‘Irksal Ayrım, Otoriter Rejimler ve Soykırım: Ruanda’
Dördüncüsünü konuştuğumuz Çatışma Çözümünde Dünya Deneyimleri raporlarında Türkiye ile benzer ve farklılıklarını tartışmaya açıyoruz. Raporun yazarı Hilal Yavuz ile Ruanda Çatışma süreçlerini konuştuk. Yavuz, sorunlu yanlarına rağmen Gacaca Mahkemelerinde onarıcı adaletin tesis edilmeye çalışıldığını çatışma süreçlerinin sonunda fail ve mağdur ailelerinin yüzleştirildiği mekanizma kurulduğunu ifade ediyor.
Ruanda’nın sosyoekonomik ve sosyopolitik yapısı nasıl? Bize Ruanda ile ilgili genel olarak neler söyleyebilirsiniz?
Bir Orta Afrika ülkesi olan Ruanda, engebeli coğrafyası nedeniyle “Bin Tepeli Ülke” olarak da biliniyor. Yüzey su kaynaklarının bol ve yıllık yağış ortalamalarının yüksek olduğu ülke tarımsal faaliyetler açısından oldukça elverişli topraklara sahip. Bu sebeple nüfusun neredeyse dörtte üçü bugün hâlâ kırsal bölgelerde yaşıyor ve geçimini tarımla sağlıyor.
Batıda Demokratik Kongo Cumhuriyeti, güneyde Burundi, doğuda Tanzanya ve kuzeyde Uganda’yla sınır komşusu olan Ruanda’da bölgedeki diğer ülkelerde olduğu gibi Avrupa sömürge güçleri yaklaşık üç çeyrek asır hüküm sürdü. Önce Almanya [1884-1923] daha sonra Belçika [1923-1962] devleti halihazırda ekonomik ve politik üstünlüğe sahip olan ve nüfusunun yaklaşık yüzde on beşini oluşturan Tutsilerle iş birliği yaparak çoğunluğu Hutulardan oluşan ülke yönetimini elinde tutmayı başardı. Sömürge öncesi dönemde Hutu-Tutsi ayrımı geçim kaynaklarının şekillendirdiği bir tür statü farkına işaret ediyordu. Ancak 1933’te çıkarılan ve tüm Ruandalıların etnik aidiyetlerinin yazılı olduğu kimlik kartlarını taşımasını zorunlu kılan bir yasa çerçevesinde bu ayrım ırksal bir farkla ilişkilendirilmiş oldu.
Soykırım öncesi dönemde Ruanda’nın sosyopolitik ve sosyoekonomik yapısını şekillendiren üç ayrı dönüm noktasından bahsetmek mümkün. 1962’de bağımsızlığın ilan edilmesiyle birlikte Belçika sömürge güçlerinin ülkeyi terk etmesi Tutsi rejiminin sona ermesi demekti. Akabinde Grégoire Kayibanda önderliğinde bir Hutu rejimi kuruldu. 1973 yılında ise dönemin genelkurmay başkanı Juvénal Habyarimana tarafından bir darbe yapıldı. Söz konusu darbe aslında ülkenin kuzey ve güney bölgelerinde yaşayan Hutular arasındaki bir tür imtiyaz savaşının ürünüydü. Ruanda’nın kuzey bölgelerine kıyasla daha verimsiz toprakların yer aldığı güney bölgelerinde yaşayan Hutular, tarımsal üretim açısından dezavantajlı olsalar da Kayibanda döneminde hem ticaret alanında birtakım imtiyazlar edinerek hem de kamu kurumlarında artan istihdam oranları sayesinde siyasi ve ekonomik açıdan güçlendi. Kuzeyli Hutuları temsil eden Habyarimana’nın esas amacı bu gidişata dur demek ve kuzeylilerin imtiyaz alanını genişletmekti.
