Mutfakta erkeklik nasıl inşa edilir, devletler nasıl kurulur?

Gıda dosyası çalışması kapsamında, geçen sene Şubat ayında “MutfakTarih-Yemeğin Politik Serüvenleri” adlı kitabı yayınlanan Burak Onaran’la yeme içme alışkanlıklarımızın kültürel içeriği üzerine konuştuk. Mutfak ve diplomasi arasındaki ilişkiden bahseden Onaran mutfaktaki erkeklik hallerine de değindi. “Günümüz mutfağının modern devletin tarihiyle nasıl iç içe şekillendiğini öğrendim” –Kitabınızın adından başlayalım “MutfakTarih-Yemeğin Politik Serüvenleri”. Tarihi mutfak üzerinden işleyerek […]

Gıda dosyası çalışması kapsamında, geçen sene Şubat ayında “MutfakTarih-Yemeğin Politik Serüvenleri” adlı kitabı yayınlanan Burak Onaran’la yeme içme alışkanlıklarımızın kültürel içeriği üzerine konuştuk. Mutfak ve diplomasi arasındaki ilişkiden bahseden Onaran mutfaktaki erkeklik hallerine de değindi.

“Günümüz mutfağının modern devletin tarihiyle nasıl iç içe şekillendiğini öğrendim”

Kitabınızın adından başlayalım “MutfakTarih-Yemeğin Politik Serüvenleri”. Tarihi mutfak üzerinden işleyerek nasıl bilgiler edindiniz? 

Mutfaktarih, odağında yemek kültürü bulunan, kelimenin geniş anlamıyla bir siyasi tarih kitabı. Çeşitli alt temalara odaklanan on dört makaleden oluşuyor. Kitapta ele alınan temalar da ağırlıklı olarak modern ulus devlet tarihiyle kesişiyor. Dolayısıyla mutfak kültürünü modern ulus devletin tarihi eşliğinde düşünmeye, eşelemeye çabalayan bir kitap diyebilirim. Böylesi bir eşelemenin modern devletin gündelik hayatın her detayına ne derece müdahil olduğunu biraz daha görünür kılmaya yaradığını söylemek mümkündür sanırım.

Kitaptaki çoğu yazı yemek kültürü üzerinde, hatta hane mutfağı gibi kişisel ve mahrem olduğunu zannedebileceğimiz bir alanda dahi devlet aklının sürekli ve belirleyici etkilerine dair örnekler ortaya koyuyor. Bu bilmediğimiz bir etki değil tabii. Gıda piyasasının tanziminden, gıda ürünlerinin üretiminden, tüketimine kadar; kotalar, teşvikler, vergiler, ithalat ve ihracat öncelikleri gibi birçok araç ve kriterle devletin tüm süreçlerde aktif bir müdahalesi olduğu malumumuz zaten. Bunun ötesinde, en azından toplu konut projeleriyle evlerimizin her bir odasının planını, kullanım rasyonalitesini tayin etme kabiliyeti olduğunu da biliyoruz devletlerin. Dünyada sanıyorum hala en yaygın olarak kullanılan modern hane mutfağı tasarımının prototipi, I. Dünya Savaşı’nın ardından, Frankfurt’ta bir toplu konut projesi vesilesiyle ortaya çıkıyor mesela. İşlevsellikten çok teknolojiye ve tüketim toplumu arzularını gıdıklamaya odaklanmış Amerikan mutfağı da, Soğuk Savaş döneminde, Amerikan dış politikasıyla tam anlamıyla rezonans içerisinde şekilleniyor. Her zayıflamak isteyen insanın diyetine esas teşkil eden kalori hesabının icadı ve yaygınlaşmasında da 19. yüzyıl sonunda Almanya ve Amerika Birleşik Devletleri’nin gösterdiği çabaların belirleyici olduğunu görüyoruz. Başta ordudaki askerler olmak üzere tüm nüfusun, yeni sağlık paradigmasına uygun bir biçimde beslenmesini sağlayan sihirli anahtardır kalori. Bedenin enerji ihtiyacını, her bir hareketin, mesleğin, işin enerji gereksinimini ve gıdanın değerini aynı değer üzerinden ifade etme imkânını sağlıyor zira. Bu sayısallaşma da bütün beslenme alanını modern bürokrasinin anlayacağı, hesabını kitabını tutabileceği dile tercüme edilmiş olması demek. Örnekleri çoğaltabilmek mümkün, özetle günümüz mutfağının modern devletin tarihiyle nasıl iç içe şekillendiğini öğrendim en çok diyebilirim.

