Farklı Şehirlerden 12 Sanatçı Birbirlerinin Projelerini Üretti
'Temel motivasyonum doğaya, dönmek istediğimiz kendi küçük alanlarımıza bakmaktı.' Pandemi nedeniyle kısıtlı seyahat edilen İzmir, Diyarbakır, Mardin ve Şanlıurfa’dan 12 fotoğraf sanatçısı gidemedikleri farklı şehirlerde birbirlerinin projelerini üretti.
Değiş Tokuş Proje Koordinatörlerinden Serdar Darendeliler, projenin Kültür için Alan’ın faaliyet gösterdiği şehirler ve çevre şehirlerine yönelik açık çağrısına gelen başvurular arasından ilk aşamaya seçilen 20 katılımcının, tanışma toplantılarının ve aralarındaki fikir alıverişlerinin ardından ikili ekipler olarak proje önerilerinde bulunmasıyla başladığını söyledi. İkinci aşamada seçilen 12 sanatçı ikişerli gruplar oluşturarak çalışmalarını geliştirirken, tüm etkinlikleri çevrimiçi mecralarda düzenlenen ‘Değiş Tokuş’ kapsamında, sanatçılarla yürütülen birebir editörlük/mentorluk oturumlarının yanı sıra herkesin katılımına açık ‘Değiş Tokuş Konuşmaları’ ve sadece katılımcı sanatçılara yönelik ‘Değiş Tokuş Seminerleri’ de gerçekleştirildi. Projenin Instagram hesabını da bir nevi sergi alanına dönüştürmeyi ve takipçilerle daha yakın bir etkileşimi hedeflediklerini ekleyen Darendeliler, ”‘Instagram takeover’lar boyunca proje ekipleri, ikişer gün boyunca devraldıkları hesapta, bir yandan bu web sitesindeki seçkiye dahil olmayan fotoğraflarından bazılarını paylaşırken diğer yandan da fotoğraftan edebiyata, sinemadan müziğe ve projelerinin ilham kaynaklarına dair paylaşımlarda bulundu.” dedi.
‘Değiş Tokuş’ kapsamında 12 sanatçının ürettiği işler ile akademisyenler ve araştırmacıların değiş tokuş kavramına dair kaleme aldığı metinlerin, projeye özel olarak hazırlanan projedegistokus.com adresinde izlenime sunulduğunu ekleyen Darendeliler, ”Tüm bunların yanı sıra üretilen her işten birer fotoğraf, projenin çıkış noktası olan değiş tokuş kavramına fiziksel olarak da gönderme içeren bir kartpostal setinde bir araya getirildi.” açıklamalarında bulundu.
Projede yer alan katılımcılar deneyimlerini Sivil Sayfalar için paylaştı.
Projede yer alan Merve Güçlütürk, doğa kavramının onları bir noktada birleştirebileceğine karar verdiklerine değinerek başladı sözlerine. İşin başlangıcıyla eş zamanlı olarak İzmir’deki radyoaktif atık alanı üzerine haberler okumaya başladığını söyleyen Güçlütürk, ”Atığın toprağa gömülü bir halde olması bu durumu Fatma’ya anlatmam konusunda beni tetikledi. Fatma’nın da ilgisini çekmesiyle beraber toprağa gömülü olarak orada duran bir zehir ve öte yandan topraktan çıkan bereket kıyaslamasına gitme isteğini oluşturdu. Proje ekibimizle yaptığımız toplantılarda bir kıyas olarak “cennet” ve “cehennem” benzetmeleri ortaya çıktı. Nitekim tarihsel süreçte de Hevsel Bahçeleri’nin cennet olarak anıldığını gördüm. Bu zehirli alan ise sadece bir cehennem olabilirdi. Alanda zaman geçirdikçe, mahalle sakinlerinin sorunlarını dinledikçe gerçekten de buranın kısır ve sağlıksız olduğu konusunda hem fikir olduk. Ancak tarafsız verilere ve haberlere ulaşmada yaşadığımız sıkıntı ortaya bir gizem durumunu çıkarttı.” dedi.