Yönetim tarzı ve hükümetlerin siyasi tutumu göz önünde bulundurulduğunda, soykırım öncesi ve sonrası Ruanda’sında keskin bir değişimden bahsetmek maalesef mümkün değil. Her yeni kurulan rejim bir önceki rejimden daha otoriter bir yönetim tarzını benimsedi. Demokrasi Endeksi’nin (2020) verileri ışığında Ruanda’nın bugün hâlâ otoriter rejimler kategorisinde yer aldığı biliniyor. Ülke, soykırım sonrası dönemde dış ülkelerden alınan maddi yardımlar sayesinde ekonomik açıdan bölgedeki diğer ülkelere kıyasla iyi durumda olsa da İnsani Gelişme Endeksi’nin (2020) verilerine göre hâlâ düşük gelişme gösteren ülkeleri arasında.
Yazdığınız rapora dayanarak soruyorum, Ruanda’da çatışmaya neden olan dinamikler nelerdi?
Bu rapor kapsamında yaptığım araştırmalar neticesinde iki dinamik öne çıktı. Birincisi, Ruanda’daki Belçika sömürge idaresinin hâkimiyetini tesis etmek için, öncesinde geçim kaynaklarına dayanan Hutu-Tutsi ayrımını ırksal ve hiyerarşik bir kategori olarak yeniden şekillendirmesiydi. İkincisi ise 1990’lı yıllarda yaşanan ekonomik krizin mevcut Hutu-Tutsi kutuplaşmasını derinleştirmesiydi. Bu iki husus, Ruanda’da soykırımla sonuçlanan iç çatışmayı salt bir etnik mesele olarak değerlendirmenin mümkün olmadığına işaret ediyor.
Bunların yanı sıra medya aracılığıyla yaygınlaşan Tutsi karşıtı nefret söylemleri soykırıma giden süreçte katalizör etkisi yaptı. Ülkeyi yöneten siyasetçiler, iktidar mücadelesinde güç kaybetmemek için toplumsal kutuplaşmayı daha da derinleştirdi. Komşu ülkelerdeki siyasi ve toplumsal gerilimler içerideki gerilimi tırmandırdı. Kilise soykırım sırasında ve öncesinde hem fail olarak taraf oldu hem de yaşanan çatışmalar karşısında sessiz kaldı. BM gibi aktörlerin bu süreçte etkisiz kalması hatta uluslararası bazı aktörlerin (özellikle Fransa) çatışmaları derinleştiren politikaları, soykırıma varan şiddet olaylarını tetikleyen unsurlar arasındaydı. Bu süreçte ülkede faaliyet gösteren ulusal ve uluslararası sivil toplum kuruluşları da etki alanları kısıtlı olduğu için soykırımı engelleyemedi.
Ruanda’da çatışmanın aktörleri ve talepleri nelerdi?
Çok sayıda aktörden bahsetmek mümkün elbette. Soykırım döneminde ülke yönetimini elinde tutan Habyarimana’nın partisi Kalkınma ve Demokrasi için Ulusal Cumhuriyetçi Hareket’in (MRNDD) ve diasporada yaşayan Ruandalıların kurduğu Ruanda Yurtsever Cephesi’nin (RPF) esas aktörler olduğu söylenebilir. RPF’nin amacı Ruanda iç siyasetinde söz sahibi olmalarına imkân tanıyacak müzakere masasının oluşması için Habyarimana rejimini zorlamaktı. İktidar partisi ise ülkedeki ekonomik ve siyasi krizin sebebi olarak RPF’yi işaret ediyordu. 1990 yılında çok partili sisteme geçişle birlikte kurulan partilerin çoğu RPF ile müzakere masasına oturulmasına olumlu yaklaşıyordu. Yalnızca ülkenin en sağcı partisi olarak bilinen Cumhuriyeti Savunma Koalisyonu (CDR) buna karşı çıkıyordu.
Uganda ve Burundi’yi de aktörler arasında sayabiliriz. Soykırım öncesi dönemde Ruanda hükümeti, Uganda hükümetini RPF savaşçılarını eğitmek, silahlandırmak ve sınırdaki askerî varlığını artırarak RPF’ye takviye sağlamakla suçluyordu. Ruanda’yla etnik çeşitlilik açısından benzer konfigürasyonlara sahip Burundi’deki gergin siyasi atmosfer de ülkedeki Tutsi karşıtlığını körükleyen sebepler arasında gösterilebilir.
Bütün bu sürece baktığınızda çatışmanın tarihsel gelişimi bize ne söylüyor?
