DİTAM Başkanı Kaya: Güney Afrika’daki çözümde ekonomi sanıldığından çok daha etkili
“Mandela’nın serbest bırakılmasında iş insanlarının çok etkili olduğunu düşünüyorum. Mandela’nın iş insanlarını rahatlatması, onlara şifahi de olsa güvenceler vermiş olmasının da çok olumlu etkisi olduğunu düşünüyorum. Mandela ya da De Klerk kişisel ya da siyasal çıkar niyetinde olsalardı ya da Mandela bütün gençliğini tükettiği mücadelesi sebebiyle taşıdığı öfkeden arınmasaydı barışın gerçekleşme şansı yoktu. Bunun için […]
“Mandela’nın serbest bırakılmasında iş insanlarının çok etkili olduğunu düşünüyorum. Mandela’nın iş insanlarını rahatlatması, onlara şifahi de olsa güvenceler vermiş olmasının da çok olumlu etkisi olduğunu düşünüyorum. Mandela ya da De Klerk kişisel ya da siyasal çıkar niyetinde olsalardı ya da Mandela bütün gençliğini tükettiği mücadelesi sebebiyle taşıdığı öfkeden arınmasaydı barışın gerçekleşme şansı yoktu. Bunun için de hakikaten lider olmak gerekiyor”
Kasımın ilk haftasında iş dünyasından bir grup temsilci, Kamusal Politikalar ve Demokrasi Çalışmaları Merkez ve Berghoff Vakfı’nın davetlisi olarak Güney Afrika’ya bir çalışma ziyareti düzenledi. İş insanlarının çatışma çözümündeki etkisini yerinde gözlemlemeyi amaçlayan bu geziyi katılımcılardan Dicle Toplumsal Araştırmalar Merkezi (DİTAM) Yönetim Kurulu Başkanı Mehmet Kaya ile konuştuk.
Güney Afrika’ya dört günlük bir çalışma seyahatine katıldınız. Geriye bakınca, bu seyahatlerin katkısını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Barış süreçleriyle ilgileniyorsanız, bu seyahatler sizin için çok ön açıcı oluyor. Gittiğiniz yerde bazı ezberlerin, bazı açmazların aşıldığını görebiliyorsunuz. Onların nasıl aşıldığını görmek sizin de bu süreçte imkânsız gördüğünüz durumlar hakkında daha geniş düşünmenizi sağlıyor. İşler bu noktada iken nasıl bir araya gelinir, nasıl konuşulur, barış tekrardan nasıl sağlanır dediğiniz çok zor şeylerin kolay ve farklı yöntemlerle çözümün mümkün olduğunu görüyorsunuz. Evet, Güney Afrika barış sürecini, geçmişle yüzleşme uygulamalarını kitaplardan okuduk ama çok merak ediyorduk, yerinde görüp inceleyince kitaplardan okuduğunuz gibi olmadığını görüyorsunuz. Devletin iş dünyasına karşı kullanabileceği bir sürü güç varken iş dünyası hangi cesaretle barış çalışmalarını başlatmaya uğraşıyor, bunu görüyorsunuz. Böyle süreçlerde en güçlü olması gereken ama bizde belki de en pasif olan iş çevrenin orada yöntem değiştirerek sürece çok ciddi katkı sağladığını görüyorsunuz. Daha önce Myanmar’a da gitmiştim benzer bir çalışma kapsamında ve orada da işlerin okuduğumuzdan çok farklı olduğunu görmüştük. Her iki seyahatten de şunu öğrendim, bu işler kolay işler değil çok zor işler. Bu işlere zorluğunu bile bile gireceksiniz. Bir deneyim diğerine tamamen uymuyor, her ülkenin hem farklı hem benzer koşulları var, bunu bilmek gerekiyor.
Seyahate katılan grubun profili genelde iş insanları ve onların temsilcileriydi galiba, böyle bir heyetin seçilme maksadı ve oradaki temaslar hakkında bilgi verebilir misiniz ?
