Gezi Davasıyla Sivil Toplum Cezalandırılıyor
Gezi davası sivil toplumun yargılandığı, sivil toplumu sessiz ve işlevsiz kılmaya dönük, bu alanda çalışanların gündelik ve sıradan faaliyetlerinin bile suç sayılabildiği, sivil toplumdaki insan kaynağına korku salan, sivil toplumu da kutuplaşmanın bir katmanı haline getirmeye çalışan bir dava. Sivil toplum bu davaya kendi bilgisi, becerisi ile hayatını savunan bir karşılık vermeli. Davayı Gezi'ye indirgemek ve Gezi'nin siyasi bir savunmasını yapmaya çalışmak ne topluma ne de davanın mağdurlarına bir şey kazandıramaz. Bu yüzden Gezi'den ziyade her yurttaşın sivil topluma katılma, STK’ların faaliyetlerinde yer alma hakkını savunmak gerekiyor. Savunmanın önceliği mağdurların çalınan hayatları olmalı.
Osman Kavala’nın yaklaşık bir buçuk yıl önce tutuklanması ile başlayan süreç iddianamenin hazırlanmasıyla yeni bir evreye girdi. Bir buçuk yıllık tutukluluğu süresince neyle suçlandığı bilinmeyen Kavala nihayet bir şeyle ‘suçlanabildi’: “Türkiye Cumhuriyeti hükümetini ortadan kaldırmaya veya görevini yapmasını engellemeye teşebbüs etme, mala zarar verme, tehlikeli maddelerin izinsiz olarak bulundurulması veya el değiştirilmesi, ibadethanelere ve mezarlıklara zarar verme, nitelikli yağma, nitelikli yaralama.” Bu suçlamalar sadece Kavala ‘ya değil, Kasım’da Anadolu A.Ş’ye yönelik yapılan operasyonda gözaltına alınan 12 kişiden bazılarına ve bu süre içinde adı hiç duyulmamış başka isimlere de yapıldı.
Suçlama, bir yandan ‘hükümeti ortadan kaldırmak’ gibi aşırı yorumlara, diğer yandan da mala zarar verme, yağma gibi absürtlüklere sahip. Üstüne ibadethanelere zarar verme var. Davanın tasarım mühendisleri, hakimler eli yüksek açabilsinler diye ‘hükümet yıkmak’, ‘yağma’ gibi maddeler düşünmüş, toplumu ikna etmek için de ibadethaneye zarar gibi duygusal malzemeler eklemeyi ihmal etmemişler. Can Dündar, Memet Ali Alabora gibi şöhretleri de katarak diğer isimlerle sağlayamayacakları dikkat çekme taktiklerinde titizlenmişler. Davada yer alan isimlere hızlı bir göz atıldığında benzer alanlarda benzer işler yapan, benzer geçmişlere sahip onlarcasının arasından hiçbir dayanağı ve mantığı olmayan, rastgele seçimler yapıldığı görülüyor. Muhtemelen bu saçma seçme sivil toplum dünyasına sıra bende korkusu salmaya dönük psikolojik bir motivasyonla yapılıyor.