“18 Martlarda üniversite yemekhanelerinde verilen Çanakkale anma yemeklerine esas teşkil eden evrak Çanakkale’ye ait değil”

-Yemek yemek hem bir tarihsel birikim, hem de galiba tarihin yazılmaya devam ettiği bir mecra. Örneğin Çanakkale anmalarında kuru çorba-hoşaf-ekmek çıkıyor. Burada nasıl bir tarih yazılıyor?

Geçmişe dair bilgi devletin elinde neredeyse daima ve tamamen politik bir araca dönüşüyor. Geçmişle bugün işe yarayacağı biçimlerde ilgi kurar devletli tarih merakı. Yani geçmiş doğru bilgiler üzerinden konu edildiğinde dahi güncel politik hedefler için işe yarayacak bir formda ve işe yarayacağı düşünüldüğü kadar hatırlatılır. Velhasıl devletin tarihe ilgisi çoklukla propagandanın pek uzağına düşmez. Fakat bazı örneklerde geçmiş bilgisinin büsbütün tali olduğu sadece propaganda niyetinin belirleyici olduğunu da görüyoruz. Tarihsel veriler, belgeler açıkça, kasten tahrif ediliyor. Verilmek istenen mesaj o kadar önemli görülüyor ki, içine yalan karışması, hatta düpedüz yalan üzerine inşa edilmiş olması hiç mesele edilmiyor. Bunun hem Türkiye tarihinde hem de dünyada birçok namlı örneği mevcut. Bahsettiğiniz Çanakkale mönüsü de bunlardan biri.  18 Martlarda üniversite yemekhanelerinde verilen Çanakkale anma yemeklerine esas teşkil eden evrak Çanakkale’ye ait değil. Bunu biliyoruz. Üstelik bu tespitte bulunmak için öyle incelikli bir analize de gerek yok. Söz konusu alayın, taburun orada görevli olup olmadığı gibi detayları kontrol etmeye dahi lüzum yok. Zira bir belgeye dayandığı iddia edilen o meşhur transkripsiyonun üzerine düşülen tarih 1917 yılınma işaret ediyor.  Çanakkale muharebesi çoktan bitmiş durumda yani… Dahası, bu I. Dünya Savaşı sırasında Osmanlı ordusunun iaşesine odaklanan çalışmalardan biliyoruz ki, Çanakkale Osmanlının savaş boyunca iaşesini en başarılı biçimde sağladığı cephelerin başında geliyor.

Peki, bu yalan neden söyleniyor göz göre göre ve neden bu kadar çok insan buna inanmak istiyor? Şuna dikkat etmek gerek sanıyorum; Kemalist tarih yazımı ile Yeni Osmanlıcı tarih yazımı arasında çekişme konusu olsa da önemli bir konsensüs noktası da Çanakkale. Bu muharebenin ulusun ve Müslüman-Türk milliyetçiliğinin inşasında sahip olduğu yer, tonlama farkları olmakla beraber her ikisi için de önemli. Mönüyü, Çanakkale’ye ait olmadığı aşikârken bile bu cepheyle ilişkilendirmenin bu kurulu zeminden yararlanma çabasıyla ilgisi var kanımca. Verilmek istenen mesaj da aşikâr, öyle değil mi? Yani bugün yurttaşlara geçmişte atalarının çektikleri hatırlatılarak onların arzuları, beklentileri ve potansiyel itirazları devletçe veya devlet aklıyla düşünmeye çalışanlarca terbiye edilmek isteniyor. Nüfusu böylesi bir şekilde terbiye etme çabasının topyekun savaş çağında birçok ulus devletin tarih yazımına etki ettiğini görüyoruz. Yani zorluklar, acılar ve kıtlıklar içerisinde, fedakârlıklar sayesinde kazanılmış kahramanca savaşlar vurgusu Türk tarih yazımına özgü değil. Savaş dönemi sırasında devletler nüfuslarının savaş nizamında tutmak, devam edebilmelerini sağlamak için krizi, kıtlığı olabildiğince inkâr etmeye çalışıyorlar aslında. I. Dünya Savaşı’nda da II. Dünya Savaşı’nda da hemen her devlet nüfusunu içinde bulundukları gıda krizinin önemsizliğine veya yaşadıkları kıtlığın aslında göreli bolluk olduğuna ikna etmeye çabalıyor. Yani kıtlık inkar edilemez boyuta geldiğinde düşmandaki kıtlığın daha büyük olduğu söyleniyor. Savaş bittikten sonra ise tam tersini söylemek daha uygun bulunuyor genelde… Şu aşikâr ki bu propaganda odaklı devlet zihniyeti (sadece devleti değil, devlet aklıyla düşünenleri de kast ediyorum) için hedef geçmişi anlamak, tanıtmak değil şimdiki zamana, nüfusa nizam ve itaat mesajı vermek. Tabii tarihi dahi tutmayan bir belgeye dayandırılmış olması itibariyle Çanakkale mönüsünü tüm bu genel eğilim içerisinde yine de müstesna bir yere koymak gerekebilir. Propaganda hedefinin ne derece her şeyin üzerinde görüldüğünü ve bunu kabullenmeye hazır devlet aklıyla düşünen nüfusun ne derece kalabalık olduğunu açık seçik görme imkânı sağlıyor zira.

