‘Bencil Yaşam Tarzını Besleyen Üretim ve Tüketim Yöntemleri Gıda Sorununu Derinleştiriyor’

Son yılların en sıcak yaz mevsimini yaşıyoruz ve uzmanlar sıcaklıkların giderek artacağını söylüyor. İklim krizi artık kaçamayacağımız bir gündem olarak hayatımızın merkezinde duruyor. İklim krizini artık yakından yaşarken ve hayatlarımız değişirken, bununla ilişkili bir de gıda konusu var. Sivil Toplum Geliştirme Merkezi Derneği (STGM), yürüttükleri BİRLİKTE Destek Programı faydalanıcılarından Buğday Derneği ile gıda, iklim krizi, güvenilir gıdaya erişim, doğa dostu üretim ve tüketim alışkanlıkları üzerine konuştu. 

İlk olarak gıda ve iklim arasındaki ilişkiyi sormak isteriz. Bu iki başlık birbiri ile nasıl ilişkileniyor?

İklim krizi, dizginlenemeyen tüketim çılgınlığı ve karbon salımına neden olan üretim yöntemlerinin bir sonucu. Artık hayatımızı doğrudan etkileyen bu kriz gıda üretimini ve gıdaya adil erişimi her geçen gün daha da güçleştiriyor… Topraklar fakirleşiyor, su azalıyor, atalık tohumlar ve biyolojik çeşitlilik geri dönüşü olmayacak şekilde tahrip oluyor.

Savaşlar, salgın ve iklim krizi, gıda krizinin sadece buzdağının su yüzeyinde olan kısmının fark edilmesini sağladı. Yoksullar geçmişten beri gıdaya erişmekte ciddi sorunlar yaşıyor ve sayıları da her geçen gün artıyor. Türümüzün bencil yaşam tarzını besleyen üretim ve tüketim yöntemleri sorunu derinleştirmeye devam ediyor.

Laboratuvarda üretilmiş etler, topraksız tarım, GDO teknolojileri, vitamin hapları… Üretim ve tüketim yöntemlerimizi; gıda ve onu etkileyen tarım, enerji, ekonomi, bayındırlık, kentleşme ve kırsal yaşam gibi pek çok alanda uygulanan politikaları bir an önce dönüştürmemiz şart…

Bunun için de önce gıda ile kurduğumuz ilişkiye yeniden bakmamız; parasal, sosyal, ekolojik maliyetleri de katarak gıdamızın maliyetini yeniden masaya yatırmamız ve gıdaya erişimi güçleştiren nedenlerin sadece savaşlar ve ekonomi olmadığı gerçeğiyle yüzleşmemiz gerekiyor.

‘Gıda Üretimi İklim Krizinin Hem Nedeni Hem de Kurbanı’

Bir yanda açlığın diğer yanda israfın yaşandığı günümüzde yaşadığımız çelişkilerden biri de gıda üretiminin iklim krizinin hem nedeni hem de kurbanı olması. Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli IPCC Raporu’na göre, toplam sera gazı emisyonlarının %21-37’si mevcut gıda sistemine atfedilebilir. Yani iklim krizinin öncelikli nedenlerinden biri olan gıda sisteminin paydaşları, aynı zamanda iklim değişikliğinin neden olduğu afetlerle de başa çıkmak
zorunda.

Sürdürülebilir Toprak Yönetimi, Permakültür, Toprak Besin Ağı Çiftçiliği, Bütüncül Planlı Otlatma, Onarıcı Tarım, Koruyucu Tarım, Koruyucu Toprak İşleme, Ekim Nöbeti, Tarımsal Ormancılık gibi yaklaşımlar arasında bazı yöntem ve teknik farklılıklar olsa da hepsi temelde sürdürülebilir, adil, ekolojik ve sağlıklı olma kriterlerini esas alıyor.

Tasarruflu su kullanımı, yağmur hasadı, azaltılmış toprak işleme ya da toprak işlemesiz tarım, bütüncül otlatma, kompost uygulamalarıyla toprağın iyileştirilmesi, üreticiden tüketiciye aracısız erişim sistemleri gibi agroekolojik yöntemler, kısa ve uzun vadede iklim değişikliğinin etkilerini azaltabilir.

Bu iyileştirici yöntemler konusunda çiftçilerin bilgilendirilmesi, uygulayanların teşvik edilmesi, bu yöntemlerin yaygınlaşmasını sağlayacak. Bu yöntemlerin yaygınlaşması da toprak, su varlığı ve biyolojik çeşitliliğin korunmasıyla birlikte gıdaya adil erişim, kırsal geçim kaynaklarının çeşitlenmesi ve iklim krizine dirençli sistemler anlamına geliyor.