Güney Afrika’da ‘Apartheid’in kaldırılması ve barış sürecinde iş camiasının güçlü olduğunu gördük. Her halde bu seyahat planlanırken de düzenleyiciler, hem bölgeden hem de Türkiye’nin farklı illerinden iş camiasını temsil eden sivil aktörleri davet ederek buradaki tecrübenin doğrudan muhatapları tarafından görülmesini, gözlemlenmesini planlamışlardı. Döndükten sonra bu iş dünyasını temsil eden insanların aktarımları, Türkiye’deki iş dünyasının bu süreçlerin ne kadar dışında olduğunu ama içinde olabileceğini keşfetmek anlamında bu doğru bir tercihti.
Orada iki büyük aktör var, biri o zamanki devlet. Nüfusun yüzde 8’ine ama ekonominin yüzde 90’ına sahip ‘beyazların’ elindeki devlet. Diğer tarafta Mandela ile tanıdığımız Afrika Ulusal Kongresi (ANC). Bu iki taraf ile, bu taraflar içerisinde barışı sağlamaya çalışan iş örgütleri ve sendika temsilcileriyle, görüşmelerimiz oldu. Mesela o dönem Güney Afrika hükümeti adına görüşmelere baş müzakereci sıfatıyla katılmış olan Roelf Meyer ile görüştük. O dönem müzakerenin “beyaz” tarafını temsil eden Meyer, şu anda dünyadaki çok yerde çatışma çözümlerinin gözlemcisi olarak da çalışıyor. Masanın “siyah” tarafının temsilcileri ile de görüştük. Mesela Ulusal İş Dünyası Girişimi ile Bankalar Birliği Başkanı Cassim Coovadia bunlardan biri. Güney Afrika Seçim Komisyonu Başkanı Terry Tselane, Sivil Toplum Lideri Ishmael Makhebula, akademisyenler ve çeşitli aktörler ile görüşmelerimiz oldu. Barış sürecini, seçim sistemini, ekonomik sistemi teferruatlı değerlendirme imkanımız oldu. Odaklandığımız nokta daha çok iş camiasının bu sürece ne şekilde katkı verdiği ve nerede durduğu idi, bunu ortaya çıkarmaya çalıştık. Hükümetin bu müzakerelere başlamasında en önemli iki etken gördüm. Birincisi; ekonominin nüfusun yüzde 8’inin elinde olması bir sorun evet ama tehdit-fırsat denklemine bakıldığında aynı zamanda bir fırsat olmuş. Ekonominin globalleşmesi, uluslararası ekonomik kuruluşlarla ilişkide olmak uluslararası kamuoyunun bu ekonomi çevreleri ve yönetim üzerinde etkili olmasını beraberinde getirmiş. Mesela Meyer’in ifadesiyle; ülkelerin, ‘Apartheid’i kaldırmama durumunda ambargo uygulayacaklarına dair açıklamaları, özellikle Afrika’da yatırımları bulunan uluslararası şirketlerin tüketicilerinin o şirkete karşı yaptırım uygulamaları Güney Afrika ekonomisinin çökmesi endişesini beraberinde getirmiş. Mesela Paris’te, Fransız şirketlerinin Güney Afrika’daki yatırımları ile ilgili bir kampanyalar başlatılmış. Buradan her ne kadar orayı sadece Mandela ile tanısak da gördüğüm şey, bu iş öyle tek aktörle çözülebilecek bir iş değil. Orada da öyle değildi… Mandela, oluşan bu havanın çatışmasız, bir uzlaşma ile sonuçlandırabilecek önemli bir aktördü. Bu elbette çok değerli ama tek başına belirleyici olmadığını da söylemek lazım…
“İş dünyası ‘Evet, bu işin aktörü olarak sürece dahil olacağız ve önce kendimizden vereceğiz’ demiş. Yani devletten önce onlar ayrımcılığın ortadan kaldırılmasına kapı açacak uygulamalar gerçekleştirmişler. Bir de hem kendi bağlı oldukları firmalar ile hem de şirketlerin CEO’ları bir araya gelerek toplantılar yapmışlar. Yaklaşık 20 şirket bir araya gelip grup kurmuş ve doğrudan müzakere sürecinin içinde olmuşlar. Yani burada Mandela’nın bırakılmasından tutun da gerçek anlamda, siyahların da oy kullanabildiği bir seçimin yapılabilmesi için iş camiası, hükümetle görüşmelerde doğrudan bulunmuşlar”
Bu noktayı biraz açmak istiyorum. Böyle süreçlerde devleti temsil eden taraf, diğer tarafa göre daha çok hesap kitap içinde olur, çünkü diğer tarafın kaybedecek çok fazla şeyi yoktur. Söylediğiniz gibi, sadece Mandela değil onun karşısında yer alacak bir De Klerk de lazımdır. Biraz De Klerk üzerinden okumanızı rica edeceğim, toplumsal ve siyasal olarak nasıl beklentileri vardı, şahsen nasıl bir projeksiyona sahipti, umduğunu buldu mu, izlenimleriniz ışığında değerlendirir misiniz?
