Birikimin E-Halinden Nükleer İrrasyonaliteye
Avrupa Birliği Komisyonu'nun raporuna göre radyasyon ve fosil gaz[1] iklim dostu ilan edilebiliyorsa, küresel sivil toplum olarak işimiz çok! Kapitalist sistemin ileri dönüşümü açısından kontrol mekanizması işlemeyen bir metalaşma sürecinde yıkım kaçınılmaz olduğu için[2] sermayenin saldırıları sesimizi alarm zilleri gibi yükseltirken ekoloji ve emek hareketleri ortaklaşmadıkça kaybedilen şeyin adı olmaz mı bu dünyadaki yaşam?
Son dönemde karşı karşıya kaldığımız fahiş elektrik faturaları malumun ilamı oldu. Giderek daha fazla yoksullaşan dolayısıyla yoksunlaşan geniş kesimler açısından, ekonomik sürdürülebilirlik tanzim satışlarla, asgari geçim indirimleriyle ya da ucuz kredilerle göğüslenecek eşiği çoktan aştı. Zira en başta özelleştirmeler, kur krizi ve artan maliyet enflasyonu nedeniyle kötüye giden ekonomi şartlarında birim bazında pahalılaşan elektrik, bir sonraki çevrimde ara ürün olarak değdiği her şeyin fiyatını daha da yükseltecek. Bu şekilde önümüzdeki kara delik her geçen gün büyürken bu mağduriyetlerin elektriğin tüketim limitlerindeki değişiklikle tolere edilmesi de mümkün değil ve bu durum geniş kesimler için ilave yeni borçlanmalar anlamına geliyor.
Öte yandan yurt genelinde süren işçi eylemleriyle geçinemeyenlerin sesine yukarıdan aşağıya taşeronlaşmış olan bu sistemde, açlık içindeki sermayenin gasp ettiği emeğin sesi de daha fazla karışıyor. Bunun bir örneğini, Akkuyu NGS ile olası bir seçimden önce gövde gösterisi yapmayı sağlayacak açılış seremonisinin kotarılması, en azından 2023’te 1. reaktörün operasyona başlatılması hedefinin yakalanması için pandemi demeden, dur-durak dinlemeden az zamanda daha çok işin yapılması adına çalıştırılan işçilerin emeklerinin karşılığı verilmeksizin işten çıkarılmalarına isyan edişlerinde görüyoruz.
Bu ortama bir de Türkiye’de Sinop’a kurulması tasarlanan, Türkiye’nin ikinci nükleer santraline yönelik Rusya ile paslaşıldığı haberi gündeme düştü… Hem de Sinop’ta kurulması istenen farazi bir nükleer santral projesine verilen ezbere ÇED onayına karşı Sinop’taki nükleer karşıtlarının başvurusuyla başlatılan dava sürecinde bilirkişi incelemelerine ait inceleme raporu Sinop İnceburun’da öngörülen alanda herhangi bir nükleer santralin kurulmasının uygun olmadığına dair görüşlerini bildirmiş ve projenin uygunsuzluğunu bundan 2 ay önce açık açık ilan etmişken…
Bir kez daha görüyoruz ki, siyasi beka iktidar için her şeyden önemli ve nükleer santral nüfusun bir kesimi için bilinmezlikleriyle vaatlerin motoru olarak en azından önümüzdeki seçime yönelik hala bir propaganda aracı yerini korumakta… Bu açıdan demokrasi şartlarında tepki çekmesi muhtemel olan bu söylemi, iktidar açısından olanaklı kılan iki nedenden biri inkar, diğeri edinilen aşırı gücün korunmasındaki zorunluluk. İnkar iktidarın eylemlerinin bir parçası, zira gerçek duruma uygun ve uyumlu hareket etmek problemlerin failleri için kendi sorumluluğunun bulunduğunu kabul etmek demektir. Dolayısıyla bu noktada muktedir için yapılabilecek tek şey, irrasyonaliteye sığınmak ve “tufanın kendisinden sonra geleceği inancıyla” hakikati reddetmek oluyor.
Yukarıdaki mantalitenin ısrarcılığında, elektrik alım fiyatının Akkuyu NGS için yapılan sözleşmeye göre bugünkünün de üstünde bir fiyattan garanti edilmiş olduğu düşünülürse, elektrikte bugün yaşanan şokun bir benzerinin nükleer enerjinin devreye girmesiyle tekrarlanacağı az çok tahmin edilebilir. Bu şartlarda ikinci santralin de muştulanması ise irrasyonaliteye sığınmaktan başka bir şey değildir. Hem de bizzat Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Fatih Dönmez tarafından sarf edilen “nükleeri 15 yıl pahalı, 65 yıl ucuz diye düşünmek lazım” itirafı [3] yani 2023’te nükleer enerji üretimine geçilirse 2038’e kadar elektriği bugün yaşadığımız şoka neden olan fiyatlardan daha pahalıya alacağımız yönündeki bu itirafı tazeliğini korurken! Ayrıca bakanın ifadesinde geçen “65 yıl ucuz” elektrik sağlanacağı iddiasına hiçbir okuyucumuzun itimat etmeyeceğini umarım. Zira bugün 60’lı yaşlarında bir bürokrat için kendi siyasi ömründen sonrasını ilgilendiren nükleer santralin operasyon sürecinin ilk 15 yılından sonra başlayacak 65 yıllık zaman dilimine dair tespitlerde bulunmak bir sorun teşkil etmeyebilir.