30 Eylül 1990’da başlayan ve yaklaşık üç yıl süren, çoğunlukla düşük yoğunlukta seyreden çatışma, dünyanın her yerinde olduğu gibi Ruanda’da da paramiliterleşmeyle sonuçlandı.
Kötüye giden ekonomik durum özellikle başkent Kigali’de işsiz gençlerden oluşan bir alt sınıfın ortaya çıkmasına yol açmıştı. Çatışma döneminde toplumun topyekûn paramiliterleşmesi işte biraz da bu gençlerin silahlandırılmasıyla mümkün oldu. Ülkenin içinde bulunduğu sıkıntılardan RPF’yi ve RPF müttefiki olarak görülen “içerideki düşman” Tutsileri sorumlu tutan geniş bir kitle mevcuttu. Tek yapılması gereken bu kitleyi silahlandırmaktı.
Çatışma süreci, çatışmanın yarattığı yıkım ile ilgili ne düşünüyorsunuz? Savaşın verdiği tahribatı anlatabilir misiniz?
Çatışma döneminde her iki tarafın da çok sayıda katliamda rol oynadığı biliniyor. Soykırım esnasında ise yaklaşık 1 milyon insanın öldürüldüğü, 2 milyona yakın insanın çevre ülkelere göç ettiği, 1 milyon insanın ülke sınırları içinde yerinden edildiği, 100 bin ila 250 bin arasında kadının tecavüze uğradığı tespit edildi. Maddi hasar da çok yüksekti. Mesela 1994 hasadı 1993’ün yarısından daha azdı. Altyapı sistemi çökmüş, bankalar yağmalanmış, kamu hizmetleri verilemez olmuştu. Üstelik, başka soykırım örneklerini göz önünde bulundurarak, 1994’ün nesiller boyu etkisi devam edecek travmatik bir anı olarak kolektif hafızaya kaydedildiği söylenebilir.
Müzakere süreçleri nasıl işledi?
Habyarimana rejimi, 1990-1992 arasında RPF ile müzakere masasına oturmayı reddetse de muhalif grupların ülke içindeki faaliyetlerine getirilen kısıtlamaları iptal eden ve yurtdışındaki Ruandalılara ülkeye dönüş hakkı tanıyan reformlar sürüyordu. Nihayet 1992’de Afrika Birliği Örgütü ve Afrika Büyük Göller Bölgesi’ndeki çok sayıda devlet başkanı aracılığıyla Ruanda hükümeti ve RPF arasında müzakereler başladı ve 12 Temmuz’da bir ateşkes imzalandı. Ancak 1993 yılının Şubat ayında Ruanda’nın kuzeyinde yaşayan Tutsilere bir saldırı düzenlenmesiyle birlikte çatışma yeniden başladı. Ateşkesin bozulması, bir yandan ülkedeki reform hareketi üzerindeki baskıyı artırırken bir yandan da Habyarimana’nın halk desteği kazanmasını sağladı. Mart 1993’te yeniden başlayan müzakereler 4 Ağustos tarihinde Arusha Barış Anlaşması’nın imzalanmasıyla sonuçlandı.
Bu müzakereler çerçevesinde RPF’nin stratejisi netti: Ülkedeki insan hakkı ihlallerini gündeme getirerek Habyarimana rejiminin uluslararası imajını sarsmak ve muhalefet partileriyle işbirliği yaparak mevcut hükümeti zayıflatmak. Anlaşmanın imzalanmasıyla birlikte Ruanda hükümeti tarafından resmen tanınan RPF, muhalefet partileriyle kurduğu iyi ilişkiler sayesinde ülke içindeki etki alanını genişletiyordu. Bunun yanı sıra, ülke içindeki derneklerde ve sivil toplum örgütlerinde de varlığı güçlenmekteydi.
Arusha Anlaşması’na göre 8 Nisan 1994’te Ruanda’da bir geçiş dönemi hükümeti kurulacaktı. Bu nedenle BM üyelerinin 5 Nisan’da ülkeden ayrılması kararlaştırılmıştı. Fakat müzakere sürecini yönetmek üzere Arusha’ya giden Habyarimana’yı taşıyan uçağın 6 Nisan’da Kigali’de düşürülmesinin ardından ülkenin dört bir yanında yoğun şiddet olayları yaşandı. 7 Nisan tarihinden itibarense Ruanda’daki milisler soykırım planları çerçevesinde katliamlara başladı.