Bu Davada Sivil Toplumun Özgür Ve Demokratik Bir Ortamda Yaşama Hakkı Savunulmalı
Bu davaya sempati duymayan pek çok iktidar partisi mensubu olduğunu tahmin etmek de zor değil. Suçlamalar, şüphelilerin seçilme biçimleri, şöhretli isimlerin davaya iliştirilmesi gibi işaretler davanın hukuki dayanaklardan ve bir zaruretten kaynaklanmadığını gösteriyor. Daha çok siyasi zeminde iletişim malzemesi ve devlet içinde de bir güç mücadelesi zemini olarak kullanılacağını kanıtlıyor. Yani davanın içeriği, amacı ve hedeflediği sonuç arasında hayli mesafe var. Bu da dava hakkında büyük ve haklı bir şüphe oluşturuyor. Ancak davaya verilen tepkiler çok sınırlı. Öne çıkan açıklamalardan bazıları umut vermekten de uzak. Davanın avukatlarından biri basına yansıyan beyanında “Gezi, bu toprakların gelecek umudu, bizim de yüz akımızdır. Gezi karalanamaz” diyor. Bu davayı nasıl ki tasarlayanlar sivil toplumu ve demokrasiyi felç eden bir tutuma imza atıyorsa, bu beyanatlar da aynını yapıyor. Bu siyasi savunma yapılacak bir örgüt davası değil. Bu davada savunulması gereken Gezi olmamalı. Üstelik Geziyi bu şekilde romantize ederek savunmak sivil toplumun demokratik tartışma kültürüne uygun da değil. Geziye karşı çıkma, eleştirme, yol açtığı sonuçlar itibariyle dersler çıkarma hakkı da olmalı. Gezi eylemlerinin Türkiye toplumunun farklılıklarının bir arada yaşama imkanlarına katkı yapmadığı, kutuplaşmayı derinleştirdiği ya da çözüm sürecini sekteye uğrattığı gibi argümanlar da pekâlâ üzerinde düşünülmesi, konuşulması gereken görüşler. Bu davayı mümkün kılan durumlardan biri belki de Gezi eylemlerinin yeterince ve serinkanlı tartışılmamış olmasıdır. Bir yanda romantikleştirerek kulaklarını tartışmaya kapatma diğer yanda darbe komplosu olarak konumlandıran bir karalama. Böyle olunca taraflar birbirini her şeyi hak eden kötüler olarak görebiliyor. Oysa yapmamız gereken bir arada hayatın imkanlarına dair Gezi’den de dersler çıkarmak olmalı. Her iki tutum da bunu imkansızlaştırıyor. Bu davada Gezi değil, sivil toplum ve mesnetsiz suçlamalar isnat edilen sivil toplum temsilcileri yargılanıyor. Bu yüzden savunulması gereken mağdurlar ile sivil toplumun özgür ve demokratik bir ortamda yaşama hakkı olmalı.
Bu dava da öncekiler gibi belli ki geçecek ancak geride pek çok sonuç ve iz bırakacak. Davacılar tarafından bakarsak intikam nefisleri tatmin olacak, bir miktar yerel seçim konjonktürü ile ekonomik kriz gündemini idare edecek ve sonra unutulup gidecek. Mağdurlar açısından ise çalınmış hayatlar, sevdikleriyle aralarına giren ayrılıklar, hapis, gurbet, hasret, muhtemelen durumu sindirememenin getireceği hastalıklar, ailelerine, çocuklarına zarar verme hissinin ağırlığı ve benzeri pek çok duygu kalacak.
Sivil toplum dünyasının seküler olanları kadar İslami olanlarının da bu davayı anlamak ve adaletli bir tutum talep etmek sorumlulukları var. Bu sorumluluk kendilerine benzemeyenlerin mağdur edilmemesini talep etmek gibi ahlaki bir sorumluluk olduğu kadar, kendi varoluşlarının meşru ve işe yarar bir şekilde devam etmesi için de gerekli. Sivil toplumun hak savunucuları kadar çevreci, engelli, bisikletli, hayırsever vb. tüm farklı tematik konularla ilgilenenleri için de öyle. Son 20 yıldır sosyal sorumluluk projeleri ile hayatımıza girmiş, sivil toplum kuruluşları ile iş birlikleri yapmış özel sektör kuruluşları için de.
Davanın, Sivil Toplumun Tümünü Felç Eden Bir Boyutu Var
Açık olan şu ki, Gezi Davası diye anılmaya başlanan bu girişimin, kendi sınırlarının ötesinde sonuçları olacak. Bu dava vesilesiyle bunları izlemek ve tartışmak gerekiyor. Bu en çok da sivil toplum dünyası için geçerli. Zira bu davanın tasarlanma/kurgulanma ve uygulama süreçleri açısından bakarsak sivil toplumun tümünü felç eden bir boyutu var. Burada sadece Gezi eylemlerinin katılımcısı olmuş, çoğunluğu kentli ve seküler grupları kastetmiyorum. Davanın muhtemel etkileri Geziye karşı çıkmış, şüpheyle karşılamış, çekinceli yaklaşmış olanları da kapsıyor. Etkiler de aslında muhtemel olmaktan çoktan çıktı. KHK’larla başlayan dernek kapatmaları, Büyükada tutuklamaları ve Osman Kavala’nın tutuklanması gibi gelişmeler ile sivil toplum felç olmuş, mahcup bir sessizliğe gömülmüş durumda. Bu dava halkasının zincire eklenmesiyle büyüyen bir başka risk ise hükümete yakın STK’ların ve kamu bürokrasisinin suçlanan isimlerin temsilcisi olduğu ya da bünyesinde çalıştığı STK’larla ilişkileri bir güvenlik problemi ve zafiyeti olarak görmeye başlamaları. Oysa kapatılan, temsilcileri yargılanan, hapsedilen STK’lar kadın, çocuk, ekoloji, kötü muamele, işkence, ayrımcılıkla mücadele, çatışma sonrası yapılanmalar gibi konularda hem kamu yönetiminin hem de hükümete yakın STK’ların sahip olmadıkları becerilere ve birikimlere sahipler. Sivil toplum, esas olarak farklı grupların diyaloğu ve müzakeresi için olan bir alan. STK’lar arası ya da kamu yönetimi-sivil toplum arasındaki diyalog kesildiğinde sadece sivil toplum felç olmuyor, diyalog kanalları da felce uğruyor.