“Yeme içme alışkanlıklarımız hem kadim kültürel dip akıntıların, hem de kısa dönemli, hatta gündelik gelişmelerin izlerini taşıyorlar”

Bir toplumun yeme içme alışkanlıkları bize o toplum hakkında ne gibi fikirler veriyor? 

Hayli zor bir soru bu, zira epey kompleks bir konu yemek ve sofra kültürü. Burada en azından insanlık tarihi kadar uzun ve binlerce yıla yayılan dip akıntıları söz konusu. Arkeolojik kazılar yemek kültürünün bu uzun dönemli unsurlarına dair bazı ipuçlarını gün ışığın çıkartıyor. Evvela bulunduğunuz coğrafyayla belirlenen, neredeyse coğrafi zamana bağlı şekillenen bir zemini var yemek kültürünün. Bunun üzerine, daha orta-uzun zamana yayılan kültürel etkileri sayabiliriz. Tıp, sağlık ve adabımuaşeret anlayış ve pratiklerinin etkilerinden bahsedebiliriz mesela. Bu kültürel çerçeveler zaman içerisinde değişmiş olsa bile izlerini bırakıyorlar yemeklerde ve sofralarda tabii.  Mesela kökeni Antik Yunan’a, Eski Mısır’a kadar giden, İslam tıbbında da hıltlar nazariyesi olarak bilinen mizaç yaklaşımı yemek tariflerinin şekillenmesinde dünyanın hemen her yerinde etkili oluyor.  Pişirme ve malzeme tercihleriyle yemeğin mizacını düzeltmeye yönelik uygulamaların izlerini bugün hala tatbik edilen tarifler üzerinde görebilmek mümkündür. Bir de kısa vadeli etkiler var. Ticari, politik ve toplumsal hayatın dinamiklerini, güncel arz ve talep dengelerini, pazar eğilimlerini bu bağlamda düşünebiliriz. Mesela Soğuk Savaş’ın sonuna doğru hızla dünyaya yayılan hamburger zincirlerini bu kısa vadeli etkilere örnek verebilirim. Ya da Gülen Cemaati’nin politik yükselişiyle maklubenin kazandığı popülariteyi ve bu yemeğin 17-25 Aralık ama özellikle 15 Temmuz ardından hızla kriminalize oluşunu düşünün mesela. Sırf maklubenin yükseliş ve düşüş macerası bile yakın dönem Türkiye tarihine dair pek çok ipucunu barındırıyor içinde.  Velhasıl yeme içme alışkanlıklarımız hem kadim kültürel dip akıntıların, hem de kısa dönemli, hatta gündelik gelişmelerin izlerini taşıyorlar.

“Helal pazarı tabuyu öğretiyor, yaygınlaştırıyor, detaylandırıyor ve en önemlisi pazarın mantığına öncelik vererek standardize ediyor”

-Kitabınızda bir başlığı Cumhuriyetin ilk dönemlerinde domuzun yerine ayırmışsınız. Domuz tüketimi ülkemizde ciddi bir tabu. Her zaman tabu muydu?

