Türkiye Koşullarında Hayvan Hakları Mücadelesi
Kafamızı nereye çevirsek sömürü var ama biz hâlâ toplumun önemli bir kesimini kedilerin ve köpeklerin yaşam hakkı konusunda ikna edememiş durumdayız. O yüzden durma, umutsuzluğa kapılma lüksümüz yok. İçinde yaşadığımız ortamda, siz nerede, hangi konuda ne hissediyorsanız hayvanlar bir yerlere daha beterini yaşıyor.
Hak ihlalleri, bazı canlıların yaşam hakkı, adalete erişim anlamında yaşadığı sorunlar tüm dünyada var. Biz, içinde yaşadığımız ülkede bunları biraz daha sert hissediyoruz. Hak mücadelesi bir yaşam tarzına dönüşüyor, çünkü başka türlü hayatta kalmak mümkün olmuyor. Birazcık durduğumuz ve üzerimizde kurulmak istenen tahakküme müsaade ettiğimiz anda, baskının dozu artıyor. Bu baskıdan hem insanlar hem hayvanlar etkileniyor. Gücü elinde bulunduran, kendi menfaatleri için gücünün yettiğini yok etmekten çekinmiyor.
Peki bu zulmün dozu insanlar ve hayvanlar için aynı mı? İkisi için de mücadele aynı minvalde mi sürüyor? Bu noktada birkaç başlığa değinmemiz gerekiyor.
Birincisi; işe yarar, yaramaz, uygulanır, uygulanmaz ama hukuki durum anlamında temel bir fark var. Çocuk ya da yetişkin insan türü, yaşam hakkını güvence altına alan yazılı bir metne dayanabiliyor. Uluslararası sözleşmeler de Anayasa da kanunlar da buna yer veriyor. Hayvanlar açısından elimizde böyle bir metin yok. Hayvan hakları mücadelesini bugün, bu dönem başlamış olarak düşünmeyin. 2004 yılında Hayvanları Koruma Kanunu yürürlüğe girmeden önce çok farklı bir mücadele vardı. 2004 yılında kanun yürürlüğe girdikten sonra, kanunun bir sürü eksiği olsa dahi mücadeleye ayrı bir araç katmış oldu. 2021 yılında kanun değişti. Yine birçok eksiği var ama az da olsa elimize yeni araçlar verdi ama hayvanlara ilişkin kanunlar ‘tüm hayvanların yaşam hakkı vardır’ demedi, demiyor. Araç diye tanımladığımız şeyler sadece kediler, köpekler için. Geyik deyince karşımıza koskocaman Kara Avcılığı Kanunu çıkıyor. Mezbahadaki, deneylerdeki, hayvanat bahçelerindeki hayvanlar Hayvanları Koruma Kanunu kapsamında korunmuyor. Gelmek istediğimiz nokta şu; hayvanların çoğu için kediler ve köpekler bakımından kamuoyu bilinçlendirme çalışmaları, sokak eylemleri gibi yöntemler 2004 öncesi yapılan mücadelenin bir benzeri hâlâ devam ediyor.
İkincisi; diğer hak mücadelelerinin mağdurları bir yandan hayvan hakları mücadelesi bakımından fail konumundalar. Hayvan yemek, hayvan giymek, hayvanlar üstünde denenmiş malzemeleri kullanmak insan hayatının normali olmuş durumda. Bu kadar normalleşmiş sistematik ihlaller sadece hayvan hakları mücadelesinde var. Diğer yandan; insan hakları mücadelesinin içinde olanların, insan hakları ihlalleri bu kadar yoğunken hayvan hakları mücadelesini lüzumsuz bulma gibi bir bakış açısı da var.
Üçüncüsü; insan yaşamını üstün gören genel bir toplum algısı var. İnsanın iyiliği için hayvanın ölümünü normal ve doğru kabul eden bir toplum algısı. Bunu kırmak da kolay değil. Doğduğumuz andan itibaren hem aile içinde hem de karıştığımız her toplumsal ortamda bu dayatılıyor. Bu doğruları yıkıp geçmek kolay olmuyor. Biz de bir noktaya kadar farkında bile değildik. Fark ettiğimiz andan itibaren kendimizi değiştirmeye çabalıyoruz. Bu nedenle hayvanları sömürü zincirinin en dibindeki halka olarak görüyoruz. Kafamızı nereye çevirsek sömürü var ama biz hâlâ toplumun önemli bir kesimini kedilerin ve köpeklerin yaşam hakkı konusunda ikna edememiş durumdayız. O yüzden durma, umutsuzluğa kapılma lüksümüz yok. İçinde yaşadığımız ortamda, siz nerede hangi konuda ne hissediyorsanız hayvanlar bir yerlere daha beterini yaşıyor. Hiçbir şey başaramamış bu hâlimizle onların yüzlerine bakacak durumda değiliz. En azından yılmadan mücadele etmeliyiz.
Hayvan haklarının genel çerçevesi bu olunca, mücadelede bir de yasal kabul edilen ihlaller için stratejiler geliştirmemiz gerekiyor.