Sivil toplum kuruluşlarının çok büyük çoğunluğu davayı duymamış gibi hayatını sürdürüyor. Bir grup insan hakları savunucusu sadece STK duruma tepki göstermiş durumda. Oysa bu davayla sivil toplum dünyasının tümünün sessizleştirilmesi, işini yapamaz, kaynaklara erişemez ve sesini duyuramaz hale gelmesi istendiği anlaşılıyor. Bu dava sivil toplumun politik isimlerini hedef almıyor. Ne siyasetle ne Gezi ile iddia edildiği gibi ilişkileri, bağları olmayan insanları da içeriyor. Sivil toplumda her kim ki kendi başına bunun asla gelmeyeceğini düşünüyorsa yanılıyor. Bunun hiç kimsenin başına bir daha gelmemesi için sorumluluk almak gerekiyor. Sivil toplum dünyasının seküler olanları kadar İslami olanlarının da bu davayı anlamak ve adaletli bir tutum talep etmek sorumlulukları var. Bu sorumluluk kendilerine benzemeyenlerin mağdur edilmemesini talep etmek gibi ahlaki bir sorumluluk olduğu kadar, kendi varoluşlarının meşru ve işe yarar bir şekilde devam etmesi için de gerekli. Ayrıca sivil toplumun hak savunucuları kadar çevreci, engelli, bisikletli, hayırsever vb. tüm farklı tematik konularla ilgilenenleri için de öyle. Son 20 yıldır sosyal sorumluluk projeleri ile hayatımıza girmiş, sivil toplum kuruluşları ile iş birlikleri yapmış özel sektör kuruluşları için de geçerli.
Sivil Toplum Ne İşe Yarar?
Bu tartışma için ileri süreceğim birkaç nokta var. Bu dava vesilesi ile en çok sorulması gereken soru sivil toplum kuruluşlarının toplumsal ve çevresel meselelerin anlaşılmasında ve sorunlara çözümler geliştirilmesinde ne işe yaradığı. Sivil toplum kuruluşları kendilerini devletten, akademiden, özel sektörden farklılaştıran ve tüm bu paydaşlarına bilgi üretme, kanaatlerini zenginleştirme ve kararlarına girdi sağlama açısından roller üstleniyor. Bu işlevi toplumsal ve çevresel sorunları/konuları keşfeden, gündemleştiren, çözüm önerileri ve modelleri geliştiren, sonuçları izleyen bir yaklaşım ile yapıyor. STK’lar hangi toplumsal kesime, kimliğe ya da konuya yakın olurlarsa olsunlar, bu özellikleri ile devlet, akademi, özel sektör gibi paydaşlarından farklılaşarak roller üstleniyor. Temel özelliği ise keşfediciliği. Sorunları/konuları keşfeden rolü tüm diğer işlevlerini de kuruyor ve besliyor. STK’lar, akademinin araştırmalarına konu ettiği, devletlerin ve özel sektörün çözmeye çalıştıkları sorunların büyük bir kısmını ortaya çıkardığı ve gündeme taşıdığı için var.
