Avrupa Birliği Sivil Toplum Desteklerinde Gelecek Dönem Beklentileri
Avrupa Birliği’nin Katılım Öncesi Mali Yardım Aracı kapsamında 2014 ve 2016 yılları arasında Türkiye’deki sivil topluma verdiği desteklerin değerlendirme süreci kısa süre önce tamamlandı. Rapor, desteklerin yapısından sivil toplumun kamu kurumlarıyla yürüttüğü projelere kadar birçok tavsiyede bulunuyor. Bu değerlendirmelerden yola çıkarak AB’nin gelecek dönem destekleriyle ilgili üç önemli noktanın altının çizilmesi gerektiğini düşünüyorum.
Değerlendirmelerin öne çıkardığı önemli bir başlık sivil topluma verilen destek yöntemleriyle ilgili. AB, Türkiye’deki sivil topluma genel itibariyle proje bazlı, yani belli bir proje geliştirilmesi şartıyla fon sağlıyor. Burada önemli bir istisna, Sivil Toplum Geliştirme Merkezi aracılığıyla yürütülen ve kurumsal hibe sağlayan BİRLİKTE programı. Çekirdek hibe veya genel operasyonel hibe olarak da bilinen kurumsal hibeler, STK’ların varlıklarını devam ettirmesi ve amaçlarını gerçekleştirmesi için herhangi bir proje ya da programa bağlı olmaksızın STK’lara verilen hibelerdir. Proje bazlı desteklerin özellikle fon sağlayan kurumlar için bazı kolaylıkları olsa da kurumsal destekler özellikle üç sebepten ötürü STK’lar için çok önemli.
Öncelikle, Türkiye’deki sivil toplum, kendi ayakları üzerinde durabilmek için maddi veya başka tür desteğe ihtiyaç duyan, daha ziyade küçük ölçekli gruplardan oluşuyor. AB’nin sağladığı proje bazlı desteklerin idari yükü gerek değerlendirme raporunda gerekse kendi araştırmalarım da dahil birçok çalışma tarafından ortaya konulmuştur. Bu sebeple, proje bazlı fonlar, sivil toplumun önemli bir kısmını dışarıda bırakır. Kurumsal destekler bu açığı kapatabilir. İkincisi, özellikle hak temelli çalışmalar için proje bazlı destekler uygun bir fonlama yaklaşımı olmayabilir. Bunun başlıca sebebi hak temelli çalışmaların aslında, hukuksal ve kurumsal yapıların yanı sıra tavır ve anlayışlarda da değişimi gerektiren uzun erimli bir süreç olmasıdır. Bu bağlamda, çıktı odaklı proje fonları hak temelli çalışmalar için uygun olmayabiliyor. Bu tür çalışmalar yapan gruplar için kurumsal destek önem kazanıyor. Son olarak, kurumsal hibe, alanlarında çok değerli tecrübe ve uzmanlığa sahip ancak mevcut siyasi ve sosyal ortamda amaçlarına yönelik faaliyet yapamayan ve farklı ihtiyaçlara sahip olabilecek grupların desteklenmesi için önem taşıyor. Bu üç sebepten ötürü kurumsal hibeler önceliklendirilmeli, devam ettirilmeli ve yaygınlaştırılmalıdır. Tabii burada altı çizilmesi gereken bir nokta proje bazlı destekler ve kurumsal hibelerin her zaman birbirini dışlamadıklarıdır. Örneğin birçok donör kurum proje bazlı desteklere ek olarak kısmi kurumsal destek de sunmaktadır. Tüm bu sebeplerden ötürü nihai raporun da altını çizdiği üzere sivil topluma yönelik kurumsal hibeler artırılmalı ve yayıngınlaştırılmalıdır.
Raporda öne çıkan bir diğer önemli konu STK’ların politika yapım sürecine katılımı ve daha genel olarak kamu kurumlarıyla diyalogudur. Rapor, STK’ların politika yapım sürecine katılımında kamu kurumlarıyla artan diyaloga, geliştirilen, denenen ve yaygınlaştırılan modellere, araçlara ve kılavuzlara atıf yaparak kapasitenin geliştiğini vurguluyor. Şüphesiz bu tür araçlar STK’ların kamu kurumlarıyla diyalog kurması açısından önemli adımlar ama STK’ları da kapsayan bir politika yapım süreci için STK’ların ve özellikle kamu kurumlarının atması gereken daha çok adım var. Değerlendirmeler sivil toplum ve kamu kurumları arasında etkili bir iletişim olduğunu ifade ediyor, ancak ileriye dönük olarak bu diyalog STK’ların politika yapım sürecine samimi olarak katılımına öncülük etmelidir. Bu, tabii, STK’ların tüm önerilerinin veya tasarılarının kabul edilmesi anlamına gelmez ancak ‘hangi öneriler, nasıl değerlendiriliyor, hangileri kabul ediliyor, geri bildirim süreci var mı’ gibi soruların hepsi geçerli sorulardır. Bu tür soruların sorulmadığı durumlarda iş birliği izlenimi yaratmak çok kolaydır.