Katliamlar başkent Kigali’nin kontrolünün Paul Kagame liderliğindeki RPF’nin eline geçmesiyle sona erdi. RPF ve Kagame o günden beri ülkenin yönetimini elinde tutuyor.
Şimdiki durum nedir? Şu anda bir yüzleşme sürecinden bahsedebilir miyiz?
Günümüzde tek partili bir rejimle yönetilen Ruanda Cumhuriyeti’nde seçimler adil ve şeffaf bir şekilde yapılmıyor, temel insan hakları ihlal ediliyor ve sivil toplum faaliyetleri kısıtlanıyor. Ancak artan otoriterleşmeye rağmen bir yüzleşme sürecinden bahsetmek mümkün. Bu bağlamda Gacaca Mahkemeleri deneyiminden bahsetmek gerekiyor.
Fail ve mağdur yakınlarının duruşmalarda karşı karşıya getirildiği Gacaca Mahkemeleri’nde BM ve Ruanda hükümeti formasyonundan geçmiş yargıçlar görev aldı. Gacaca Mahkemeleri’ne eleştirel yaklaşan araştırmacılara göre yargıçların önemli bir kısmının Tutsi olması mahkemenin tarafsızlığı hakkında şüphe uyandırıyordu. RPF tarafından işlenen suçların mahkemenin kapsamı dışında bırakılması da mahkemeye yöneltilen eleştiriler arasındadır. Öte yandan, cezalandırıcı mekanizmalardan ziyade onarıcı mekanizmaların devreye sokulduğu bu deneyimin, bünyesinde barındırdığı sorunlara rağmen modern hukuku tamamlayıcı bir işlev kazandığı söylenebilir.
Türkiye’deki çatışma süreçleriyle benzer, farklı yanları neler? Çözüm için öneri ve tavsiyeleriniz var mı?
Ruanda’daki çatışma sürecinin sömürge geçmişi göz önünde bulundurulduğunda Türkiye’dekinden oldukça farklı olduğu aşikâr. Yine de Ruanda deneyimi Türkiye’deki Kürt meselesi bağlamında değerlendirildiğinde bölgesel dinamiklerin çatışma süreçlerine etkisinin altını çizmek gerekiyor. Uganda-Burundi-Ruanda denklemi olarak da isimlendirebileceğimiz komşu ülkeler çatışmayı doğuran, besleyen ve güçlendiren etkilerde bulundu. Türkiye’nin komşu ülkelerinde de hayli Kürt nüfusu bulunması, Kürt meselesini tek bir devlet içerisinde değil bölgesel bir sorun olarak değerlendirmeyi zorunlu kılıyor. Bu bağlamda, bir ülkede yaşanan Kürt meselesinin diğer ülkedekini de etkilediğini göz önünde bulundurmak gerekiyor. Bunun yanı sıra, etnik ve sınıfsal çatışmaların hâkim gruplar arasındaki imtiyaz mücadelesinde araçsallaştırılması bakımından Ruanda vakası ile Türkiye’nin Kürt meselesi arasında göreli olarak bir benzerliğin olduğu söylenebilir.
Öneri olarak da iki olumlu gelişmeye değinmek gerekiyor. Gacaca Mahkemeleri deneyimindeki sorunlu yanların aşılması yönünde adımlar atıldığı takdirde benzer mekanizmaların Türkiye’deki olası bir geçiş dönemi adaleti kontekstinde gündeme alınması faydalı olabilir. Bir diğer olumlu gelişme, kadınların hem siyaset sahnesine hem de çalışma hayatına katılım oranlarındaki artış. Politik mecralarda ve toplumsal alanda artan kadın görünürlüğü, demokratik bir rejime geçildiği takdirde şüphesiz daha olumlu sonuçlar doğuracak.
Raporun tamamına buradan ulaşabilirsiniz.
Dosyanın diğer bölümlerine buradan ulaşabilirsiniz.
Bizi Takip Edin