Yaşanan süreçler işi bir yere kadar getirir ama ondan sonra liderlerin rol alması gerekir. Gördüğüm kadarıyla De Klerk ile Mandela gerçekten önemli bir rol üstlenmişler. Mesela De Klerk, Mandela’nın hiçbir şarta bağlı olmadan serbest bırakılması gerektiğini söyleyen ve bunu sağlayan lider, bu çok önemli. Mandela da hiçbir şart öne sürmeden barış görüşmelerine başlamış. Oradaki nüfus dağılımına bakarsanız, De Klerk devlet başkanlığının Mandela’ya geçeceğini bile bile bu süreci başlatıyor ve kendisine yardımcı oluyor bu süreçte. Seçimden sonra da Mandela’nın başkan yardımcılarından biri De Klerk oluyor. Yani barışın gerçekleşebilmesi için bile bile koltuğunu “siyah” birine bırakıyor ve dönüp ona yardımcı oluyor. İşte liderlik vasfı tam da burada kendisini gösteriyor. Evet, mesela Apartheid Müzesi’ni gezerken bakıyorsunuz, geçmişte çok kötü şeyler, büyük katliamlar yapılmış. Tam bir sömürgecilik işletilmiş. Ama buna rağmen iki lider riskleri alıp bu sorunu halletmek üzere müzakereye oturmuşlar.
Burada iş insanlarının rolü nasıl olmuş, aktarabilir misiniz?
Görüştüğümüz her iki kesim de şunları söylediler: Siyasiler arabulucu olunca hem mevzuat açısından sıkıntı yaşıyorlardı hem de insanlar onlara tam güvenemiyorlardı. Ama iş camiasından taraflarla görüşenlere baktığımızda, her iki tarafın da onlara güvendiğini görüyorsunuz. Çünkü kendi siyasi gelecekleri ile ilgili bir ajandaları yoktu ve ülkenin ortak çıkarını düşünüyorlardı. Böyle olunca onlarla yürümesi daha kolay oldu. Bir de iş camiasından müzakerelere katılanlara her iki taraftan da güvenceler verilmişti. Bir de bahsettiğimiz ekonomik dengesizlik, ayrımcılığın en önemli parçası. Burada iş insanlarının her iki topluma bu süreci anlatmaları, gelir ve sermaye paylaşımının zaman içinde dengeli bir noktaya ulaşacağını anlatmaları gerekiyor, bunu yapmışlar. İş dünyası ‘Evet, bu işin aktörü olarak sürece dahil olacağız ve önce kendimizden vereceğiz’ demiş. Yani devletten önce onlar ayrımcılığın ortadan kaldırılmasına kapı açacak uygulamalar gerçekleştirmişler. Bir de hem kendi bağlı oldukları firmalar ile hem de şirketlerin CEO’ları bir araya gelerek toplantılar yapmışlar. Yaklaşık 20 şirket bir araya gelip grup kurmuş ve doğrudan müzakere sürecinin içinde olmuşlar. Yani burada Mandela’nın bırakılmasından tutun da gerçek anlamda, siyahların da oy kullanabildiği bir seçimin yapılabilmesi için iş camiası, hükümetle görüşmelerde doğrudan bulunmuşlar. Uluslararası kamuoyunun ambargo, boykot, ekonomik yaptırım gibi müdahale ihtimallerine karşı da çok yoğun çalışmışlar. Tabi aynı şekilde Mandela ile de görüşmelerde bulunmuşlar. Mandela’nın bu iş insanlarına yönelik, bazı endişeleri ortadan kaldıran güvenceler verdiği ile ilgili de duyumlarımız oldu. Mandela’nın da iş camiasını rahatlatarak, paylaşımın bir anda değil de zamana yayılarak gerçekleşmesi konusunda güvence verdiği mesela… Bunlara baktığımız zaman iş camiası bu işin tam göbeğinde aslında.