Av, mezbaha, deney gibi başlıklardan bahsediyoruz. Bu konularla mücadele iki yönlü ilerliyor. Öncelikle bilinçlenmemiz ve bilinçlendirmemiz gerekiyor. Toplumun genelinin bunlara cinayet demesini sağlamamız gerekiyor. Toplum hazır olmadan tepeden inme kanun ortaya çıkmıyor. Kedilerle ve köpeklerle ilgili toplumun tepki sesinin kıyasen yüksek çıkması, 2004 yılında Hayvanları Koruma Kanunu’nu çıkardı. Yakın zamanda toplumda faytona binme sesinin yüksek çıkmaya başlamasıyla, yaşam nöbetiyle İstanbul Adalar’da fayton zulmü sona erdi. Uzun sürüyor ama çabalar sonuç veriyor. Mücadelenin bu ayağından vazgeçmememiz gerekiyor.
Diğer yandan da bu yasal cinayetlerin yasal açıklarını kovalamamız gerekiyor. Çünkü uygulayıcılar genelde cinayetin yasal kurallarına bile riayet etme gereği duymuyor. Bu açıkları kullanarak uygulayıcının işini bozmamız, onu zor durumda bırakmamız gerekiyor. Bu konuda en yakın ve güzel örnek av turizmi ihaleleri. İki senedir sivil toplum kuruluşları ve barolar bu konuya ciddi anlamda eğilmiş durumda ve bu odaklanmanın da olumlu sonuçları oluyor. Cinayetin baş organizatörü Tarım ve Orman Bakanlığı, kanun koyucunun belirlediği cinayet kurallarına bile uymaya tenezzül etmiyor. Bakanlığın bu basiretsizliği bize tabii ki önemli bir alan açıyor. Bu kanuna aykırılıkları kullanarak Bakanlığı yargı yoluyla sıkıştırma, işini bozma, en önemlisi de öldürmek istediği hayvanları kurtarma şansımız oluyor.
Bir diğer örnek de deneylerle ilgili. Hayvan Deneyleri Merkezi Etik Kurulu’na (HADMEK) bir tane hayvan koruma alanında çalışan sivil toplum kuruluşu üyesi seçilmeli ama bu kontenjanı dalga geçer gibi deneylerde kullanılmak üzere hayvan üreten Laboratuvar Hayvanları Bilimi Derneği ile doldurdular. Burak Özgüner’in açtığı dava ile bu işlem iptal edildi. Bu da güzel bir mücadele örneği oldu ancak Tarım ve Orman Bakanlığı şimdi de mahkeme kararını uygulamamak için yönetmeliği değiştirme peşinde koşmaya başladı.
Bazı durumlarda da ihlallere hayvanı kurtarmak için doğrudan müdahale etmemiz gerekebiliyor. Böyle durumlarda, hayvanın zor durumunun sebebi olan mala ya da insana zarar vermek zorunda kalabiliyoruz. Bu tarz müdahaleler meşru savunma ya da zorunluluk hâli olarak değerlendirilmeli ama bizim hukuk sistemimizde tabii ki böyle bakılacağının garantisi yok. O yüzden böyle durumlarda hayvanı kurtarmak için risk alabilmeliyiz.
Devlet kanadıyla bu şekilde zorlu bir mücadele sürdürürken diğer yandan kendi içimizden çıkan sıkıntılarla da uğraşmak zorunda kalıyoruz. Konu hayvanlar olduğu ve hayvanların yapılanlara ses çıkarma, yapılanları ifşa etme imkânı olmadığı için, çoğu insan bu mecrayı zenginleşme, adını duyurma, var olma alanı olarak görüyor. Hayvanları ve hayvanlar konusunda hassasiyeti olan insanları kullanarak kendine maddi-manevi menfaat sağlıyor. Bu kişilerin bu samimiyetsizlikleri ve kötü niyetleri, devlet karşısında sağlam duruşumuza zarar veriyor. Şunu çok net söyleyebiliriz; bu iki yüzlü insanlar kendini açıkça “hayvan düşmanı” olarak tanımlayan insanlardan çok daha tehlikeli.
Yine camia içinde yaşadığımız bir diğer problem; insanların bir noktadan sonra mücadele için var olma amacını unutup, kendisine odaklanmaya başlaması. Hayvanlar için yapılan işlerde, atılan adımlarda; sonucun hayvanlar için iyi olup olmadığını değerlendirmekten ziyade, işi kimin yaptığıyla uğraşması, kendini öne çıkarmaya çalışması ve bu bakış açısının devamında, birbirinin mücadelesini küçümseme, önemsizleştirme noktasına gelmesi.
Biz bu şekilde camia içinde kendimizle, birbirimizle uğraşırken; hayvanlar en ağır ihlallere maruz kalmaya devam ediyor. O yüzden artık hepimiz tehlikenin ciddiyetinin farkına varmalı, gözümüzü hayvandan ayırmadan, sadece hayvanların iyiliği için mücadele etmeyi öğrenmeliyiz. Biz bunu yapmayıp, güçsüz görüntümüzü sürdürdüğümüz sürece bir genelgeyle, basına yansıyan bir haberle mücadelede 30 yıl geriye gidebiliyoruz.
Barış Karlı
Görsel: Roma Velarde
Bizi Takip Edin