Raporları inceleyip, konunun takipçisi olan kişilerle görüşmeler yaptıklarını söyleyen Güçlütürk, basında geçen haberler üzerine araştırmalar gerçekleştirdiklerini ve bu atık alanının cehennem ile eşleşme durumunun kaçınılmaz olarak gerçekleştiğini belirtti. Hevsel’e dair ise Dante’nin ‘İlahi Komedya’ isimli eserinin kendisi için ilham sürecini başlatan kitap olduğunu ekleyen Güçlütürk, konuştukları kavramları kitap içerisinde aramaya başladığını,
zaman içerisinde yaptıkları çekimlere dayanarak fotoğrafları alıntılar aracılığıyla okumaya başladığını ve eşleştirmeler oluşturmaya yöneldiğini, projenin de bu şekilde son hallerine evrildiğini söyledi.
Pandemi sürecinde seyahat kısıtlaması ve tedirginliklerle birlikte yaklaşık 2 yıldır sürdürdüğü ve yine pandemi süreciyle birlikte zihninde daha fazla dolaşan ‘doğaya dönüş’ meselesine/projesine dair bir şeyler yapmak istediğinden söz eden Fatma Çelik, projeye başvuru nedenini şöyle açıkladı: ”Hem bu meseleye başkasının nasıl bakabileceğini merak ettim, hem de ben gidemiyorsam başkası aracılığıyla bakma imkanı bulurum düşüncesiyle projeye başvurdum.”
Temel motivasyonunun doğaya, dönmek istediği kendi küçük alanlarına bakmak olduğunu söyleyen Çelik, “Her geçen gün bir yığın talana maruz kalan kentlerimizde elimizde avucumuzda kalan (yeşil) alanların gittikçe azaldığını görmek korkunç geliyordu. Toprak ile bir araya gelerek kendi yaşam alanını kuran küçük direnişler ise bana büyük bir umut kaynağı oldu. Özellikle de 90’larda boşaltılan köylerine geri dönüp üretim yapan aileler. Diyarbakır’da Sur içinde büyüdüm. Sur içinin bir tarafı Hevsel bahçeleriyle sarıp sarmalanır. Şehrin ambarı olarak görülen Hevsel bahçelerinden kutsal kitaplarda da Adem ile Havva’nın düştüğü yer olarak bahsedilir. Proje partnerim Merve’ye bu düşüncelerimi, hayallerimi anlatınca o da Hevsel’ den çok etkilendi. Aslında benim cennet gibi gördüğüm Hevsel’in kutsal kitaplarda da öyle geçtiğini projeyi yürütürken öğrendik. Öte taraftan İzmir’deki alternatif yaşam alanlarına bakmak istediğimizde korkunç nükleer atık çöplüğünü anlattı Merve. İzmir gibi bir şehrin orta yerinde nasıl olur böyle bir şey? Tam da bir cennet tasviri ararken! Bu beni gerçeklikle bir kere daha yüzleştirdi. Her şeye rağmen bir cehenneme itildiğimizi; geldiğimiz noktanın korkunçluğunu, kontrolümüzün ne kadar da dışında olduğunu… Biz de bu proje ile hem bir farkındalık yaratmak, hem de aslında başka türlüsünün de elimizin altında olduğunu ve mümkünlüğünü hatırlatmak istedik. Hevsel bir zamanlar şehrin tüm sebze ve meyve ihtiyacını karşılıyordu, fakat tek çeşit üretime geçtiğinden beri, kavakların artmasından beri pek öyle değil. Burada Cennet ve Cehennem ile kastedilen böyle bir şey.” dedi.
Çocukken ne olmak istiyorsun sorusuna ‘Gezgin olmak istiyorum.’ şeklinde cevapladığını söyleyen Ayşegül Kaycı, kendisi için insanların çeşit çeşit olduğunu söyleyerek başladı: ”Ağaçlar da, kuşlar da, yollar da. Hepsi ile konuşmak, hepsini dinlemek istiyordum. Hepsi çeşit çeşit ise hepsi ayrı ayrı hikâye de demekti; bu hikayelere ulaşmak istiyordum. Şimdi gezgin olmasam da doğru yolda olduğumu biliyorum en azından.”