Domuzun tabu olmaktan çıktığı bir dönem yok Cumhuriyet tarihinde tabii, ama bugüne kıyasla çok daha az önemsenen bir mesele olduğu zamanlar var. Sadece domuzun değil tüm helal hassasiyetlerin 90’lardan itibaren ve özellikle 2000’lerle beraber kuvvetli bir yükseliş eğiliminde olduğunu görüyoruz. Bu sadece Türkiye için değil, tüm “helal dünyası” için böyle… Bu eğilimi helal standartlarının, etiketlerinin oluşturulmasından takip edebiliriz kolaylıkla. Hatta bu sertifikalar üzerinden düşünürsek, Türkiye epey geç eklemleniyor bu trende aslında. Malezya yetmişlerin ortalarında helal sertifikasını üretiyor, TSE ise ancak 2005-2006 gibi. Bu sadece AKP politikası ve onun İslami hassasiyetleriyle izah edilecek bir mesele de değil. Dünyada büyüyen bir helal talebi var ve Türkiye’deki ürünler bu etikete sahip olmazsa tüketiciye ulaşmakta zorluk çekmeye başlıyor. Bir 20 yıl önceki gibi tüketici artık Türkiye’de üretilmişse helaldir diye bakmıyor meseleye. Veya helalden anladığımız içine domuz katılmamış olması da değil sadece. Türkiye’de helal standardı öncesi “helal” garantisi buydu malum. İçindekiler kısmına “mamullerimizde hiçbir şekilde domuz eti ve yağı kullanılmamıştır” mealinde bir not yazılırdı sadece. Velhasıl helal pazarın inşası sürecinden önce de domuzun helal hassasiyetinde özel bir yeri vardı. Daha doğrusu domuz tabusu helal beslenmenin esas kıstasını oluşturuyordu. Ama helal pazarın yükselişiyle beraber, iyice kılı kırk yaran bir dikkatin geliştiğine tanık oluyoruz. Bu üstelik sadece dini bir hassasiyet de değil. Aynı zamanda pazar dinamiklerini kullanarak domuz etini ulaşılamaz kılmaya, göz önünden kaldırmaya, hatta kriminal bir mesele haline getirmeye yönelik gayet baskıcı, farklılıklara tahammülsüzlüğü marifete çeviren bir gayret de var. 1980’lerin başında mesela gazetelerde restoran değerlendirme yazılarına bakınca hem kalburüstü restoranların mönülerinde domuz etinin bulunduğuna hem de yazarların domuz etli yemekleri deneyerek hakkındaki görüşlerini yazdığını görüyoruz. Ya da mesela Milliyet gazetesinde, 1984’te çıkmış bir haber var, Zoguldakspor’a transfer olan bir futbolcu, transfer parasıyla Bolu civarında bir domuz çiftliği açmış. Yavrularını emziren bir anne domuz ile de poz vermiş. Haberde de futbolcunun, futbolda olduğu gibi ticarette de başarılı olduğu anlatılıyor. Pek tabii, bugün bir futbolcu için böyle bir işe kalkışmak akıl karı olmazdı.

Cumhuriyet tarihinin başlarındaki meseleye gelince;  bu dönemde dini alanın hassasiyetle korunan sahalarının herkesin tartışabileceği biçimde açıldığını görüyoruz. Domuz tabusu da bunlardan biri. Cumhuriyet reformlarının verdiği serbestlik ve İslam reformizmi anlayışının din yorumlarında hâkim bir akıl yürütme çerçevesi haline gelmiş olması gibi faktörler sayesinde yepyeni kuran tercümeleri ve din yorumları ortaya çıkıyor bu dönemde. Tefsir geleneğinde hiç olmayan yorumların yapılabilmesinin kapısı açılıyor. Domuz etinin yenilebileceğine, dini tabunun hükmünü yitirdiğine yönelik argümanların, beyanların ve yayınların ortaya çıktığını görüyoruz 1920 ve 1930’lu yıllarda. Bu yönde fikir beyan eden veteriner de, yüksek bürokrat da, İslamcı bir figür de bulmak mümkün. Hatta bu davanın en ateşli savunucusu Milaslı İsmail Hakkı isimli, Sebil-ür reşad çevresinden gelme reformist İslamcı bir doktor. İslam üzerine pek çok makale ve kitap yazmış biri İsmail Hakkı Milaslı. Maide suresi üçüncü ayeti yeniden tefsir ederek, domuz yasağının süreyle sınırlı olduğunu, sağlığa zararlı olabilecek özellikleri giderildiği bu yasağın kalkacağının buyurulduğunu iddia ediyor. Bildiğim kadarıyla bu benzeri görülmemiş bir iddia.  Fakat böyle bir iddianın ortaya çıkmasına veya başka domuz tüketimi yanlısı fikir ve beyanlara bakarak tabunun var olmadığını düşünmemek gerekir. Bu tür sözler resmi ağızlardan sarf edilmiş olsa bile oldukça azınlıktalar ve öyle kalmaya da devam ediyorlar. Domuz ve helal meselelerini bir arada toparlamak gerekirse, ne genel olarak helal gıda ne de özel olarak domuz konusundaki hassasiyet tarih boyunca aynı kalıyor. Zaten aksi şaşırtıcı olurdu. Günümüzde helal piyasasının aktörleri Müslümanların kadim hassasiyetlerine dikkati, saygıyı esas aldıkları iddiasında. Oysa mesele bu değil, en azından bununla sınırlı değil. Kapitalist gıda pazarı kuralları pek tabii asıl belirleyici unsur burada. Aslında helal pazarı tabuyu öğretiyor, yaygınlaştırıyor, detaylandırıyor ve en önemlisi pazarın mantığına öncelik vererek standardize ediyor.

