İHAK Genel Sekreteri Ahmet Zeki Olaş: Siyasi Eleştiriler İlkesel Tutumumuzu Değiştirmez
Aralarında Gülden Sönmez ve Cihad Gökdemir’in de bulunduğu bir grup avukatın ‘insanın onurlu yerini, varlığın doğasını korumak, âdil bir barışın tesisi için silahlanmanın, savaşların önüne geçmek, kaynakların âdil paylaşımına katkı sağlamak” hedefiyle kurduğu İnsan Hakları ve Adalet Hareketi Genel Sekreteri Ahmet Zeki Olaş ile insan hakları savunuculuğunu ve İHAK’ın perspektifini konuştuk. İHAK hangi düşüncelerle kuruldu? […]
Aralarında Gülden Sönmez ve Cihad Gökdemir’in de bulunduğu bir grup avukatın ‘insanın onurlu yerini, varlığın doğasını korumak, âdil bir barışın tesisi için silahlanmanın, savaşların önüne geçmek, kaynakların âdil paylaşımına katkı sağlamak” hedefiyle kurduğu İnsan Hakları ve Adalet Hareketi Genel Sekreteri Ahmet Zeki Olaş ile insan hakları savunuculuğunu ve İHAK’ın perspektifini konuştuk.
İHAK hangi düşüncelerle kuruldu? Yeni bir oluşum için harekete geçmenizin nedeni neydi?
Tarihsel anlamda Türkiye’deki insan hakları düşüncesi resmi boyutta daha çok uluslararası anlaşmalar üzerinden şekillenmiştir. Bununla birlikte sivil alandaki insan hakları mücadelesinin genellikle sol ve islamcı düşünce çeperinde, daha çok da pratik ihtiyaçlar doğrultusunda geliştiğini görüyoruz. Bu açıdan insan hakları çalışmalarının 1980’li yıllar itibariyle Türkiye’deki sol merkezli hareketler etrafında şekillendiğini söyleyebiliriz. 1990’lı yıllarda islami çevrelerin konuya olan ilgisiyle aynı çevrelerde insan hakları kavramı tartışılmaya başlanmıştır. Gelinen noktada ülkemizde ve bölgemizde yaşanan gelişmeler, ülkemizdeki geniş kesimlerin insan hakları konusuna ilgisiz kalması, tarihsel olarak bu mücadelede önemli rol oynamış kuruluşların güncel sorunlar karşısında yeterli olamayışı, bu alanda önemli bir boşluğun doğmasına neden olmuştur. Bu açıdan iHAK, 90’lı yıllarda oluşan birikimin yeniden canlandırılması ve güncele aktarılması, kendi öz kitlesiyle ve referanslarıyla Türkiye’deki insan hakları meselelerine yaklaşımda yeni bir soluk getirmek amacıyla Mart 2017’de bir grup avukatın öncülüğünde kuruldu.
İHAK’ın çalışma sistemi ve yöntemi nasıl olacak, özellikle yoğunlaşmayı düşündüğünüz alanlar var mı?
İHAK yaşam hakkı, işkenceyle mücadele ve kişi güvenliği, din ve vicdan özgürlüğü, ifade ve düşünce özgürlüğü gibi temel haklar alanında faaliyet gösterecek. İnsan haklarını koruma, savunma, bilinç oluşturma, ihlalleri önleme, tespit, teşhis, teşhir, müdahale, engelleme, raporlama vb. yöntemleri kullanarak bu alanda bir farkındalık oluşturacak. Bunu yaparken yerelde ve uluslararası düzeyde diğer insan hakları kuruluşları, ilgili ve duyarlı kurum ve kuruluşlarla da maddi-manevi dayanışmayı esas alıyoruz. Bununla birlikte insan haklarının korunması için her yaştan ulaşabildiği her insana yönelik bilinçlendirme çalışması yapacak ve insan hakları alanında nitelikli insan kaynağı yetiştirilmesi için eğitim programları düzenleyecek. İnsan hakları düşüncesinin İslami kaynaklardaki yeri ve kavramsal problemlere ilişkin Türkiye’de ve islam dünyasında akademik düzeyde yürütülecek tartışmalarda öncü olmak istiyoruz. Bunun için paneller, konferanslar ve çeşitli ilmi çalışmalar yapmayı planlıyoruz.
“Bu noktada bölgede olan-bitenle ilgili olarak kamu kurumları ve muhalif örgütsel çevrelerin dışında üçüncü bir gözün ve yaklaşımın bu tür hadiselerle ilgili ideolojik formasyondan arınarak adalet merkezli bir bakışla pozisyon alması ve kamuoyunu bilgilendirmesi ülkemiz açısından bir değerdir. Resmi açıklamalarla hadiselerin üstünü örtmenin ya da örgütsel propagandayla manipüle etmenin artık bir fayda sağlamadığını hepimiz biliyoruz.”
