Tasfiye mi, terbiye mi?
Bu 28 Şubat’ta ne yapacaksın? 28 Şubat bitti, hatta biteli çok olmuş başarısız bir tarihsel vaka. 28 Şubat darbesinin 20. yılına 1 kala İslami çevrelerde yaygın mutabakat, darbenin sahiplerince iddia edildiği gibi bin yıl sürmediği, siyasi sonuçları ve toplumsal etkileriyle 10 yıldan kısa bir sürede ortadan kaldırıldığı şeklinde. Bunun kanıtları olarak ileri sürülen göstergeler ise […]
Bu 28 Şubat’ta ne yapacaksın?
28 Şubat bitti, hatta biteli çok olmuş başarısız bir tarihsel vaka. 28 Şubat darbesinin 20. yılına 1 kala İslami çevrelerde yaygın mutabakat, darbenin sahiplerince iddia edildiği gibi bin yıl sürmediği, siyasi sonuçları ve toplumsal etkileriyle 10 yıldan kısa bir sürede ortadan kaldırıldığı şeklinde. Bunun kanıtları olarak ileri sürülen göstergeler ise şunlar: Darbecilerin askeri ve siyasi hayattan tasfiye edilmesi, darbenin özellikle hedef aldığı başörtü ve imam hatip meselelerinin özgürleşmesi, darbenin hedef aldığı siyasi geleneğin ve kadroların tasfiyesi bir yana güçlü bir iktidar ortaya çıkarmış olması. Özellikle İslami çevrelerin ana akım yayınlarında 28 Şubat böyle resmediliyor.
28 Şubatın üzerinden geçen yaklaşık 20 yıldan sonra nasıl ele alındığını anlamak için yapılan kaba bir haber taramasında manzara şu: Ak Parti il ve ilçe teşkilatlarının 28 Şubat etkinlikleri, mecliste bazı Ak Parti milletvekillerinin basın açıklamaları, darbe mağdurlarının anılarına dayalı konuşmalar, Ak Parti Gençlik Kollarının düzenlediği gösteriler, darbe mağduru STK’ların düzenlediği paneller. Kabaca 28 Şubat büyük ölçüde Ak Parti ve Ak Parti’ye yakın gazeteler tarafından, karşısında şanlı bir zafer kazanılmış bir darbe olarak, teşkilatlar düzeyinde ve mağduriyet hikayeleri öne çıkarılarak ele alınıyor. Bunlar dışında 28 Şubata ilgi gösteren pek yok. 28 Şubatın bittiğinin, hatta darbecilerin 28 Şubat yenilgisinin, Türkiye’nin darbeler defterini kapattığının dışında da pek fikir duymak mümkün değil. Bu gidişle 20. yıldan sonra iyice tüm yurtta, Kıbrıs’ta ve dış elçiliklerde yapılan anma törenlerine dönüşecek gibi görünüyor.
28 Şubat’ın bu şekilde ele alınması ile 27 Mayıs ve 12 Eylül’ün ele alınması arasında hayli benzerlik var. 27 Mayıs sağı, 12 Eylül solu mağdurlaştırdı. Özellikle 12 Eylül, 1980’lerin sonlarında ve 1990’larda (hatta halen) sadece sol-sosyalist çevreler tarafından hatırlanan, hakkında konuşulan, sonuçları ve etkileri tartışılan, davaları o çevreler tarafından takip edilen, hatta hatırı sayılır bir grup insanın siyasi varoluşuna imkan sağlayan bir olguya dönüşmüştü. 28 Şubat ile birlikte Müslümanların da mağdur olduğu bir darbesi oldu. Her yıl adına onlarca etkinlik düzenlenen mühim bir güne dönüştü. Herkes kendi darbesi ile bu kadar meşgul olunca kimse ötekinin tecrübesi hakkında düşünmüyor. Darbeler arasında bağ kurulmuyor, izleri şimdiki zamanın toplumsal hayatında aranmıyor. Herkesin soracak hesabı kadar, birikmiş verecek hesabı da olunca darbelerle hesaplaşmak anmalara kalıyor. Ancak bu defterler masaya konmadıkça da darbeleri engelleyebilecek bir toplumsal ve siyasal müzakere iklimi gelişemiyor.