“Nixon ile Kruşçev mutfak standının başında kim vatandaşına daha iyi bir hayat sağlayabiliyor, sağlayabilecek diye tartışıyorlar”

-İşlediğiniz bir kavram dikkatimi çekti; Gastrodiplomasi. Mutfak diplomasiye nasıl etki etti geçmişte?

Bu görece yeni bir kavram. Yemeğin diplomaside bir alt başlık olarak kullanılmasını tarif etmek üzere kullanılıyor. Hayli kısıtlı bir literatür var üzerine henüz. Ben de bu kavramın tarihsel gelişimini eşelemeye çalıştım biraz aslında. Yani 2000’lerin başında gastrodiplomasi kavramı icat edilmeden evvel yemeği diplomasi  sahasında nerelerde buluyoruz diye bakmaya çalıştım. Tabii sefirlerin sofralarını saymazsak (ki gastrodiplomasinin hedefi onlar değil neticede), kamu diplomasisi pratiklerine bakmak gerekiyor. Bu bağlamda 19. yüzyıla kadar geri gidebilmek de mümkün.  19. yüzyıl tipi gastrodiplomasi klasmanına girebilecek erken faaliyetleri ağırlıkla Fransızların icra ediyor gibi gözüküyor. II. Dünya Savaşı’yla beraber Amerika Birleşik Devletleri de bu alanı etkin bir biçimde kullanıyor artık. Zaten kamu diplomasisi kavramı da bu dönemde, 1960’larda icat ediliyor.  Amerika bu yıllarda hem tüketim toplumu ütopyası sembolü olarak mutfağa sık bir biçimde müracaat ediyor. Özellikle 1950’lerin sonunda Sovyetler uzay yarışında öne geçtiğinde, Amerika gündelik hayat konforuna dair iddiasını ortaya koyarken,  vatandaşlarının ne derece müreffeh bir hayat yaşadığını ispata gayret ederken ve geleceğin dünyasını hanelerimize getirdiği müjdesini verirken mutfağa da müracaat ediyor.  Dolu buzdolapları, büyük mutfaklar, renkli ambalajlar ve özellikle bir sürü teknolojik mutfak aleti bu kamu diplomasisi sahasında işlevlendiriliyor. 1959’da Amerika’nın tüketim toplumu ütopyasına işaret eden mutfakları Moskova’daki fuarın en dikkat çeken stantlardan biri oluyor. Nixon ile Kruşçev bu mutfak standının başında kim vatandaşına daha iyi bir hayat sağlayabiliyor, sağlayabilecek diye tartışıyorlar. Hamburgeri, Coca Cola’yı da hesaba katarsak Soğuk Savaş diplomasisinde sadece Sovyetlere yönelik değil, dünyanın tamamına seslenen, bir tüketim toplumu ufku çizen Amerikan kamu diplomasisinde yemeğin önemli bir rol oynadığını hemen fark etmek mümkündür zaten.