Siz uzun yıllardır tarımsal alanların korunması ve ürün yetiştirme süreçlerinde kimyasalın yasaklanması için savunuculuk faaliyeti yürütüyorsunuz ve “ekolojik tarım dünyayı doyurabilir” diyorsunuz. Bunu biraz açabilir misiniz? Bu nasıl mümkün kılınabilir?

Araştırmalar dünyada 8 milyar insanı sağlıklı besleyecek kadar gıda üretildiğini gösteriyor. O zaman neden 800 milyondan fazla insan açlık çekiyor ve 2,3 milyar insan yetersiz beslenme sorunu yaşıyor?

Sorunun üç temel nedeni var: Birincisi gıda paylaşımındaki adaletsizlik. 2017’de ortalama et tüketimi ABD’li bir kişi için 124 kilo, bir Avrupalı için 80 kilo, Türkiyeli için 40 kilo, bir Nijeryalı için 10 kilo civarındaydı. Gıda ve Tarım Örgütü (FAO) raporlarına göre, yetersiz beslenen insanların sayısının en fazla olduğu yerler Güney Asya ve Sahra’nın güneyi olmak üzere Afrika.

İkinci neden, gıda israfı. Burada söz konusu olan israf evlerde çöpe giden gıdalar değil. Her yıl yetiştirilen gıdanın üçte biri, yani yaklaşık 1,3 milyar ton gıda tarladan tezgâha giden yolda heba oluyor. Gelişmekte olan ülkelerde, kaybın %40’ı hasat ve işleme aşamalarında; gelişmiş ülkelerde ise aynı oran, tüketim aşamasında meydana geliyor.

Üçüncü neden, gıda olarak sunulan ürünlerin besleyici özelliğini yitirmiş olması, yani suni ya da bir başka deyişle “…mış gibi” gıdalar… Tarımda kullanılan sentetik kimyasallar ve katkı maddeleri yiyeceklerdeki besleyicilik özelliğini geri plana iterken yetersiz beslenme kaynaklı sağlık sorunlarına neden oluyor.

Araştırmalar, dünya üzerinde üretilen tarım ve gıda ürünlerinin dünya nüfusunu beslemeye yetecek miktarda olduğunu ortaya koyuyor. Türkiye’de de var olan tarım arazilerin sadece yarısıyla 80 milyonluk nüfusumuzu ekolojik / zehirsiz tarım ürünleriyle beslemek mümkün. Geri kalan %50 ise meralar ve hayvansal üretim için kullanılabilir. (Y. Demir, B. Aslan, Organik Tarım Türkiye’yi Besler)

Dünya nüfusunun beslenebilmesi için, mevcut tarım arazilerinin sadece %60’ında ekolojik üretime geçilmesi yeterli.

Ortaya konan veriler sorunun; hatalı politika, planlama ve uygulamalarla birlikte, aşırı tüketim, hatalı beslenme, merkezi sistemlerin neden olduğu lojistik ve saklama sorunları, çiftçilerin giderek artan maliyetler karşısında üretimden vazgeçmeleri, geniş alanlarla tek tip ürün yetiştirme ve azalan biyo çeşitlilik, toprak, su kirliliği, iklim krizi sonucu yaşanan afetlerin yol açtığı ürün kayıpları ile savaşların gıda üretimi ve erişiminde neden olduğu sıkıntılar gibi çok yönlü olduğuna işaret ediyor.

Var olan endüstriyel tarım üretim modelinin tüm sorunları göz önüne alındığında agroekoloji, doğal varlıkların ve sosyal dengelerin korunmasına dayanan sürdürülebilir bir tarım modeli olduğu kadar, sağlıklı ürüne adil erişim ve kırsalın ekonomik, sosyal ve kültürel refahını sağlayacak bütüncül bir model olarak çözümler sunuyor.

Gıda sistemlerinin ekolojik açıdan duyarlı, ekonomik açıdan uygulanabilir ve sosyal açıdan adil olacak şekilde dengelenmesini amaçlayan agroekoloji, sosyal adaleti teşvik ederek ve kültürel kimlikleri besleyerek kırsal yaşamı güçlendiriyor. Doğal varlıkları koruyup geliştirirken dirençli ve istikrarlı üretim sistemleri oluşturan agroekoloji, çiftliklerin ve tarım arazilerinin çeşitlendirilmesi, doğal biyobozunur girdiler için kimyasal girdilerin ikame edilmesi, biyolojik çeşitliliğin optimizasyonu ve farklı tarımsal ekosistem türleri arasındaki etkileşimlerin uyarılmasını ele alıyor.