İnsan Hakları İle İlgili Birçok Konu STK’lar Sayesinde Gündeme Oturuyor
Merkezi ve yerel kamu yönetimleri engellilerin, çocukların, kadınların sorunlarından STK’lar onları keşfettiği ve gündeme taşıdığı için haberdar. İklim krizi, sağlıklı gıdaya/hijyene erişim, ekolojik kriz, ulaşımın alternatif, sağlıklı ve ucuz yollarına ilişkin konular ve çözüm önerileri STK’lar olduğu için hayatımızda bir yer buluyor. Şirketler çocuk işçi çalıştırmama, kadınlara ayrımcılık yapmama, çevre tahribatını azaltma gibi tedbirler alıyorlarsa, STK’lar keşiflerini onların gündemine taşıdığı için yapıyorlar. Başörtüsü meselesinden anadil konusuna, mültecilere yönelik ayrımcılıktan çocuk istismarına kadar insan hakları ile ilgili konular siyasetin gündemine STK’lar sayesinde giriyor. STK’lar konuları keşfederken ve siyasetin ve özel sektörün gündemine taşırken paydaşları ile aralarındaki sınırları da çiziyor. Akademiden farklı olarak bilgi konusu haline getirdikleri meseleleri politika önerme perspektifi ile üretiyor, siyasetten farklı olarak iktidar talep etmeden, karar vericinin yerine geçmeden, onun meşruiyetini tanıyarak ve onu etkilemeye çalışarak yapıyor, özel sektörden farkını ürettiği çözümlerin sağladığı ekonomik sonuçtan, kârdan pay talep etmeden ortaya koyuyor. Bu özellikleri ile STK’lar keşfettikleri konuları yurttaşların gündemine taşıyarak onların kanaatlerini ve siyasetten taleplerini etkileme hakkına ve devletten bu bilgi ve tecrübeyi hesaba katarak karar almasını bekleme hakkına sahip oluyor.
Gezi Davası’nda suçlananlara baktığımızda hiçbirinin siyasi figür olmadığını görüyoruz. Büyük çoğunluğu sivil toplum kuruluşlarının son 20 yılında devletle, özel sektörle ve akademiyle iş birlikleri içinde yer almış, saydığım tecrübelerden geçmiş isimlerden oluşuyor. Dava şimdi bu isimlerin bir siyasi örgütün unsurları olduğunu kanıtlamaya çalışıyor. Oysa davalılar örgüt olmadıkları gibi, sivil toplum tecrübeleri boyunca siyasi örgüt olmaktan, akademik olmaktan, özel sektör temsilcisi olmaktan farklılaşarak işlerini yapmaya çalışmış insanlar.
Sivil toplumdan, ya devletin yanında ya da karşısında olması isteniyordu. Yanında yer alanlar ödüllendiriliyor, devletin olanakları ve kaynakları onlara açılıyor, diğerleri de devlete yakın medyada itibarsızlaştırılıyor, haklarında davalar açılıyor, akıl almaz suçlamalarla ve ceza talepleriyle yargılanıyorlardı. Lakin o yılların fırtınası geçtiğinde bütün o baskıcı sürecin toplumsal kutuplaşmaya nasıl hizmet ettiğini, hakların nasıl gasp edildiğini ve masumların nasıl mağdur edildiğini gördük. Görünen o ki, Gezi Davası içerik ilhamını 28 Şubat davalarından alıyor.
Krizin Adı: Sivil Toplum İle Siyaset Arasındaki Mesafenin Kaybolması
Sivil toplum dünyasında rol üstlenme kararı, orada bulunduğu dönem içinde siyasetle, akademiyle, özel sektörle bir mesafe içinde olma kararıdır. Bu isimler de bu kararın sahipleri. Bu davanın bu sebeplerle sivil toplumda yol açabileceği en büyük tehlike sivil toplum ile siyaset arasındaki mesafenin kaybolmasıdır. Nitekim günümüzde sivil toplumun yaşadığı büyük kriz de budur. Sivil toplumun bir kısmı devletle mesafeleri kaldırıp, onun bir uzantısı haline gelme eğilimi gösterirken diğer kesimi ise tümüyle bir sessizliğe, karanlığa ya da yalnızlığa mahkûm oluyor.
