Şehirler Bedenimizde Değil Ruhumuzda Sızı
Şehirler ve yerel seçimler üzerine söyleşilerimize araştırmacı yazar Mustafa Şen ile devam ediyoruz.
Günümüzün şehirlerini nasıl buluyorsunuz, şehir üzerine genel yargılarınız neler?
Gerek Türkiye’de gerekse dünyada, genel anlamda şehirler beni boğuyor. Sadece beni değil, başka insanları da boğuyor; hatta hayvanlar da yaşayamıyor şehirlerde. Burada Müslüman-Müslüman olmayan veya Batılı-Doğulu ayrımı yapmıyorum; genel olarak böyle. İstanbul’u, Tiflis’i, Afrika’dan bir şehri alalım, Madagaskar’ın başkenti Antananarivo’yu mesela, hep böyle. Kahire’ye, Paris’e, Londra’ya, Roma’ya, New York’a, Tokyo’ya nereye bakarsan bak; orada insanı bunaltan, insan olmayla bağdaşmayan bir sorun var. Bedene göre yapılmış bu şehirler, hatta beden de ıskalanmış da; daha önemlisi, insan ruhuna göre yapılmamış. Bana sorarsanız; şehirler insan bedenine göre inşa edilmeli, insan ruhuna göre ibda edilmeli. Bu ibda ve inşa faaliyetinin imtizacı olarak şehir ortaya çıkarsa, o şehirdeki rüzgarın da yaşamasına, bulutun da, denizin de, ormanın da, karıncanın da, farenin de, kedinin de, insanın da yaşamasına, ama hem ruhu hem bedeniyle yaşamasına imkan olur diye düşünüyorum. Şehir bu imkanı veren bir mekan, Cenab-ı Hakk’ın “Künn” emrinin gerçekleşme alanı mekan. Mekan ve imkan aynı kökenden; Türkçedeki olmak ve oluş gibi.
İstanbul’a bakacak olursak, neler değişiyor İstanbul’da son yıllarda?
İstanbul’un, baktığımızda yeşil alan miktarı artmış, 20-30 sene öncesine göre. Aktif yeşil alan kullanımına baktığınızda bir artış var; kişi başı aktif yeşil alan 7-8 metrekareden 12-13 metrekareye göre rakamlar değişiyor; halbuki, eskiden bu 3 metrekareydi. Bu çok güzel bir gelişme. Lakin, şu da var: İstanbul’un yarısına yakını orman ama siz hiç kendinizi bir ormanlık şehirde yaşıyor gibi hissediyor musunuz? Yahut İstanbul’un içinden deniz geçiyor, denizlerle çevrili; siz kendinizi her tarafı deniz olan bir şehirde yaşıyor gibi hissediyor musunuz? Bence hissetmiyorsunuz. Şunu da söyleyeyim ki, denize 5 km mesafede yaşayanlarda dahi bir deniz şehrinde yaşıyorum algısı yok. Biz bunu 2001 yılında yaptığımız bir araştırmada görmüştük. Denize 5 km mesafede yaşayan ama hiç deniz görmemiş insanlar vardı.
Şu an Büyükşehir Belediyesi deniz altı ve yüzey temizliği yapıyor. İstanbul plajlarının tamamı mavi bayrak dikilecek düzeyde. Bu harika bir şey. Ama biz deniz şehrinde yaşadığımız algısı içerisinde değiliz. Çoğumuz kendisini bir deniz şehrinin çocuğu olarak görmüyor. Biraz da şöyle; Tokatlı, Tokatlı olarak, Antepli Antepli, Trabzonlu Trabzonlu olarak görüyor. Bir dakika; biz İstanbulluyuz, ister buraya bir kara şehrinden gelmiş olalım, ister bir deniz şehrinden.
Hayvanlara bakalım; İstanbul’da Büyükşehir Belediyesi bir milyondan fazla hayvanı tedavi etti, bu dehşet bir rakam. Bugün bir ilçe belediye başkan adayını dinledim; bir hayvan rehabilitasyon merkezi kuracağız dedi, yokmuş. Peki, sen onu kurana kadar şu geçen on yıllarca zaman içerisinde hayvan yok muydu orada, ben çok şaşırdım. Ben bu gezegene hayvanlardan sonra geldiğimize inanıyorum. Buranın sahibi aslında hayvanlar. Biz sonradan gelmişiz, onların memleketine konmuşuz, sonra da onlara yaşam alanı bırakmamışız. Böyle bir şey olabilir mi, böyle bir şehir olabilir mi? Yaşam alanlarını yok etmişiz, gıda bulamıyorlar, suları almışız boruların içerisine, su bulamıyorlar. Biz onlardan sonra gelip trafik yaptık, insan geçemiyor ki, trafikte kedi geçebilsin ya da köpek geçebilsin. Arabalar onları eziyorlar, hayvan yola adım attığı zaman trafiğin durması lazım; bizimki bağırıyor, üzerine kırıyor. Hayvanlara nedir bu ettiğimiz şeyler, oysa onlarla beraber yaşamak gerekiyor. Ayrıca, doğanın bir dengesi var, bir tanesini çektiğiniz zaman hayvanın, sonra belanızı buluyorsunuz; doğa intikamını alıyor.