Araştırma kuruluşu FiBL (Research Institute of Organic Agriculture), bu konuyu inceleyerek, tüm tarım alanlarında organik üretime geçilirse, 2050’de sonucun ne olacağını ortaya koydu. Pek çok araştırma kuruluşunun işbirliğiyle gerçekleşen incelemeye göre, tamamlayıcı bazı faktörlerle birlikte, organik tarım dünyayı doyurabilir. Hatta dünya nüfusunun beslenebilmesi için, mevcut tarım arazilerinin sadece %60’ında ekolojik üretime geçilmesi yeterli.

FiBL’e göre bunun gerçekleşmesi için hayvansal ürün tüketiminin ve yetiştirilen hayvan sayısının, dolayısıyla yem üretimi ve israfın da azalması gerekiyor. Dünyada gıda israfının boyutları, et üretim ve tüketiminin nüfusa oranla daha hızlı artması ve gelişmiş ülkelerdeki beslenme ihtiyacından fazla et tüketilmesiyle ilgili veriler göz önüne alındığında ”hayvansal üretimdeki azalış”ın sadece planlamayla ilgili değil, temelde ahlaki ve adalet anlayışıyla ilgili
bir dönüşüm gerektirdiğini söyleyebiliriz.

Birleşmiş Milletler Genel Kurulu İnsan Hakları Konseyi Otuz Dördüncü Toplantı, Gıda hakkı Özel Sözcüsü’nün raporuna göre ”Günümüzde yaygın olarak kullanılan ve kullanılmaya devam edeceği öngörülen pestisitler, insan sağlığı ve çevreye tüm dünyada zarar vermektedir. Böylesine yaygın, bazı durumlarda gereksiz biçimde tüketilen ve çeşitli insan haklarını ihlal eden pestisitlerin kullanımını azaltacak alternatifler mevcuttur ve daha da geliştirilebilir. Birçok yerde artan organik tarım uygulamaları, daha az veya hiç pestisit kullanmadan çiftçilik yapmanın mümkün olduğunu gösteriyor. Araştırmalar, agroekolojinin tüm dünya nüfusunu besleyebileceği ve yeterli besin değerini sağlayabileceğine işaret etmekte.”

Gıda başlığında obezite, gıda israfı, sağlıklı gıdaya erişim birbiriyle ilişkili sorunlar olarak karşımıza çıkıyor. Buradan hareketle gıda güvenliğini de konuşmak isteriz. İlk olarak gıda güvenliği nedir ve nasıl sağlanır?

Gıda güvenliğini oluşturan temel öğeler; bulunabilirlik, erişilebilirlik, güvenilirlik-kalite ve istikrar olarak sıralanıyor. Yeterli miktarda uygun kaliteli gıdanın yerel üretim veya ithalat ile mevcut olması durumu bulunabilirliği; bireylerin besleyici gıdaya ulaşabilmesi için yeterli satın alma gücüne ve imkânlarına sahip olması erişilebilirliği; yeterli beslenme, temiz su, hijyen ve sağlık hizmetleri ile tüm fizyolojik ihtiyaçların karşılandığı sağlıklı beslenme durumu güvenilirlik-kaliteyi ve son olarak nüfus, hane veya bireyin her zaman yeterli miktarda gıdaya ulaşabilmesi durumu da istikrarı tanımlıyor. Bunlardan sadece birinin bile eksik olması gıda güvenliğinden yoksun olmak anlamına geliyor. Gıda güvenliği sağlıklı tohumdan, temiz toprak suya, temiz enerjiden, adil ticarete, dayanışmacı ortaklıklardan gıdasının sorumluluğunu taşıyan tüketici ve topluluklara kadar farklı alan ve boyutları içeriyor. Temiz
toprak ve su olmadan sağlıklı gıdalar yetiştirmek imkansız olduğu gibi yerel üretim-yerel tüketim mekanizmaları kurulmadan da gıda sisteminin iklim krizindeki etkisini azaltmak mümkün değil.