Çatışma hali ekonomiye ciddi manada yansıyor ve bölgeler arası ekonomik uçurum oluyor neredeyse. Yaşadığımız bölge mesela, geride kalmış ve adil, eşitlikçi bir yaklaşım gerçekleşemiyor. Devlet sürekli teşvik paketleri açıklıyor ama hiçbirinden istihdamı artıracak, dengeyi sağlayacak bir şey çıkmıyor. Son açıklanan paket kapsamında 37 bin kişiye iş istihdamı oluşturacak yatırım başvurusu var ama buna aylardır cevap verilmemiş. Bir yandan ekonomiyi düzeltirse meselenin daha kolay hallolacağını düşünüyor, bunun için ekonomik teşvik paketi açıklıyor, diğer yandan yatırım başvurularını bekletiyor, cevap vermiyor…
Şimdi önceliği doğru belirlemek lazım, inanmak lazım. Eğer güvenliği öne koyup ekonomiyi söylem haline getirirseniz bunu çözemezsiniz. 2018 bütçesinde Savunma Bakanlığı ve Jandarmanın bütçesi yüzde 41-42 oranında artırılırken eğitim ve sağlık bütçesi yerinde saymış. Bu durum, bölgeye daha fazla yansıyor. Mesela Güney Afrika’da ‘siyahlar’ şunu söylüyor: Biz geri bıraktırıldık. Bugün bu dezavantajlı durumumuzda aynı ortamda rekabet ederek, şirketler kurarak ekonomik anlamda gelişme şansımız yok,” bugüne kadar benim üzerimden kazandın, beni köle olarak çalıştırdın, sen yöneticiydin. Bugün onun yerine ‘gel yeniden başlayalım, ikimiz eşit olduk’ ” demekle olmuyor. Geçmişten gelen dezavantajlı bir durum söz konusu. Bu, bir pozitif ayrımcılık gerektiriyor. Buraya bakınca, 20 yıl OHAL ile yönetilmişsiniz, ekonomik anlamda tamamen çökmüş durumdasınız. Şimdi teşvik diye çıkardığınız uygulamada bölge ile İstanbul arasındaki yatırım farklılığına bakıyorsunuz. Aradaki fark iki puanlık vergi indirimine denk geliyor, çoğu durumda teşvik farkı ortadan kalkmış oluyor. Onun için bölgeye özel bir ekonomik yönetim şekli oluşmadığı müddetçe bölgenin kalkınması engellenmiş oluyor.
Güney Afrika’da ‘siyahlarla-beyazlar’ arasındaki fark kaldırıldı, eşit haklara sahipler. 11 tane resmi dil var, 3 tane başkent var, siyasi tüm hakları almış siyahlar, peki kullanabiliyor mu, hayata yansıyor mu? Siyahlarla konuşunca ‘hayır’ diyor, ekonomik gelişmişliğin beyazlara üstünlük sağladığına inanıyor. Sonuçta bir ekonomik yetersizlik tek başına bir sorun değil ama tek başına siyasal haklar da yeterli değil. Demokrasi ve ekonomi at başı beraber gitmediği müddetçe Kürt sorunun doğru bir çözüm olanağı yoktur. Evet anadilde eğitim verilebilir, yönetim şekli değiştirilebilir ama siz ekonomik paylaşımı doğru bir şekilde yapmazsanız sorun devam edecektir. Bunu Myanmar’da gördük mesela, Güney Kürdistan ile Irak arasındaki soruna bakınca federasyon olmak yetmiyor, işin içine ekonomik paylaşım giriyor. Güney Afrika’da da bunu görüyorsunuz, siyasal barış yapmak sorunu tek başına çözmüyor. Sürdürülebilir barış yapmak önemli. Benim gördüğüm, Güney Afrika’da sürdürülebilir barış yapılmadı. Evet, çatışma ortadan kalktı ama ekonomik model var mı, sürdürülebilir barış var mı derseniz, ‘hayır’ yok.
“Müzede gezerken bir fotoğrafa bakıyorduk, altını kapatıp 92’deki Cizre Newrozu yazsanız hiçbir fark yok. devletin davranış biçimi buradaki ile aynıymış yani. Toplumlar arasında birbirini anlamama ve güvensizlik çok belirgin. Bugün atılabilecek bir kaç adım, ortak geleceği garantiye alacak. Bu da bizim buradaki duruma benziyor. Ama işte empati eksikliği, birbirini yeterince anlamama, güven sorunu bunlara sebep oluyor.”