Ben geldiğimde, 84’de geldim, bu İstanbul bir acayip yerdi. Bir yerden bir yere gidilemiyordu. Raylı sistemler, kavşaklar, şunlar bunlar, hiçbir şey yoktu, trafik keşmekeş oluyordu, günün hiç bir saatinde su yoktu, çöp dağları ve çukurlar vardı. Mesela, bazı uzmanlar Haliç’in kapatılmasını önerdiler Tayyip Erdoğan’a İBB Başkanı olduğunda. Haliç’te şimdi yüzebiliyorsunuz, balık var; hadi yüzmeyin ama balık var. İstanbul’un hiçbir tarafında yüzemiyordunuz, su hastalıklıydı, koli basili vardı.
Diğer taraftan, 1100 km’ye ulaşan bir raylı sistem planlaması var. Bunun 600-700 km’si birkaç sene içerisinde bitiyor, hali hazırda 400 km’ye yaklaşmış. Bütün bunlar oldu; ama bir şehir, ruhumla buluşayım dediğinizde ruhunuzla buluşabiliyorsanız, şehirdir. Şimdi, lokasyon olarak çok güzel noktalar sayabilirim size. Ama ruh var mı? Ruhunuzu bulabiliyor musunuz orda? Yani; bedenin ruhunla randevulaşsın, şurada bir buluşalım desin, orada ruhunuzla buluşamıyorsunuz. Siz oraya gidiyorsunuz, ruhunuz gelmiyor; ruha göre ibda edilmediği için. Bedene göre inşa edilmiş yere ruhunuz gelmiyor ve siz orda sap gibi kalıyorsunuz bedeninizle kendi başınıza. Bir zaman sonra da canınınız sıkılmış, bunalmış bir vaziyette ayrılıyorsunuz. Sebep? Ruhunuz muazzep olmuş!
Peki; nasıl olabilir, mesela siz belediye başkanı olsanız ne yapardınız?
Ben belediye başkanı olmam.
Diyelim belediye başkanı olana danışmanlık yapacaksınız?
Kesinlikle olmam. Ulaş hocam benim Cenab-ı Hakk’tan istediğim şeylerden biri de odur: Yâ Rabbî! Beni belediye başkanlığı meselesine mecbur etme. Belediye Başkanlığı danışmanlığı da yapamam ama belediye başkanıyla arkadaşlık yapabilirim, muhabbet edebilirim ve ona çok güzel şeyler, çok önemli şeyler söyleyebilirim.
Belediye başkanı olacak olan kişilerin bir sertifika programından geçmelerini isterim öncelikle. Demokrasi çok şeydir, ama demokrasi her şey değildir. Bir belediye başkanı olacak kişinin şehre dair algısı, kaygısı, bilgisi ve bilinci olmalı. Şehre dair bana beş tane şiir okusun, o şehrin mimarlarından bana örnekler verebilsin. İstanbul’daki siyasetçiler bana 10 tane mimar ismi sayabilir mi? İstanbul üzerine şiir okumalı, “sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul” şiirini istemiyorum ama; onu herkes biliyor! İstanbul üzerine resimleri olan kişiler var ya da İstanbullu ressamlar var; bunları sayabilmeli. Sanat hakikate açılan penceredir, bana o pencereden görülenleri gösterebilmeli. İstanbul’un tarihi oluşumunu, nerden nereye gelmiş olduğunu bilmeli. İstanbul bir kültür ve medeniyet membaı. Bana bunu idrak ettirebilmeli ve yaşatmalı. Bazı şehirler ilim, irfan ve hikmet pınarı. Bu pınar öncelikle belediyeden damla damla süzülmeli. Göç üzerine teorik mülahazalarda bulunabilmeli, pratik çözümler söyleyebilmeli bir başkan. Ekolojiden konuşabilmeliyiz onunla. Akıllı şehirden de. Bir belediye başkanı bunları bilebilir mi? Hepsini bilemeyebilir, hak veriyorum ama yanındaki çalışma arkadaşlarının ve danışmanlarının böyle olması lazım. 4-5 tane danışmanı olmalı ki bunlardan birisi ressam, birisi şair-edip, birisi mimar, birisi musikişinas ve benzeri kültür-sanat-edebiyat alanlarından kişiler olmalı onlar. Onlarla istişare etmeli, onlarla konuşmalı. Hatta, o kişilerin kısmî imza yetkisi olmalı. Her şey değil ama bazı şeyler onların onayından geçmeli. Şehir, bir manada yüksek kültür üretilen ve yüksek kültür tüketilen yerdir. Onu kırdan, köyden bu yüksek kültür ayırır. Başkanlar bu yüksek kültürün insanı olmalılar her şeyden önce; yanındakiler de.