‘Duvarların Belleği’ fikrinin yıllardır aklında olduğunu belirten Ayşegül Kaycı, ekonomik koşullar bir yana Pandemi’nin de ortaya çıkmasının bu hayali daha da imkansız hale getirdiğini söyledi: ”İnsanların sakladıkları ve gösterdikleri arasındaki davranış tutumlarını görsel kültür, sosyoekonomik ve sosyopolitik değişimler üzerinden ve aynı zamanda gösterme-sunma biçimleri ile saf anlatı şeklinde kurdukları bireysel ilişkilerini bu fikir ile belgelemek ve bir projeye dönüştürmek istiyordum. Bu fikrin çıkış noktası ise 2016 yılında kendi köklerimin olduğu Iğdır ziyaretimde, yakın bir akraba evinde gördüğüm, duvara asılı fakat üstü örtülmüş bir fotoğraftır. Bir zamanlar o evde yaşamış fakat şimdi ölmüş olan Hoca Sait Dede’nin bu dünyaya ait olan bedeni, ruhu rahatsız olmasın diye yüzü kapatılacak şekilde örtülmüştü. Tıpkı beden can verdikten sonra yüzünün kapatılması gibi bir şey.”
”Benim için bu projenin en büyük katkısı bu yüzleşme ortamını oluşturmuş olmasıdır.” diyen Kaycı, bu projenin özü itibari ile de trend sanat hareketlerinin yanı sıra ‘Ben’ yerine ‘Biz’ kavramını kolektif anlayışı ve üretim pratikleri çerçevesinde yeniden düşündürttüğünü ekledi.
Değiş-Tokuş Projesini çok yalın ve net bir içeriğe sahip olduğunu söyleyen Tıkıroğlu, farklı şehirlerdeki insanların birbirleri için ya da birbirleri yerine üretmeleri, birbirlerinin mekanik olarak gözü olmaları fikrini çok heyecan verici bulduğunu belirtti. Partneri, Mardin’den Hicret Ayaz İpek ile birlikte “liminal alan” konusu üzerine çalışan Tıkıroğlu, ikisinin de resim temelli ve aynı coğrafyanın çocukları oldukları için ortak paydada buluşmanın kolaylığından bahsetti.
”Projenin benim açımdan en önemli katkısı başkası için bakmak, başkası için düşünmek, başkası için orada ve o anda olma pratiği kazandırması oldu.” diyen Tıkıroğlu, fotoğrafların, fotoğrafı çekilen olayın bir zamanlar içinde var olduğu zaman akışını yakaladığı ve fotoğraf çekme ediminin bir seçimler silsilesi olduğunu söyledi: ”John Berger O Ana Adanmış isimli kitabında: ‘Fotoğrafçı, fotoğrafını çektiği olayı seçer. Bu seçime kültürel bir inşa gözüyle bakılabilir. Bu inşanın uzamı da, fotoğrafçının fotoğraflamayı seçmediği şeyleri reddedişiyle belirlenmiştir. Bu inşa, onun, gözlerinin önündeki olayı okuyuşudur. Fotoğrafçının fotoğraflanacak anı seçimini belirleyen, genellikle sezgisel ve hızlı olan bu okuyuştur.’ diyerek durumu özetliyor. Fakat benim ve Hicret’in durumunda bir artı bir fark var. Biz birbirimiz için yaptığımız be seçimleri (kareleri) resimselleştirdik. An’a tanıklık eden fotoğraf, şahit olarak görsel sanatlarda kendine yer edinirken resim kendine ait bir zamana ve dile sahiptir yani fotoğraf ile resim arasında kümülatif bir zaman farkı vardır. “Fotoğrafın içerdiği tek an, gösterdiği şeyin yalıtılmış anıdır. Resim ise kendi yapım zamanını içerir; bunun anlamı da gösterdiğinin yaşama zamanından bağımsız olarak, kendi zamanına sahip olmasıdır.” Biz bu iki disiplini bir araya getirirken birbirimizin düşüncelerini şahit olma boyutundan yorumlama, ilişki kurma ve dil yaratma boyutuna taşıdık.”
Bizi Takip Edin