Aynı şehrin anıları
“Uzun süre seyretmeye cesaret edersek veya ansızın durup düşünürsek, İstanbul, kentlerin içine gizlenmiş, sürekli biçim alıp, değişip dönüşen başka kentlerin bir imgesi bana göre. Bu kentlerde kelimeler, arzular ve anılar takas edilirken yaşanan değiş-tokuşun tarafları da bazen biz kent sakinleriyiz, ama çoğu zaman İstanbul ve biziz.” Bir cumartesi günü babamla İstanbul Üniversitesi’nin Beyazıt Kampüsü‘ne doğru […]
“Uzun süre seyretmeye cesaret edersek veya ansızın durup düşünürsek, İstanbul, kentlerin içine gizlenmiş, sürekli biçim alıp, değişip dönüşen başka kentlerin bir imgesi bana göre. Bu kentlerde kelimeler, arzular ve anılar takas edilirken yaşanan değiş-tokuşun tarafları da bazen biz kent sakinleriyiz, ama çoğu zaman İstanbul ve biziz.”
Bir cumartesi günü babamla İstanbul Üniversitesi’nin Beyazıt Kampüsü‘ne doğru yürüyoruz. Geçtiğimiz yollarda babamın gençliğinden nadide anılar bize eşlik ediyor. Sayısını, her köşe başına bir anı düşecek şekilde hesap edebiliriz. Okulun kapısına vardığımızda güvenlik görevlisi tarafından durduruluyoruz. Güvenlik görevlisi, İstanbul’un aralık havasından daha soğuk. Babam kapıdan içeri girebilmek için ricacı sözlerle okulun mezunlarından biri olduğunu açıklamaya çalışıyor. Güvenlik görevlisi, görevinden güç alan bir kendinden eminlikle, “Kaç mezunusunuz?” diye soruyor. Babam, senelerden güç alan bir kendinden eminlikle, “1975” diye cevaplıyor. Güvenlik görevlisi hiç bekletmeden açıyor kapıyı bize.
Babam 70’li yıllarda İstanbul’da okuyan kimilerine göre şanslı kimilerine göre şanssız o kuşaktan. Şehre ne zaman ayak bassa anılar derya. Üniversitenin bahçesinde in cin top oynuyor ama babamın gözlerinin önünde kalabalık anılar var. Aynı manzaraya bakarken onun gördükleri benim gördüklerimden çok farklı. Bir iki köşe döndükten sonra, ucunda okulun büyük kapısı, iki yanında kocaman gövdeli ağaçlar olan yola giriyoruz. Babamın göz bebekleri bir anda parlıyor. Ve kalbime kazınan cümlelerle açıklıyor gözlerindeki sevinci: “70’lerde olaylar olduğunda bu kapı hep kapanırdı. Ama ben en çok bu yolu yürümeyi severdim.”
Babam o kapıya bakarken 70’li yıllardaki olayları hatırlıyor. İstanbul’da bir başına ve zor koşullarda gelip geçtiği yolu, altı diğer kişiyle paylaştığı öğrencilik evini, arada bir Eminönü’ne inmeyi, pazardan balık almayı…. Bense aynı kapıya bakıp, staj yapmak için ilk kez İstanbul’a geldiğim yılı hatırlıyorum. Yorulmak bilmeden her köşesini görmeye çalıştığım hafta sonlarını, o kapının diğer tarafına o yazın en sıcak günlerinden birinde kurulmuş kitap tezgahlarını, tezgahlar arasında yürürken ayaklarımıza dolanan kedilere bitirdiğimiz böreklerin kabında verdiğimiz suyu…
Buraya taşındığımdan beri babam beni pek çok kez ziyarete geldi. İstanbul’dan mezun olduğu yıllar ve benim İstanbul’a taşınmam arasında geçen zamanda, şehri yalnızca birkaç kez ziyaret etmişti. Bu yüzden, yan yana durup aynı manzaraya bakarken gözlerimiz bambaşka şeyler görüyor. Onun gözleri Haliç’e bakınca, artık eski yerlerinde beklemeyen balıkçı takalarını görüyor, örneğin; benimkiler aynı yerde, bir kere tesadüfen geçerken gördüğüm yunus balıklarını. Onun gözü, şimdi konser alanı, üniversite, kafe olmuş binaların hak ettiğince hürmet görmemiş dış cephelerine takılıyor. Benim gözlerim, o binaların ihtişamına hürmet göstermeyen komşu binaların düşük zevkine… İstanbul’da harcadığımız zaman arttıkça birbirimizle daha çok anı değiştiriyoruz.