Oradaki riskler neler peki?
Birini anlattım, ekonomik paylaşım büyük sorun. Diğeri de, geçmişle yüzleşme istenilen gibi yapılmamış. Mesela biz oradayken, emniyette sivil bir siyahı öldüren polisin yargılaması yapılıyordu. Şimdi beyazlar ‘biz barıştık, geçmişle yüzleşme de yapıldı’ diye bakıyor ama siyahlar o mahkemenin sonucunu bekliyordu. O mahkemede bu polise ceza verilecek mi, ne ceza verilecek? Bu tür davalarda siyahlar tarafından vicdani kabul görmeyen kararlar yeni bir çatışma riskidir. Geçmişle yüzleşme istenilen bir vicdani rahatlık sağlamamış, evet yapılmış ama sembolik örnekler üzerinden gitmiş. Siz bunu yapmaz, öfkeleri ortadan kaldırmazsanız, vicdanları rahatlatmazsanız, ekonomik dağılım istenilen noktada değilse, bu her zaman çatışma riski oluşturur.
Beyazların bu kırılgan durumdan ötürü ülkeyi tamamen terk edecekleri bir gelecek de yaşanabilir. Ülkede yaşayan beyazların yaklaşık yarısının İngiltere’de, Amerika’da, Avrupa’da bir evi ve bir işi var. Toplumsal barış oturmaz, işler kötüye giderse ülkeyi terk etmeyi düşünenler çok. Ama bu akıbet ortada iken ekonomik bölüşümü sağlayamamak da empati eksikliğidir, birbirini anlamamaktır.
Bütün süreçlerin farklılıkları ve benzerlikleri olduğunu söylediniz. Güney Afrika ile Türkiye’yi karşılaştırınca neler söyleyebiliriz?
Apartheid müzesinde o döneme ait her şeyi sergilemişler, orayı gezerken hücrelerini gördüm ve ölçtüm. Benim de daha önce iki gözaltı tecrübem olmuştu. Gözaltında yapacak bir şey olmayınca hücreyi ölçüyorduk, ne kadardır diye. Hücre ölçüleri aynı bir kere, onu söyleyebilirim. Polisin hak ihlalleri dönemindeki davranış kalıpları da öyle. Müzede gezerken bir fotoğrafa bakıyorduk, altını kapatıp 92’deki Cizre Newroz’u yazsanız hiçbir fark yok. Devletin davranış biçimi buradaki ile aynıymış yani. Toplumlar arasında birbirini anlamama ve güvensizlik çok belirgin. Bugün atılabilecek birkaç adım, ortak geleceği garantiye alacak. Bu da bizim buradaki duruma benziyor. Ama işte empati eksikliği, birbirini yeterince anlamama, güven sorunu bunlara sebep oluyor.
Orada ANC dışında 13 grup var ve hepsi bir özgürlük mücadelesi veriyor. En büyük grup olan ANC içinde de büyük büyük gruplar var ve süreçte provokasyonlar olabileceğini biliyorlar. De Klerk, bunu engelleyecek ve siyahları bir arada tutacak aktörün Mandela olacağını biliyor. Bu yüzden şartsız koşulsuz serbest bırakılmasını istiyor, ‘muhalafeti güçlendirirseniz barış yapabilirsiniz’ diyor. Süreci Mandela üzerinden yürüterek, onu güçlendirerek götürüyor. Mandela da geldiğinde sembolik dokunuşlarla eşitsizlik ve ayrımcılığın kaldırıldığına dair adımlar atıyor. Örneğin; orada beyzbol siyahların oynamadığı, beyazlara has bir spor iken Mandela siyahların yoğun olduğu bölgelerde beyzbol sahaları yaptırıyor. Öbür taraftan, bir çözüm süreci yaşadık. Öcalan tarafından, hükümetle birlikte buna karar verildi ve başlandı. Öcalan’ın devletin hapishanesinde olması devlet için önemli bir avantaj idi. Ayrıca örgütü ve kitlesi üzerinde önemli bir birleştirici olması da avantajdı. Aktörlerin, liderlerin varlığı ve gücü anlamında önemli bir benzerlik var. Araçları aynı ama kullanma şekilleri orada daha farklı hale gelmiş, orada bu araçlar etkili olarak kullanılmış. Burada kullanılamadı.