Kadrolar tasfiye edil(e)medi ama terbiye edildi
28 Şubat siyasal hayatı yeniden düzenlemeyi hedefleyen, İslami siyasi grupları kamusal hayattan tasfiye etmeyi planlayan bir girişim olarak görülürse, evet başarısız. Hedef aldığı siyasi geleneği, kadroları, sivil toplum ve ekonomik uzantılarını kamusal hayattan sadece 5 yıl uzaklaştırabilmiş. Darbeden sonraki daha ikinci seçimde, tasfiye ettiği siyasi gelenek ve kadrolar tek başına iktidar olarak geri dönmüş. Bu yanı ile de darbeciler için umut kırıcı ve caydırıcı özelliklere sahip görünüyor.
Ancak bunun ötesinde bir siyasi ve toplumsal proje ise, bu görüntü tartışmalı hale geliyor. Böyle bakıldığında darbenin iki önemli başarısından söz etmek mümkün. İlki İslami hareketlerin sistem eleştirisi yapan devrimci karakterinin törpülenmesini sağladı. Böyle bakınca törpülenmiş, radikallikten arındırılmış, sisteme entegre edilmiş İslami eksenli siyasi kadroların, merkez siyasetin ana unsuru haline dönüşmesi de darbenin başarısı olarak görülebilir.
Nitekim darbenin üzerinden geçen yaklaşık 20 yıldan sonra cılız da olsa İslami çevrelerde, darbenin başarıları üzerine ileri sürülen görüşlere rastlanıyor.
28 Şubat değerlendirmeleri konusunda öne çıkan en önemli farklı yaklaşımı 28 Şubatın bitmesi ve tasfiye edilmesi bir yana, süren, hatta İslamcıları terbiye etmede oldukça başarılı olmuş bir darbe olarak görme eğilimi oluşturuyor. Bu yaklaşımı temsil eden iki örnek Yeni Şafak yazarı Yusuf Kaplan ve Eğitim İlke-Sen Başkanı Ahmet Örs’ten geliyor. Açıkça bu pozisyonu ifade etmese de AK Parti Genel Başkan Yardımcısı ve Manisa Milletvekili Selçuk Özdağ da bu yaklaşımın içinde olabileceğini ima etti.
Yusuf Kaplan, Yeni Şafak’ta yazdığı 28 Şubat yazısında, 28 Şubatın, diğer modern darbelerden temel farkının fiili saldırılardan ziyade postmodern/örtük ve zihni bir saldırı olduğunu savundu. Bunun sonucunda İslâm’ın İslâmî kesimler için kolaylıkla vazgeçilebilir bir “şey”e dönüştüğünü ve İslâmî kesimlerin kendi yok oluşlarının tohumlarını kendi elleriyle ektiğini dile getirdi.
Kaplan yazısında şu görüşlere yer verdi:
“28 Şubat, hem İslâmî kesimlerin fikrî yolculuklarına büyük bir darbe vurdu hem de İslâmî siyasetin Cumhuriyet döneminde oluşan İslâmî fikriyatın gelişimini durdurmasına neden oldu!” Sonuçta ise “İslâmî omurga esen rüzgârlar önünde kolaylıkla savrulan bizzat İslâmî kesimler tarafından çökertildi, 28 Şubatçılar tarafından değil! 28 Şubatın yıkım harekâtına direnilemedi, teslim bayrağı çekildi toplumsal olarak!… Cemaatler STK’laştı, siyasa ve piyasa tarafından yutuldu, sekülerleşti ve toplumu terk etti; gözünü siyasa ve piyasaya yani güce ve para’ya dikti; böylelikle İslâmî Omurganın, duyarlıkların aşınmasına yol açacak tohumları ekti…”
Ahmet Örs ise gerek 2013 yılında yazdığı bir değerlendirme yazısında gerekse 27 Şubat 2016 günü düzenlenen söyleşisinde, 28 Şubat’ın İslamcı siyasetin tasfiyesinden ziyade terbiyesini hedef aldığını ve bunda da oldukça başarılı olduğunu ileri sürdü. Örs’e göre 12 Eylül, özellikle İran İslam Devriminin ilhamını engellemek üzere, İslami kesimi Türk-İslam tezi ile terbiye etmeye çalışmıştı. 28 Şubat ise, bunun devamı olarak, İslami kökenli siyasi partileri, Ak Parti kadrolarını ve iktidar pratiğini neo-liberalizm ekseninde terbiye ederek, küresel hegemonyanın tahakkümü altına aldı
Bu iki yazardan kısmen farklılaşsa da Ak Parti Genel Başkan Yardımcısı Selçuk Özdağ, 28 Şubat Postmodern darbesinin 19’uncu yıldönümünde yaptığı açıklamada, “Diğer darbeler bedenimize zarar verirken, 28 Şubat post-modern darbesi ruhumuza musallat olmuştur” diyerek 28 Şubat’ın izlerinin siyasi iktidar ile onarılamayacak kadar derin olduğunu ima etti.