Gezi Davası İçerik İlhamını 28 Şubat Davalarından Alıyor
Devletle sivil toplum kuruluşlarının mesafesizliği bize yabancı bir hikâye değil. 28 Şubat Darbesi’nin önemli ortaklarından biri dindarların kamusal alana katılmasını, eğitime ve istihdama erişmesini istemeyen laikçi sivil toplum kuruluşları idi. Baskıcı bir dönem yaşanıyordu ve devlet sivil toplumdan ya devletin yanında ya da karşısında olmasını seçmesini istiyordu. Yanında yer alanlar ödüllendiriliyor, devletin olanakları ve kaynakları onlara açılıyor, diğerleri de devlete yakın medyada itibarsızlaştırılıyor, haklarında davalar açılıyor ve akıl almaz suçlamalarla ve ceza talepleri ile yargılanıyorlardı. Lakin o yılların fırtınası geçtiğinde bütün o baskıcı sürecin toplumsal kutuplaşmaya nasıl hizmet ettiğini, hakların nasıl gasp edildiğini ve masumların nasıl mağdur edildiğini gördük. Bugün de benzer bir süreç ile karşı karşıyayız. Gezi Davası, görünen o ki içerik ilhamını 28 Şubat davalarından alıyor. Tasarım ve yöntem ilhamını ise Fetöcülerin kurguladığı kumpas davalarından aldığı anlaşılıyor. Zira davalıların itibarsızlaştırılmaları, basit gündelik ve bireysel hak olan insanların birbirine telefon etmesi gibi dayanaksız bir şekilde suçlaştırılması ve bunun hukuki olmaktan ziyade propopaganda teknikleri ile yapılması gibi incelikleri Türkiye siyasetine Fetöcüler miras bıraktı. Görünen o ki medyaya da dava ile ilgili öncesinde ve sonrasında hem yurttaş kanaatlerini şekillendirme hem de hâkim kararlarını baskı altına alma konusunda uzmanlığını bırakmış.
Sivil Toplum Farklılıkları İle Ortak Aklı Bulabilir?
Gezi Davası ile sivil toplum kuruluşu olmanın ya da sivil toplumda bir çalışan olmanın sorumluluğunu yerine getirmiş, kendisi ile siyaset ve özel sektör arasına mesafe koymuş, oralarla bu mesafeye uygun paydaşlık ilişkilerinin ötesine geçmemiş insanların hükümeti ortadan kaldırmaya çalışan bir örgüt olmakla suçlanması sivil toplumu felç ediyor. Bu felç kısa vadede rahatça iktidar olmayı kolaylaştırır ama kısa bir süre sonra sivil toplumun işlevsizleşmesi siyaseti de etkiler ve siyasetin de işlevsizleşmesine katkıda bulunur. Muhafazakâr STK’ların bir kısmının devletle yakınlaşması da kısa vadede onlara avantajlı bir konum sağlayabilir ama bir süre sonra ortaya çıkacak fotoğraftaki yerleri 28 Şubat STK’larınınkine benzer. Sivil toplum bütün farklılıkları ile siyasete böyle bir hizmet vermekten imtina etmeli, kendi içinde diyalog ve müzakere kanalları geliştirmeli, demokrasiyi savunmalı; dava sonrasında da demokrasinin kesintisiz sürmesine olanak sağlamalı.
Sessizliğe Gömülme Zamanı Değil
Türkiye sivil toplumu bu davadan önceki vakalarda iyi sınav vermemişti. Bu dava, toplumun tüm kesimlerinin sözcülüğünü yapan, toplumsal ve çevresel anlamda çeşitli konuları gündemleştirmeye çalışan STK’ların birlikte düşünmesi, konuşması, izlemesi ve mağduriyetlerin engellenmesi için çalışması gereken bir dava. Bunun için ne bir sessizliğe gömülme zamanı ne de eylemler, gösteriler yapma, kendi sesimizi bağıra bağıra başkalarına duyurmaya çalışırken kulaklarımızı onlara kapatma zamanı. Sivil toplum farklılıkları ile ortak aklı bulabilir ve siyasetle de hukukla da konuşacak kanalları kurabilir.
Gezi Davası sivil toplumun yargılandığı, sivil toplumu sessiz ve işlevsiz kılmaya dönük, bu alanda çalışanların gündelik ve sıradan faaliyetlerinin bile suç sayılabildiği, sivil toplumdaki insan kaynağına korku salan, sivil toplumu da kutuplaşmanın bir katmanı haline getirmeye çalışan bir dava. Sivil toplum bu davaya kendi bilgisi, becerisi ile hayatını savunan bir karşılık vermeli. Davayı Gezi’ye indirgemek ve Gezi’nin siyasi bir savunmasını yapmaya çalışmak ne topluma ne de davanın mağdurlarına bir şey kazandıramaz. Bu yüzden Gezi’den ziyade her yurttaşın sivil topluma katılma, STK’ların faaliyetlerinde yer alma hakkını savunmak gerekiyor. Savunmanın önceliği mağdurların çalınan hayatları olmalı.
Bizi Takip Edin