Konuşurken, ‘süreçler bir yere getirir, sonra liderler devreye girer’ dediniz. Sizin seyahatinizin katılımcı profilini göz önünde bulundurarak soracak olursam: Sürecin, liderlerin devreye girebileceği kıvama gelmesi için bölgedeki ve Türkiye’deki iş insanlarına ne düşüyor?
İş insanları daha realist bakarlar ve bir işin de yürüyebilmesi için liderin önemini bilirler. Süreçteki yapıları, ne tür sıkıntılar çıkabileceğini de iyi okurlar. Aslında orada görünen şu ki evet, siz ne kadar aracı olur ve görüşmeler yaparsanız yapın bu sürecin içine güçlü aktörleri ve liderleri bir an önce dahil etmek zorundasınız. Bu olmadığı süreçte tarafları kendi içinde birleştirmeniz ve süreci dinamik hale getirmeniz pek mümkün değil. Evet, iş insanları önemlidir ama adım atarken işin muhataplarını görmek isterler, o muhatapla görüşmek konuşmak isterler. O muhatap liderlerdir. Ben Mandela’nın serbest bırakılmasında iş insanlarının çok etkili olduğunu düşünüyorum. Mandela’nın iş insanlarını rahatlatması, onlara şifahi de olsa güvenceler vermiş olmasının da çok olumlu etkisi olduğunu düşünüyorum. Mandela ya da De Klerk kişisel ya da siyasal çıkar niyetinde olsalardı ya da Mandela bütün gençliğini tükettiği mücadelesi sebebiyle taşıdığı öfkeden arınmasaydı barışın gerçekleşme şansı yoktu. Bunun için de hakikaten lider olmak gerekiyor. Evet iş camiası orada çok güçlüydü ama sonuçta Mandela olmazsa, De Klerk olmazsa, bunlar ikna olmazsa bu sorunun çözülemeyeceğini gayet iyi biliyorlardı.
Tarihsel Süreç…
Güney Afrika’da siyahlara uygulanan Apartheid rejiminin yüz yıllık bir geçmişi var. Nüfusun yüzde 8’ini oluşturan beyazların yönetici olduğu ve toplumsal yaşamın her alanında siyahların ayrımcılığa maruz kaldığı bu rejime karşı ilk mücadele de 1912’de başladı. Sonradan ANC (Afrika Ulusal Kongresi) ismini alan hareket, Mandela’nın hapisten çıkarak devlet başkanı olduğu döneme kadar silahlı mücadele dahil olmak üzere varlığını sürdürdü ve o günden bu yana bir siyasal parti olarak iktidarı elinde tutuyor.
1940’lı yıllardan sonra daha görünür olan Apartheid rejiminde ırklar arası evliliklerin yasaklanması, siyah öğrencilere beyazlardan daha aşağı olduklarını aşılayan eğitimin verilmesi, siyahların belirli bölgelerde yaşamaya zorlanması gibi ayrımcı yasalar hayata geçirildi. Bu politikalara karşı 1960 yılına kadar yürüyüş, boykot, sivil itaatsizlik eylemleri yapan siyah gruplar, 21 Mart 1960’ta 69 siyahın polis tarafından öldürüldüğü Sharpeville Katliamı’ndan sonra silahlı mücadele kararı aldılar.
Birleşmiş Milletler’in (BM) 1960 yılında Apartheid’i insanlığa karşı suç ilan etmesi, 1970 yılından itibaren başlayan ekonomik ambargo, boykot ve mali yaptırımlar 1990 yılına kadar sürdü. Çatışmaların sürdürülebilir olmayışı ve uluslararası baskılar sonucunda 1989’da başkan seçilen De Klerk demokratikleşme adımları atmaya karar verdi. Nelson Mandela 1990’da serbest bırakıldı ve müzakereler başladı. Apartheid yasalarının kaldırıldığı, yeni anayasanın yapıldığı sürecin sonunda 1994’te yapılan ilk demokratik seçimlerde Mandela devlet başkanı seçildi.
Bizi Takip Edin