Küresel Gıda Güvenliği Endeksi’ne göre Türkiye’nin sıralaması ortalamanın üzerinde yer alıyor. Buna rağmen Türkiye’deki yüksek gıda enflasyonu, Türk lirasının değer kaybetmesi, Türkiye’de üretilen ürünlerin yurt dışından ithal edilmesi, özellikle küçük çiftçilerin girdi maliyetlerini karşılayamayarak üretimden vazgeçmesi, kırsal nüfusun kentlere göç etmesi, tarımsal üretimi ciddi boyutta etkileyen kuraklık, su stresi, erozyon ve aşırı hava olayları gibi
sorunlar Türkiye’nin en önemli gıda güvenliği risklerini oluşturuyor. Bu etkilerin yanı sıra Türkiye’nin nüfusunun son 20 yılda 20 milyon artması sonucu gıda talebi artarken tarım arazilerinin amaç dışı kullanılması ve giderek küçülmesi de arz-talep dengesini olumsuz etkiliyor.

Kentlerde yaşayanlar, büyük bir kırsal nüfusa sahip ülkelerde bile gıda arzının %70’in tüketiyor. Plansız şehirleşme ve giderek hızlanan tüketime odaklı yaşamlar, sağlıklı gıdaya erişim problemlerinden, karbon salımını artıran ve hareket serbestisini kısıtlamakla birlikte aşırı şişmanlık ve obeziteyi destekleyen bir dizi sorunun kaynağı olabiliyor. Öyle ki, artık daha fazla insan alışverişe arabalarıyla gidiyor, evde yemek pişirmek yerine hazır gıdalara yöneliyor ya da restoranların, yemekhanelerin sunduğu yiyecekleri sorgulamadan yemek zorunda kalıyor, gıdanın nerede ve nasıl yetiştiğinden bihaber çocuklar yanlış beslenme alışkanlıkları geliştiriyorlar. Ambalajın üzerindeki bilgilerle yetinen tüketicilerin sayısı azımsanmayacak kadar fazla!

‘Yerel ve Kendine Yeten Döngüsel Üretim Sistemlerinin Benimsenmesi Gerekiyor’

Bu noktada merkezileşme ve gıdanın uzun mesafeler kat ederek kentli tüketiciye ulaşması, kent nüfusunun artmasıyla doğru orantılı olarak tırmanan gıda güvensizliği sorununu karmaşık hale getiren olgulardan biri. Gıdanın ve tarımsal girdilerin kilometrelerce öteden, hatta yurt dışından döviz ödenerek tedarik edilmesi, üretici ile tüketicinin arasındaki mesafenin giderek açılmasına ve aracı payları nedeniyle ürünün fiyatının artmasına neden
oluyor. Bu sorunlara neden olan merkezileşmenin yerine yerelleşme ile birlikte olabildiğince kendine yeten döngüsel üretim sistemlerinin benimsenmesi hem karbon salımının azalması, hem de çok fazla aracının devreden çıkararak fiyat avantajının sağlanması hem de denetim mekanizmalarının daha iyi işlemesi gibi çözümleri beraberinde getiriyor.

Bütün bu karmaşık sorunların çözümü için, gıda üretim sistemlerinde köklü dönüşümlerden tüketimlerimize yön veren yaşam tarzı değişikliklerine kadar çok yönlü bir anlayış değişikliğine ihtiyaç var. Sadece üretici ve tüketici arasındaki mesafeyi azaltarak yerel üretim-yerel tüketim sistemleri kurmak bile gıdaya erişim, karbon emisyonunun azaltılması, tüketici denetim mekanizmalarının işletilmesi, tüketici ihtiyaçlarına yönelik üretim planlamasının yapılması, israfın azaltılması gibi pek çok yarar sağlayabilir.

Uzunca bir süredir Zehirsiz Sofralar Platformu ile birlikte tarımsal üretimde kullanılan pestisitlere karşı da bir mücadele yürütüyorsunuz. Bu mücadelede başladığınız “Zehirsiz Kampanya” döneminde 27 pestisit aktif maddesinin kullanımını yasaklandı. Peki, son durum nedir? Biraz bize bu platformu ve son dönemlerdeki çalışmalarınızı anlatır mısınız?

Zehirsiz Sofralar Platformu olarak “Tüm Canlılar için Zehirsiz Sofralar” ve “Zehirsiz Kentler İçin Harekete Geç” sloganları ile başlattığımız iki büyük kampanya var. Avrupa Birliği tarafından Sivil Toplum Diyaloğu V Programı kapsamında finanse edilen ve Avrupa Pestisit Eylem Ağı ortaklığında yürüttüğü “Zehirsiz Sofralar” projesi 2019’da başladı.

