yeni tartışmalarla eklemlenmesinin zorunlu olduğunu düşünüyorum. Bunu düşünmeme neden olan şeylerden biri Türkiye’deki demokrasi tartışmalarının, sivil toplum ve bununla ilgili örgütlenme deneyimlerinin içerisinde şekilleneceğine, en azından küresel deneyimlerin tarihsel gelişimlerinin bu yönde ilerlemiş olduğu öne sürülebilir.
Ancak Türkiye’nin gerçekleri ve baş döndürücü hızda seyreden gündem değişiklikleri sosyal teorinin sorunlarını gündem haline getirmeyi zorlaştırıyor. Bunun son örneklerinden biri Bolu Belediye Başkanı’nın Türkiye’deki sığınmacılarla ilgili ayrımcı politikalarını sosyal medyada ilan etmesiyle başlayan ve giderek yerel yönetimlerin politik davranış kalıbına dönüşen sığınmacı düşmanlığı ile ilgili gelişmelerdi. Mudanya, Gemlik, Gazipaşa belediyeleri ile artarak devam eden bu liste, Türkiye’deki sığınmacılara yönelik düşmanlığın geldiği düzeyi göstermesi bakımından endişelenmeyi gerektiriyor.
“Eşitlik Talebinin Karşılığı Yok”
Konuyla ilgili bazı kişilerin ve sivil toplum örgütlerinin dile getirdiği itirazların temelini oluşturan hak temelli yaklaşımların eşitlikçi talepler içermesine yönelik gösterilen tepkiler ise bu endişelerin artmasına neden oluyor. Eşitlik talebinin Türkiye’de pek karşılığı yok. Buna rağmen evrensel değerlerin dile getirilmesi sivil toplum örgütlerinin erteleyebileceği politikalardan biri olmadığına göre bu talebi dile getirmekte ısrarcı olmak gibi bir yükümlülükleri var. Her eşitlik talebinin muhakkak bir karşı-tepkiyle karşılanması Türkiye’deki kimlik politikalarının sonuçlarından biri. Tanzimat’tan bu yana devam eden kimlik politikalarından nasibini alan sığınmacılar ise toplumda gittikçe artan nefretin nesnesine dönüştükleri için onların hakkını dile getiren her açıklama ya da görüş beyanı sert bir tepki duvarıyla karşılaşıyor. Bu tepki duvarının merak etmek, anlamak ya da soruna ve çözüme odaklanmak gibi dertleri yok. Ham hamaset, derin korku ve koyu öfke ile taleplerinin, daha doğrusu ayrıcalıklarının yeniden üretilmesini ve ayrımcılıklarının kabul görmesini istiyor.
“Tepkilerin Ortak Yüklemi: Gitsinler”
Örneğin Mudanya Belediye Başkanı’nın Suriyelilere dair paylaşımının utanılması gereken bir şey olduğunu, demokrasilerde kişilerin temel haklarının bu tür ırkçı, ayrımcı, eşitsizlik politikalarıyla ortadan kaldırılamayacağını öne süren görüşlerin altına yapılan yorumlar bu duruma örnek olarak gösterilebilir. Bu tepkilerin hepsine makul cevaplar verilebilir. Anlaşılması gereken şey bu tepkilerin ortaya çıkmasına neden olan sosyo-politik ve tarihsel zeminin kendisidir. Türkiye’nin siyasal tarihi, bu zeminin mukavemetinin sürekli yeniden üretilmesinin tarihidir. Bu nedenle günümüzde sığınmacılara yönelik ortaya çıkan düşmanca tutumun ve tepkilerin arkasında geniş hacimli bir yerli-milli uzlaşma var.
“Kadınlar, yaşlılar ve çocuklar kalsın, geri kalan erkekler gidip savaşsın” gibi bölgenin gerçekliğinden bîhaber ezber tepkiler kadar sığınmacıları istismar etmeyi kendine hak gören çarpık ahlakilik de bu zihniyetin bir parçası. Bütün tepkilerin ortak noktası tek bir yüklem altında toplanıyor: Gitsinler!