Velhasıl yemek, gastrodiplomasi kavramının icadından önce de diplomasinin müracaat ettiği vasıtalardan birisi. Ama gastrodiplomasi kavramının hakkını da vermek gerekir.  Soğuk Savaş dünyası içerisinde orta sıklet devletlerin kendilerine özgü bir diplomasi hattı çizmeleri imkan haricinde malum. Biz ancak Sovyetler sonrası dönemde, ya da sonuna yaklaşıldığı belirginleştikçe orta büyüklükteki ülkelerin sınırlı liderlik iddialarının çıktığını görüyoruz. Bu liderlik iddiası coğrafi olabildiği gibi (mesela Türkiye’nin Orta Asya ve Ortadoğu’ya yönelik ağabeylik iddialarını düşünün)  belirli bir kültürel sahayla sınırlı da olabiliyor: Spor, yemek, müzik… Yabancı ve özellikle de büyük ülkelerin kamuoylarında kendi ülkeleri lehine kanaat yaratma çabası buradaki temel hedef. Bu yönde ilk faaliyetler Uzakdoğu’da, Tayland ile başlıyor.  Hem bazı yemeklerin, ürünlerin tanıtımına hem de yurt dışında restoran açılmasını teşvike odaklanan programlar hazırlanıyor, uygulamaya konuluyor. 2000’lerde Uzakdoğu mutfağına dair ortalama bilginin  çeşitlenmesinde, Japon ve Çin’den başka ülke ve mutfakların olduğunun daha çok farkına varılmasında, özellikle Amerika’da Tay, Kore vs. restoranların sayısındaki artışta ardı ardına başlatılan bu programların hayli etkisi var. Daha sonra Güney Amerika’ya oradan da dünyaya yayılıyor bu diplomasi pratiği eğilimi. Kinoanın hızla artan popülaritesi de buna delalet ediyor.

“Hanede mutfağa dokunmayan erkek, iktidarını kuvvetlendiren profesyonel mutfaklarda kadınların çok çok önünde”

-Mutfak genelde kadınlara atfedilen bir alan olarak düşünülüyor. Buna mukabil aşçıların çoğu erkek. Erkeklikle mutfağın ilişkisi ne?

Bu soruyu daraltarak, kitapta da yapmaya çalıştığım gibi hegemonik erkeklik üzerinden düşünerek yanıtlamaya çalışacağım. Hegemonik erkekliği en yaygın ve en bulaşık (yani başka erkeklik kimliklerine sirayet eden) erkeklik hali olarak tarif edebiliriz. Kabaca, bilgiç, dominant olan, velhasıl iktidarı elinde bulundurmaya takılmış erkeklik halinden bahsediyorum. Bunu tek tek erkeklerin davranışları üzerinden değil, toplumun/çevresinin bir erkeğin ne olması gerektiğine dair beklentileriyle beraber düşünmek gerekiyor. Bu erkeklik prototipinin mutfakla ilişkisini tayin eden de muktedir olma arayışıdır denilebilir kısaca. Yerine göre mutfak konusundaki büyük cehaletini ve beceriksizliğini göğsünü gere gere tasdik etmek bu iktidara ne derece sahip olunduğunun alameti olarak görülebilir.  Bu örtük olarak erkeğin hizmet eden olmadığını gösterir. O işleri yapmayı bilmez, çünkü onun için başkaları (kadınlar) yapmıştır.  Profesyonel mutfaklarda ise bu sefer tam tersi söz konusudur. Dünya genelinde profesyonel mutfaklar erkek hakimiyetinde alanlar ve son derece mizojin bir çalışma kültürü olduğunu da özellikle kadın mutfak çalışanlarının anlattıkları sayesinde biliyoruz.  Özellikle şef mertebesine ulaşmak kadınlar için hayli zor. Yıldıza layık görülen kadın şef olmak ise çok daha nadir. 2011’de Fransa’da Michelin yıldızlı kadın şeflerin oranı %5 bile değil… Çalışma hayatının başka sahalarında olduğu gibi, burada da erkekler yüksek mevkileri domine ediyorlar.  Velhasıl hanede mutfağa dokunmayan erkek, iktidarını kuvvetlendiren profesyonel mutfaklarda kadınların çok çok önünde.  Tabii hem hane hem profesyonel mutfaklar bahsinde bunlar klişe çerçeveler. Nihayetinde erkeklik ve mutfak arasındaki ilişki her kültürel çevrede ve her dönem aynı kalmıyor. Hegemonik erkekliğin hane mutfağıyla ilişkilendiği haller de mevcut. Yani gündelik olarak hizmet eden sınıfına geçmeden, sahneye hakim olunabilecek anlarda, bulaşığa temizliğe de pek bulaşmadan mutfağa girmek de makbul olabiliyor.

 

Bu yazı da ilginizi çekebilir

https://www.sivilsayfalar.org/gida-dosyasi-bu-devirde-yemek-yemek-mide-ister/

Etiketler