Şapatan Köyü ve SİHA’larla ilgili tartışmalarda ‘bağımsız heyetlere’ çok vurgu yapıldı. O yüzden Şapatan Köyü’ndeki raporlama çok önemliydi. Ama epey de tepki aldınız sosyal medya üzerinden, bu tepkisellik İHAK’ın yolculuğunu nasıl etkiliyor?
Sosyal medyadaki bazı eleştirileri saymazsak, farklı kesimlerden çok olumlu tepkiler aldığımızı söyleyebilirim. 90’lı yılları hatırlatan bu tür hadiseler ülkenin doğusunda da batısında da ciddi endişelere yol açtığı kesin. Bu noktada bölgede olan-bitenle ilgili olarak kamu kurumları ve muhalif örgütsel çevrelerin dışında üçüncü bir gözün ve yaklaşımın bu tür hadiselerle ilgili ideolojik formasyondan arınarak adalet merkezli bir bakışla pozisyon alması ve kamuoyunu bilgilendirmesi ülkemiz açısından bir değerdir. Resmi açıklamalarla hadiselerin üstünü örtmenin ya da örgütsel propagandayla manipüle etmenin artık bir fayda sağlamadığını hepimiz biliyoruz.
Coğrafi olarak Türkiye’nin en doğusunda yer alan bu köyde yaşanan hadiselerle ilgili olarak batıdan gelen bizim gibi kuruluşların olaya olan ilgisi önemli bir dayanışma örnekliği oldu. Bu açıdan ziyaretimizin ve raporumuzun bölgede çok olumlu karşılandığını söyleyebiliriz. Tabii batıda da aynı şekilde bu hadiselere ilgili duyarlı bir kitle var, olan biteni anlamaya çalışan. Onların da bu tür hadiseleri bizim gibi kuruluşların çalışmalarından öğrenme isteği söz konusu. Dolayısıyla iHAK’ın bu çalışması Türkiye’de bağımsız çalışan insan hakları kuruluşlarına ne denli ihtiyaç olduğunu gösteriyor. İnsan Hakları ve Adalet Hareketi olarak mücadelemizin dinamiğini, kimliğimizi oluşturan değerlerden aldığımızı düşünüyoruz. Yeryüzünün dört bir köşesindeki dini, dili, ırkına bakmadan her bir insanın âdil bir yaşam hakkına sahip olduğuna inanıyoruz. Dolayısıyla bu tür çalışmalarla ilgili siyasi eleştiriler bizim ilkesel tutumumuzu değiştirmez.
İnsan hakları savunuculuğunun zorlaştığı bir dönemdeyiz. Kamuoyunun hak ihlallerine bakışı siyasetle ilişkili ve çok kolay değişebiliyor. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz bu dönüşümü?
İnsan haklarını savunmak bu topraklarda sadece bu dönemde değil, her dönemde zor olagelmiştir. Türkiye’de geniş dindar kesimlerin 1990’lı yıllarda merkezin dışında kalmış bir çevre hareketi olduğunu söyleyebiliriz. Tabii, bu dönemde “devlet” kavramı dönüştürülmesi gereken bir mefhum olarak algılanmaktaydı. Bu, cumhuriyet tarihi boyunca devlet-din ilişkilerinde yatan derin problemlerden kaynaklanmaktaydı. Süreç içerisinde çevrede yer alan bu dinamiklerin merkeze gelmesiyle birlikte buradaki devletle ilgili paradigmanın da değiştiğini görüyoruz. Bununla birlikte ülkenin son senelerde girmiş olduğu derin siyasi krizlerle birlikte “merkez” artık savunulması gereken bir alan olarak düşünülmeye başlandı. Dolayısıyla böyle bir zeminde insan hakları mücadelesinin zor olduğunu kabul ediyoruz. Ancak tam da bu noktada insan hakları savunuculuğunun gerekli ve anlamlı olduğuna inanıyoruz.
İnsan hakları savunuculuğunun gelinen noktada zor bir mesele olması aslında Türkiye’de daha derin ontolojik meselelerle ve kayışla da ilgilidir. Örneğin bugün Türkiye’de ideolojilerin ve siyasi partilerin nasıl bir “insan, birey ya da toplum” tanımları var? Bu tanımlamalar doğrudan insan hakları kavramına bakışı etkilediği için önemlidir. Bu tanımlamalar islâmi çevrelerde sürekli yapılmakla birlikte, insan hakları düşüncesine dair islami çevrelerde derinlikli bir tartışma maalesef yok. Aynı şekilde sol çevrelerde bu mesele sadece “gündelik muhalefet aracı” gibi dar bir çerçevede değerlendiriliyor. Bu manada kavramın geniş kesimlere mal edilemediğini ve Türkiye’de geniş kesimler tarafından insan hakları kavramının bir tür “emperyalist dayatma” şeklinde algılandığını söyleyebiliriz.
Bizi Takip Edin