Belediye başkanlarının bakanları olmalı diyorsunuz bir anlamda!
Bazı şeylerde “ben başkanım, halk beni seçti yaparım, demokrasi var,” olmamalı. Demokrasi dediğim gibi, çok şeydir ama her şey değildir, bir insan demokrasi adına şehrin canına okuyamaz.
Yani; siz, şehirler için başkanlık sistemi iyi bir sistem değil, demiş oluyorsunuz aslında, öyle mi?
Bu başkanlık sistemi ile alakalı bir şey değil, imzanın yetki dağılımı ile bağlantısı var diyorum, ki özellikle sanat ruhu olan, tarihi şehirlerde o yetkinin biraz paylaşılması lazım.
Bu, çevre için de olabilir, başka başlıklar için de olabilir o zaman.
Başkan şehrin lideri olmalı, yöneticisi değil; şehrin bütüncül yapısının lideri. Bu liderlik ağı içerisinde karıncasına varıncaya kadar her canlı, onun adına illa ekolojik şehir demeye gerek yok, rüzgar bile o şehirde yaşayabilmeli. İlginçtir, kainat çoğul bir kelime, evren tekil; Batı dillerindeki universe de tekil. Bu kainat ya da bu evren ya da bu evrenler diferansiyel bir denklemdir. Rüzgarın nasıl estiği bir diferansiyel denklemdir. Herhangi bir yerin topografyasını, bana matematiksel olarak yazabilir misiniz, yazarsınız. Üç tane diferansiyel denklem söylüyorum size bozulan: 1. Topografya diferansiyel denklemini bozuyoruz. 2. Rüzgar, oksijen başta olmak üzere, hava akımı diferansiyel denklemini bozuyoruz. 3. Güneş ve ışık; ışık yaşamın bir tür kaynağı, o denklemi de bozuyoruz. Bozulmuş üç ana denklem ortamında nasıl yaşayabiliriz? Şehir nasıl olmalı, bir belediye başkanı olsan nasıl yapardın ya da danışmanı olsan ne derdin diye sorarsanız, işte bunu söylüyorum: Bir belediye başkanı bu üç diferansiyel denklemi ya da belki de diferansiyel olmayan bu üç denklemi koruyacak, bozulmasına fırsat vermeyecek bir belediye başkanlığı yapmalı; demokrasi de bu denklemleri bozmaya alet edilememeli. Bunu yapan belediye başkanının ben ellerinden öperim ya da ben ona bir türkü söylerim, bir şehir türküsü.
Peki; şu an hani seçim atmosferindeyiz. Başkan adayları var, vaatleri var, programları var; onları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Şimdi, ya hep ya hiççi olunca kötü olur. Ben yeterli pozitif düzeyde, yeterli olgunlukta görmediğimi söyleyebilirim. Ama bu hiçbir şey demiyorlar ya da yapmıyorlar, yapmayacaklar anlamına gelmez; o da haksızlık olur.
Belediye başkanlarının ve başkan adaylarının vaatleriyle, benim olmasını istediğim şeyler arasında bir kesişim kümesi var. Fakat, oradaki temel sorun şu; bütünden hareketle yapılmadığı için, bütünün bir parçacığı olarak kalıyor, bir anlamda tesadüfen iyi şeyler ortaya çıkıyor. Bunun sebeple şehir felsefesi zemininde şehir bilinci, şehirlilik bilinci, şehirli insan, şehirli varlık bilinci kazandıracak sertifika programlarından geçmiş kişilerden belediye başkanı olmasını istiyorum
Cumhurbaşkanımız Tayyip Erdoğan dedi ki, biz İstanbul’a ihanet ettik. Doğru söyledi, bu şehrin yöneticileri bu şehre bir kötülük yaptılar, şimdi bu yoldan nasıl dönülür diye çare aranıyor. Bu çareler bizim 2000’lerin başlarında şehir felsefesi üzerine yazdığımız metinlerde var; bütüncül belediyelik dedik buna o zamanlar.