Her şeyin ötesinde biliyoruz ki, kamulaştırma olmadıkça elektriğin ucuza üretimi mümkün değildir, maliyetli bir enerji üretim metodunu şirket eliyle bir de üzerine kar koyup satarsanız o elektriğin ucuz olması hiç mümkün değildir. Ayrıca rüzgar ve güneş temelli yenilenebilir enerjiden üretilen elektriğin fiyatı bugünkü elektriğin fiyatının dörtte birine denk gelirken enerjiyi pahalıya üreten ve aynı zamanda kirletici olan teknolojilerle vakit kaybetmek niye? Bu noktada şunun da altını çizmek istiyorum; içinde bulunduğumuz kriz nükleer enerjinin yoğun elektrik üretimi sağlaması üzerinden elektriğin ucuzlayacağı faraziyesinin savunulacak tarafının kalmadığının ispatıdır. Zira bilindiği gibi bugün şok yaşatan elektrik fiyatları üretim kapasitesinin yüzde 50’ye yakını atıl durumdayken yaşanmakta.[4]
Öte yandan, bakanın bu ifadesini biraz daha irdelersek, iki mesaj daha verildiğini görmekteyiz. Bunlardan biri, ömrü şimdiye dek 60 yıl olarak ilan edilmiş olan nükleer santralin ömrünün şimdiden 80 yıla uzatıldığıdır. Oysa, bir nükleer santralin ömrü uzatıldıkça sorunları artar, üstelik bu sorunları iklim krizi şartlarıyla birlikte düşünmemiz gerekiyor artık… Yani nükleer santral gibi her geçen yıl atıl teknoloji haline gelen bu yatırım çetinleşen iklim şartlarında daha büyük tehlikeler arz edecek. Tüm bunlara ilaveten, lütfen okuyucularımız not etsin ki, Akkuyu NGS için yapılan sözleşmede 15 yıl sonra elektriğin alım fiyatının artmayacağının garantisi bulunmadığı gibi, nükleer santralin inşa maliyetine ek olarak yüklenilmesi gereken geçici ve nihai nükleer atık depolarının yapımı da Türkiye’nin sorumluluğu altında bulunmaktadır. Yani nükleer santral kurulması nedeniyle elektrik üretim sürecine dahil olan maliyetli üretim süreçleri karşısında bugünden daha zor ekonomik koşullar içine girmemiz kaçınılmaz. Ayrıca muştulanan ikinci santral nedeniyle siz bunu bir de ikiyle çarpın!
Bir diğer irrasyonalite ise küresel sahnede yaşanmakta… Zira Avrupa Birliği Komisyonu’nun iklim krizi şartlarında nükleer enerjiyi 2045 yılına kadar düşük karbon teknolojiler arasında saymak suretiyle sürdürülebilirlik sınıflandırmasına dahil ettiğini duyurdu[5]. Yani göz göre göre radyasyon kaynağı ve uzun ve maliyetli süreçlerinde karbon da salan nükleer enerji yatırımları iklim krizine karşı önlemler arasına katıldı. Kuşkusuz bu kabulde ağırlığını koyan geçmişte yaptığı yatırımlarla elektrik enerji üretiminin yüzde 72’sini nükleer santrallerden karşılayan ve nükleer enerji üretimine eşlik eden iş alanlarına sahip Fransa ve nükleer endüstri ağının paydaşlarıdır. Kaldı ki fosil gazı da düşük karbonlu teknolojiler arasına katan komisyon üyeleri tarafından nükleerden yana farklı bir karar alınması da beklenemezdi. Ancak bu ön kabulün bedelinin nükleer bir kaza olmasa dahi, iklim krizi şartlarında da ekolojik felaket demek olduğu unutulmamalı [6].
Avrupa Birliği Komisyonu’nun bu kararı Türkiye gibi pek çok ülke açısından insan ve sermaye kaynağının maliyetli ve ekolojik olmayan nükleer santral yatırım süreçlerinde hebaya devam edeceğinin işaretlerini veriyor. Yani uranyum madenciliğinden çözümsüz atık aşamaları dahil tüm operasyon süreci boyunca kaza olmasa dahi yaşamı ipotek altında tutan nükleer santral yatırımlarına kaynak aktarılması gerçekten hepimiz için büyük bir kayıp. Zira iklim krizinin kontrol altına alınmasını sağlayacak kaynağını doğadan alan ve sonlu olmayan rüzgar ve güneş gibi doğaya uyumlu, düşük maliyetli ve komplike olmayan uygun çözümlere ihtiyaca göre yatırım yapmaktan uzaklaşılması, zamanın ve maddi kaynakların israf edilerek yaşamlarımıza el koyulması demek. İklim krizini ve beraberinde başka ekolojik sorunları derinleştirecek bir karar olarak AB Komisyonu raporunda radyasyon ve fosil gaz iklim dostu ilan edilebildiğine göre küresel sivil toplum olarak işimiz çok! Zira Kapitalist sistemin ileri dönüşümü açısından kontrol mekanizması işlemeyen bir metalaşma sürecinde yıkım kaçınılmaz olduğu için [7], sermayenin saldırıları sesimizi alarm zilleri gibi yükseltirken ekoloji ve emek hareketleri ortaklaşmadıkça kaybedilen şeyin adı olmaz mı bu dünyadaki yaşam? Bu durum gezegenimizi büyümenin sınırlarını aşındıran eşiğe her geçen gün daha fazla yaklaştırırken, yaşamsal sürekliliğe kast eden irrasyonalitenin daha da büyümesinden başka bir anlama daha geliyor. Karar vericilerin üzerinde baskı kurmak bir gereklilik ve bu ancak hak kayıplarına uğrayanların aynı yönde hareket ederek ortak bir talebi dile getirmesiyle mümkün.
Bizi Takip Edin