Bu konuyla bağlantılı bir diğer nokta karar vericilerin bu sürece katılımıdır. Türkiye’de kamu kurumlarında STK’larla işbirliği geleneği olmadığı gibi STK’larla samimi bir işbirliği yapma konusunda da isteksizlik mevcut. Tam da bu sebeple, kamu kurumlarının STK’larla yaptığı AB projelerine üst düzey katılımın sağlanmasının bu çekincelerin aşılmasına yardımcı olacağı kanaatindeyim. Kamu kurumları ve sivil toplum arasındaki mesafe kısmen içinde bulunduğumuz dönemin sonucu olsa da daha büyük ölçüde karşılıklı güven inşası ile ilgilidir. Bu sebeple, kamu kurumlarıyla STK’ları bir araya getiren AB projeleri devam etmeli, ancak bu projelere üst düzey katılım da sağlanmalıdır.
AB’nin sivil toplum destekleriyle ilgili altı çizilmesi gereken üçüncü önemli nokta, gelecek dönemde Dış İşleri Bakanlığı bünyesindeki AB Başkanlığı ve İçişleri Bakanlığı Sivil Toplumla İlişkiler Genel Müdürlüğü gibi Türk kamu kurumlarının da bu fonların planlanması ve/veya yürütülmesinde rol alması gerektiğidir. AB’nin Katılım Öncesi Mali Yardımı altındaki sivil toplum destekleri son döneme kadar AB Başkanlığı tarafından yürütülmekteydi, ancak 2016 yılındaki darbe girişimi sonrası sivil toplumun faaliyetleri için ortamın elverişsizleşmesiyle birlikte AB, sivil toplum fonlarının yürütülmesini merkezileştirme, yani bu desteklerin yürütmesini kendisi yapma kararı aldı. Fakat bu kurumların AB fonlarının yürütülmesinde rol oynaması iki sebepten ötürü önemli.
İlk olarak, iki kurumun da sivil toplumun farklı aktörleriyle çalışma konusunda geniş bilgi ve tecrübesi var. İçişleri Bakanlığı Sivil Toplumla İlişkiler Genel Müdürlüğü’nün özellikle yereldeki aktörler ve dinamikler konusunda, AB Başkanlığı’nın ise AB programlarını yürütmek konusundaki bilgi ve tecrübesinin yeri kolay doldurulamaz. Ayrıca, AB fonlarının Türkiye’deki STK’lara etkisini araştırırken görüştüğüm birçok STK temsilcisi her türlü idari zorluğa rağmen AB Başkanlığı’yla çalışma konusunda olumlu görüşler paylaşmıştır. Sivil toplum ve kamu kurumları arasındaki mesafe ve tereddüt düşünüldüğünde bu tutum aslında çok önemli. Bir diğer önemli konu, başta Batılı ülke ve kurumlar olmak üzere yurtdışı kaynaklı fonlara yönelik artan şüphecilik ve hatta yaftalamalardır. Bu sorun, genel siyasi bağlamla ilgili ve özellikle yurtdışı fonlarla çalışan STK’lar için giderek daha büyük bir kaygı unsuru olmaya başladı. Bazı STK’lar yurtdışı menşeli fonlardan uzak durmaya diğer bazıları da başvurmadan önce iki kez düşünmeye başladı. Türkiye’deki Batı algısının kısa dönemde değişmesi mümkün olmayabilir. Ancak AB programlarının planlaması veya yürütülmesinde Türk kamu kurumlarının da dahil olması, özellikle AB fonlarını yaftalayan kişilerin gözünde bu fonlara meşruiyet sağlayacağı için önemlidir. Bu sebeple, AB eğer sivil topluma yönelik desteklerin yönetiminde AB Başkanlığı’na bir rol vermeyecekse de en azından raporun altını çizdiği gibi bu kurumlarla güçlü bir diyalog geliştirme gayretinde olmalıdır.
Avrupa Birliği’nin Katılım Öncesi Mali Yardım aracı kapsamında Türkiye’deki sivil topluma sağladığı desteklerin değerlendirmesi, bu desteklerin katkısı kadar sorunlarını yansıtması açısından da önemli bir çalışma. Önümüzdeki dönemde yapılması gereken, bu desteklerin sivil toplumun dinamik yapısını ve ülkenin değişen koşullarını da yansıtacak şekilde düzenlemeler yapılmasıdır.
Bizi Takip Edin