Bu şehirden hiç ayrılmamış olanlarla da aynı deneyimi paylaşıyorum üstelik. Gerçek İstanbul sayılabilecek, geçmişte gayrimüslim semti sayılan bir yerde oturuyorum. Semtin ilk sakinlerinden Türkiye Ermenisi ev sahiplerim beni seviyor, ben de onları. Çünkü bir araya geldiğimizde onlar bana ‘boğaz’dan kasa kasa çıkan balıkları, Suadiye’yi, yazın Adalar’ı; eskiden İstanbul’da “Ermeni’nin mutfakta, Yunan’ın yatakta, Türk’ün sokakta hayırlı olduğu” zamanları anlatıyor. Ben onlara, gençlerin bugünlerde sıklıkla gittiği yerleri, şimdi geçmenin mümkün olmadığı caddeleri, belki İstiklâl’i biraz, ama onları çok da üzmemeye çalışarak…
Bir yerin, bir şehrin insanda bıraktığı etki üzerine sayfalarca yazılabilir. Çünkü şehirler kadar aklımızda ve içimizde olanların tezahürü olabilecek pek az şey var diye düşünüyorum. Şehirler, okuduğumuz kitapların, hayatımızdaki insanların, hayallerimizin ve duyularımızın toplamı. Çoğu zaman da kişisel tarihimizin ve olduğumuz insanın… Ve İstanbul neredeyse tek başına bunu kanıtlar gibi.
Kent üzerine yazılmış en önemli kitaplardan Görünmez Kentler’in yazarı Italo Calvino, kitap üzerine yaptığı bir konuşmasında çok güzel betimliyor bir şehri. “Kentler birçok şeyin bir araya gelmesidir: Anıların, arzuların, bir dilin işaretlerinin” diyor ve devam ediyor, “Kentler takas yerleridir, tıpkı bütün ekonomi tarihi kitaplarında anlatıldığı gibi, ama bu değiş-tokuşlar yalnızca ticari takaslar değil; kelime, arzu ve anı değiş-tokuşlarıdır.”
İstanbul da bir takas yeri bana göre… Şehrin yere yakın ve yerden uzak evleri, birer yıl arayla berber, camcı ve kafe olan giriş katları, yerin altındaki veya yerin üstündeki istasyonları, yol kenarındaki benzinlikleri de birer takas yeri. Benim için bahsi geçen değiş-tokuş, senelerce büyük taraftar gruplarını ağırlayıp yıkılmış stadyumların yatağında, bir dönemin kalbini ve umutlarını gömdüğü parklarda gerçekleşiyor çoğu zaman. Tam şehirden umudumu kesmişken, bir sabah uyandığımda ‘boğaz’daki anlam verilemez turkuazlıkta birden canlanıyor.
Uzun süre seyretmeye cesaret edersek veya ansızın durup düşünürsek, İstanbul, kentlerin içine gizlenmiş, sürekli biçim alıp, değişip dönüşen başka kentlerin bir imgesi bana göre. Bu kentlerde kelimeler, arzular ve anılar takas edilirken yaşanan değiş-tokuşun tarafları da bazen biz kent sakinleriyiz, ama çoğu zaman İstanbul ve biziz. Üstelik, İstanbul’da bir zaman sonra, hiç aklımızda yokken yolumuza çıkan anılarla aramızda söze bile gerek kalmayabiliyor bazen.
Ana görsel: Özge Karakaya, İstanbul 2015; https://www.instagram.com/
Bizi Takip Edin