Nedir bu?
Bütüncül belediyecilik fiziki belediyecilik, sosyal belediyecilik ve kültürel belediyecilik çalışmalarının bir zeminde ve ekolojik yaklaşımda bir bütün olarak yapılması demek. Aynı zamanda şehri, içinde bulunduğu daha geniş çevre ve bölge içinde değerlendirmek.
Bu şehir gitmeli, yerine yeni bir şehir gelmeli; evet! Ancak; insanların rahatlıkla işe gidip gelebildikleri, rahatlıkla parkta oturup ya da filan eğlence yerinde eğlendikleri bir şehir de yeterli değil. İnsanlar ona şehir diyorlar. O, bedenin şehri; o inşa edilir. Onu elli sene sonra robotlar yapıyor olacak zaten ama robotların yapamayacağı bir şey var: Ruh. Ruhun şehri, ruha göre ibda edilen şehri robotlar yapamayacak. Biz bugün en fazla robotik işler yapıyoruz, insani işler değil. Bütüncül belediyecilik bu bütünselliği de ihtiva etmektedir.
Bir de güncel meselelere değinelim; ekonomi meselesi var, bir belediye hayat pahalılığıyla, yoksullukla mücadelede ne yapabilir, ne katkı sunabilir şehir yaşayanlarına?
Çok güncele dair çok önemli bir soru. Hegel’in dönemin belediyeciliği için söylediği bir şey var, diyor ki belediyeler burjuvazinin işlerini yürütür. Oysa, doğrudan o şehrin sakininin hayatını kolaylaştıran ona daha daha fazla verebilen bir kurum olmalı belediye. Yerel kalkınma unsurlarını devreye sokabilir belediye başkanı. Mesela; ev kızlarımız var, ev kadınlarımız var ya da işsiz kızlarımız, oğullarımız var. Yerel kalkınma modelleri geliştirilerek onların üretimin içine sokulması mümkündür. Bu, belediyenin görevi değil ama belediye buna katkı sağlayabilir.
Son bir de şunu sorayım: Siz araştırmacısınız, eminim çok araştırma da yapıyorsunuz bu dönemde seçmenin beklentisi üzerine; nelerden etkileniyor, bir başkandan, şehircilikten, belediyecilikten ne bekliyor, gerçi bu aralar anket işleri biraz itibar kaybediyor ama.
Yok, kaybetmedi kaybetmedi! Toplumun bir kısmını, Muharrem İnce’nin dediği gibi, şizofren haline getiren araştırmacılar vardı, onları da İnce payladı daha önce.
Partisel ya da ideolojik aidiyeti, kurumsal sadakati, liderlik bağlantısı olan seçmen kitlesi birinci büyük kitleyi oluşturuyor; bunlar kolay kolay değişmiyor; dolayısıyla, bunları sabit kabul etmek mümkün. Bir de hareketli olan ya da kaygan oyları olan seçmenler var. Bunlar oylarını her seçimde değiştirebiliyorlar; yüzde 10-15 civarında, yüzdelik olarak büyük dilimi oluşturmuyorlar. Bunların içerisinde de ekonomiyi birinci madde olarak görenler var; ‘önce geçimine, sonra seçimine bakan’ bir kitle var. İşte bu kitle başta olmak üzere, yüzde 10-15’lik kitlenin ne dediğine bakmak gerekiyor. Şimdi bana sorarsanız, mevzuyu ülkenin ekonomisiyle yani geçimle alakalı görmediğim için, siz benim oyumu değiştiremezsiniz. Ama o yüzde 10-15’in içerisindeki bir kesim böyle düşünmüyor, benim gibi düşünmüyor, dolayısıyla onun oyu değişebilir. Oradan bakıldığında daha farklı şeyler gözüküyor; o seçmenler ‘önce geçimine sonra seçimine’ bakıyor, önce şehrine sonra başkanına bakıyor. Diyor ki: “bir dakika sen geldin 5 sene çalıştın, şunları yapacağım dedin, şunları bunları yapamadın, niye yapmadın yapsaydın; sana oy yok!” Yahut, yapmış vadettiklerini; o zaman al sana destek!
İşte, o kesimin ne dediğine bakmak gerekiyor. Onlar ‘kendi ve kenti’ arasında ilişki kuruyor. ‘Kendi ve kenti’ ilişkisinden hareketle de oy veriyor. Oyları az ama belirleyici; yani, onun oy ağırlığı benim oy ağırlığımdan daha yüksek. Çünkü; benimki sabit, onunki ise haraketli. Benim oyumun enerjisi durağan, onun oyunun enerjisi kinetik; vurdu mu dağıtabilir.
Bizi Takip Edin