Gitsinler tepkisi, gidilebilecek bir yer olup olmadığı sorusunun bir devamı olarak değil, kendi siyasal, sosyal, ekonomik menfaatinin bir gereği olarak dile getiriliyor. Gitsinler, çünkü onlar geldikleri için siyasi kriz yaşanıyor, sosyo-kültürel doku bozuluyor, ekonomik sıkıntılar ortaya çıkıyor. Mutlu değiliz, o zaman gitsinler.
Sığınmacıları Tek Tipleştiren Nefret Dili
Gitsinler tepkisine eşlik eden bir diğer söylem ise aile, kadın, çocuk üzerinden dile getirilen ve genellikle babaerkil/patriarkal tahakkümün yabancı düşmanlığı ile harmanlandığı bir içeriğe sahip. “Ailemizle oturamaz hale geldik, akşamları sokakta yürüyemiyoruz, çocuklarımızın güvenliğinden endişe ediyoruz” şeklinde dile getirilen bu talepler, milyonlarca kişinin haklarını olumsuz örneklere indirgemenin kolaycılığına dayanıyor. Tıpkı “nargile içiyorlar, yere çöp atıyorlar, etrafta saygısızca hareket ediyorlar, sapık sapık etrafı kesiyorlar, saygılı olmayı öğrensinler” tepkisindeki gibi bütün sığınmacıları tek tipleştirmeyi hedefleyen bu nefret dilinin üstenciliğini görmek çok zor değil. Sığınmacılarla ilgili dile getirdiği bu eleştirilerden çok daha fazlasını hak eden vatandaşlar için bu tür tepkiler akla gelmiyor, yere çöp atanları sınır dışı etmek makul gözükmüyor. Konu vatandaşlar olunca haklar işe yarıyor, fakat aynı haklar sığınmacılar söz konusu olduğunda buharlaşıp kayboluyor.
Hak kavramının, eşitlik gibi ardında binlerce yıllık mücadelelerin bulunduğu evrensel değerlerin aşındırıldığı bir çağda yaşıyoruz. Küresel ölçekte yaşanan bu büyük gerilemenin Türkiye’deki karşılıkları birçok ülkede yaşanan tecrübelerden görece daha ağır ve dramatik seyrediyor. Bu nedenle hakları hatırlatan her girişim, toplum düşmanlığı, vatana ihanet gibi pejoratif nitelemelerle karşılaşmayı beraberinde getiriyor. Bundan daha tuhaf bir diğer gelişme ise hakları hatırlatan kişilerin ya da örgütlerin bu gelişmelerden sorumlu tutulması ve suçlanması. Söz, yetki, karar süreçlerinin tümüyle dışında bırakılanların suçlanması ve onlara sorumluluk atfedilmesi gerçek sorumluların gizlenmesinin de bir diğer yolu.