AB üyelik sürecinde AB’deki yasaklamalara paralel olarak 223 pestisit aktif maddesi yasaklandı. Bunlardan 37 tanesi ise Buğday Ekolojik Yaşamı Destekleme Derneği olarak yürüttüğümüz Zehirsiz Sofralar Projesi döneminde Zehirsiz Sofralar Platformu olarak yürütülen kampanya sürecinde gerçekleşti. Dünya Sağlık Örgütü tarafından “son derece tehlikeli”, “yüksek seviyede tehlikeli” ve “muhtemel kanserojen” olarak belirlenen 13 aktif madde ivedilikle ama kademeli olarak tamamının yasaklanmasını talep ediyoruz. Ne yazık ki bu 13 maddenin bile kampanya sürecinde sadece 5 tanesini yasaklanmasını sağlayabildik. Türkiye yasaklamalarda ağırlıklı olarak AB’yi
takip ediyor ama kendi şartları veya AB’ye ihraç olmayan ürünler ve ilgili pestisit aktifleri gözetilerek süreçler AB’ye göre geriden geliyor.

Avrupa Pestisit Eylem Ağı (PAN Europe) ortaklığı ve Zehirsiz Sofralar Platformu iş birliğiyle, 1 Nisan 2021’de başlayan ve AB Sivil Toplum Diyaloğu Programı VI kapsamında desteklenen “Zehirsiz Kentlere Doğru” projesi ile de kentlerde başta yerel yönetimler tarafından kullanılan pestisitler ve pestisitler ile aynı aktif maddeleri içeren ve Sağlık Bakanlığı tarafından ruhsatlandırılan biyosidal ürünlerin benzer biçimde kullanımının sınırlandırılmasını ve kademeli olarak alternatif doğa dostu yöntemlere geçilmesini talep ettik. Bu kapsamda da öncü belediyelerimiz iyi niyet belgelerini imzalayarak belirli taahhütlerde bulundular. Aynı zamanda halk sağlığı alanında çalışma yürüten çeşitli STK’lara danışmanlık ve halk sağlığı kongrelerine destek sağlamak da platformun faaliyetleri arasında.

Son olarak gıda ve iklim kriziyle mücadelede büyük ölçekli adımların atılması gerektiği bilgisiyle ve devletlere düşen görevleri vurgulamakla birlikte bu krizlerle mücadele konusunda bireyler ya da küçük topluluklar ne yapabilirler? Sürdürülebilir tarım ve gıda sistemlerinin oluşturulabilmesi için bizler ne yapabiliriz?

Tasarruflu su kullanımı, yağmur hasadı, azaltılmış toprak işleme ya da toprak işlemesiz tarım, bütüncül otlatma, kompost uygulamalarıyla toprağın iyileştirilmesi, üreticiden tüketiciye aracısız erişim sistemleri gibi agroekolojik yöntemler, kısa ve uzun vadede iklim değişikliğinin etkilerini azaltabilir.

Sürdürülebilir gıda sistemlerine geçilmesi çevresel, toplumsal ve sağlıkla ilgili maliyetleri azaltmanın yanı sıra her kesimin madden sağlıklı gıdaya ulaşmasını sağlayacaktır. Seçimlerimiz geleceğimizi belirler. Sistemsel dönüşümler, tüketici talepleriyle doğrudan ilgilidir. Yapacağımız seçimler ve taleplerimizle üretim yöntemlerinde değişimi hızlandırabilir, böylelikle ekolojik ve adil bir dönüşüme destek olabiliriz.

Beslenme tarzlarından alışveriş alışkanlıklarına kadar yaşam tarzımızda yapılacak değişiklikler de gıda sistemlerinin gezegenin sınırlarını dikkate almasında önemli bir araç olabilir. Organik ve agroekolojik yöntemlerle yetiştirilmiş gıdalarla beslenmek, et tüketimini azaltmak, yerel tohumlardan yaşadığımız bölgede üretilmiş gıdaları tercih etmek, içeriğinde ne anlama geldiğini bilmediğimiz pek çok kimyasal bulunan hazır gıdalardan mümkün
olduğunca kaçınmak, yerel üreticilerden alışveriş yapmak, atıksız mutfak uygulamalarına geçiş, dayanışma için örgütlenmek (kooperatifler, gıda toplulukları vb), konuyla ilgili çalışan sivil toplum kuruluşlarını destekleme dönüşüm için ciddi anlamda fark yaratacaktır.