Bu yaklaşımlar 28 Şubat konusunda İslami kesimde ana akımda görünen “başarısız darbe”, “bin yıl sürmesi beklenirken 5 yılda bitti” yaklaşımlarının siyasi iktidar indirgemeci yorumlar olarak görüldüğünü ve mutabakat oluşturmadığını gösteriyor. Yaygın kabul görmeseler de fikri düzeyde önemli bir itirazın 28 Şubat’ın İslami kesimlerin fikri yükselişini durdurduğunu, güce teslim olan yaklaşımlarla çürümeye yol açtığını, hatta Ak Parti’nin küresel tahakküm altına girerek bu çürümeyi perdeleyen hatta derinleştiren bir işlev gördüğünü söyleyenler de var.
Sivil Toplumda 28 Şubat Yarılması
28 Şubatın ikinci önemli başarısını ise toplumsal ve siyasal kutuplaşmada ortaya çıkarttığı dirilişte görmek mümkün. 28 Şubat öncesinde ve sırasında seküler sivil toplum ve siyasi kuruluşların pozisyonlarını “Ne Şeriat ne Darbe” ya da “Ne Refahyol ne Hazır ol” şeklinde ifade etmeleri, darbenin mağdur etiği toplumsal kesimlere karşı bir kayıtsızlık içeriyordu. Bu kayıtsızlık İslami çevrelerde darbeye destek olarak yorumlandı.
28 Şubat sivil toplumu darbeye destek verenler, sessiz kalanlar ve mağdurlar olarak konumlandırmayı başarmış oldu. Sonuçta sivil toplum dünyası açısından da derin bir güvensizlik ortaya çıkardı. 28 Şubatta onlarca dernek ve vakıf basıldı, yöneticileri tutuklandı, mallarına ve hesaplarına el kondu. 12 Eylül söz konusu olduğunda darbe mağduriyetinin altını kalınca çizen STK’ların ve sendikaların darbeyi çağıran, talep eden ve gerçekleştiğinde açık ya da örtük destekleyen tutumları, dindar Müslümanlarla sekülerler arasında zaten zayıf olan ilişkileri kopma noktasına getirdi ve onarılması güç bir kırılmaya yol açtı. Bu kırılma o kadar derin oldu ki, Ak Parti’nin iktidara gelmesinin ardından ortaya daha güçlü bir şekilde çıkan İslami STK’lar ile seküler STK’lar arasında bir yer değiştirme yaşandı. Hükümete yakın STK’ların karar süreçlerindeki etkisi ve yurttaş katılımındaki kitleselliği artarken, seküler STK’lar ile aralarında iletişim neredeyse hiç gündem bile olmadı. Seküler STK’lar da diyalog talebi geliştirmedi. Kendi varoluşlarını kutuplaşma üzerine inşa etti. Oysa sivil toplum alanı kimlikler arası toplumsal ilişkilerdeki kırılmanın ve kutuplaşmanın çözülebileceği, diyalog ve müzakere esasına dayalı bir ilişkinin kurulabileceği zemin olmalıydı. Hal böyle olunca toplumsal alanda kimlikler arası bir gerilim olarak ortaya çıkan kutuplaşmanın siyasal alanda güçlenerek tekrarlanmasına ve nihayet sivil toplumun da buna teslim olmasına dayanan bir temas/sızlık kaldı elimizde.
Darbelerle hesaplaşmayı darbecilerin yargılanmasına indirgeyen yaklaşım, kutuplaşmanın derinleşmesini engelleyemiyor. Darbelerin bize yalnızca mağduriyet hikayeleri olarak sunulması, her darbe yıldönümünün o darbenin mağdurlarınca anılması darbeleri geride bırakmıyor. Aksine, darbeleri sivil toplum alanında açık ve sorumluluk alan, kendi hesabını veren bir yaklaşımla ele almadıkça, darbelerin yaralarını onarmak bir yana, kutuplaşmayı derinleştirerek yeni darbeleri çağırıyoruz. Sivil toplum kimlikler arası ilişkilerin yarılmasına ve kutuplaşmanın derinleşmesine seyirci kaldığında ya da katkı sunduğunda ve siyasal alanın bir yansıması olarak faaliyet gösterdiğinde herhangi bir işlev yerine getirmiş olmuyor. Bilakis darbe kültürünü güçlendiriyor, yaygınlaştırıyor ve kendi varoluş sebebini dinamitliyor.
Bizi Takip Edin