Bu tepki “evine al o zaman” ezberinde görülebilir. Bu cümle ayrımcı görüşleri dile getirmeyi meşrulaştıran, kendini temize çekmeyi sağlayan, sığınmacılara yönelik zor kullanmayı ve onları geri göndermeyi zorunlu bir çözüm olarak sunan militarist bakış açısının bir yansıması olarak karşımıza çıkıyor. Tıpkı “gidip savaşsınlar” ezberindeki bulanıklık, burada da var. “Evine al” ifadesi sığınmacıların kamusal alandaki varlığını bir sosyal sorun, suç, kirlilik gibi gösteren, onların varlığını özel alanın temsili olan ev ile sınırlandırmayı teklif eden babaerkil ayrımcılığın bir başka türevidir. Gözden uzak olmalarını, burada, bizimle bir arada yaşayan kişiler olduklarını gösterecek bütün sembollerin ortadan kaldırılması gerektiğini ima eden bu yaklaşımın, plajdaki Suriyelilerin varlığından rahatsız olması ve onları nezih Türk plajlarından sürmek istemesi, saf-homojen toplum arzusunun bir tekrarı ama bununla sınırlı değil. “Evine al” tepkisi sığınmacıların bu ülkede yaşayan vatandaşlar gibi hak sahibi kişiler olduklarını değil, bir besleme-sığıntı olduklarını iddia eden ve siyasal alana hâkim olan imtiyazlı kimlikler rejiminin devamlılığını talep eden egemenlik arzusunun bir yansımasıdır. “O kadar çok istiyorlarsa evine alsın o zaman, alsın, evinde beslesin o zaman!” nobranlığının bu kadar rahat dile getirilmesini sağlayan şey, kendini ötekiyle eşit olan biri olarak değil, efendiliğin imtiyazlarına sahip olanlardan biri olarak görmesi. Eğer onlar kadar rahatsız değilseniz, o kadar endişeli değilseniz, onlarla benzer kaygılarınız yoksa bu sorunu çözmek sizin yükümlüğünüzde ve buna sığınmacıları evinize alarak başlayabilirsiniz.
“Sorunların Nedeni Sığınmacılar Değil”
Peki, sığınmacılarla ilgili sahada çalışan sivil toplum örgütleri, savunuculuk yapan ve eşitlik talep edenler örgütler, hak temelli yaklaşımların gerekliliğini vurgulayan kişiler milyonlarca kişinin bir anda Türkiye’ye gelmiş olmasından rahatsız değil mi, onlar güvenlik endişesi taşımıyor mu, plajlara iç çamaşırlarıyla giren erkeklerin sebep olduğu manzaradan hoşnutlar mı, yaşam koşullarının zorlaştığını hissetmiyorlar mı ve benzeri birçok soru sorulabilir. Bu sorulara ilerde değinmek üzere geçip şunu ifade edelim: Sorunları ve çözümleri tartışmanın yollarını bulmadan kendi yankı odalarımızda bağırmanın bir faydası yok. Kabul etmek gerek ki ulus-devlet rejiminin egemen olduğu bir çağda, bir kısmı kayıt altına alınmaksızın, milyonlarca kişinin çok kısa bir sürede sınırdan içeri alınmasını açıklamak kolay değil. Böyle bir sınır politikasının birçok soruna neden olacağını ön görmek için basiret sahibi olmaya da gerek yok. Ancak bu sorunların nedenini, bu gelişmelerin sorumluluğunu sığınmacılara yüklemek, onları bize benzemedikleri için olumsuz ve aşağılayıcı sıfatlarla etiketlemek, yaşanan ekonomik, siyasal, sosyal sorunların sebebi olarak onları göstermek birilerini rahatlatabilir, fakat gerçek bu değil.
Burada “evinize alın o zaman”cı kişilere şunu hatırlatmakta fayda var: sofrandaki katığı azaltan, iş güvenliğini ve iş güvencesini ortadan kaldıran, sokaktaki asayişi kırılganlaştıran, evindeki odanı küçülten, hastanedeki, okuldaki hizmetlerin kalitesini düşüren, kurumlardaki işini zorlaştıran, adaletsizliği kural haline getiren, gelecek kaygısı yaşamana neden olan malını-mülkünü, işini-gücünü, bağını-bahçesini, eşini-dostunu, dilini-kültürünü, çarşısını-pazarını, geçmişini-geleceğini, şakasını-türküsünü terk edip buraya sığınan kişiler değil. Biraz daha yakından bakmayı başardığında vatandaş olarak kendi suretinle karşılaşman an meselesi! Senin siyasal tercihlerin, senin ekonomik hırsların, doymak bilmez hakimiyet istencin bugün milyonlarca kişinin yersiz-yurtsuz kalmalarına neden oldu. Bu bile onlar karşısında utanç hissetmen için yeter!
Bizi Takip Edin