Kayıp Adalet/ Cezasızlık ve Korunan Failler…
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun ‘helalleşme’ çağrısıyla başlayan yüzleşme tartışmaları sürerken Hafıza Merkezi ekibiyle, Gökçer Tahincioğlu editörlüğünde hazırladıkları 'Kayıp Adalet/ Cezasızlık ve Korunan Failler' kitabı üzerinden geçmişten bugüne adalet arayışlarını ve cezasızlık kültürüyle mücadeleyi konuştuk. Kayıp Adalet ve Yaralı Hafıza kitaplarıyla ilgili söyleşi 3 Aralık’ta yazarların katılımıyla Postane İstanbul'da yapılacak...
Hafıza Merkezi’nin bu kitapla ilgili çıkış noktası neydi? Konu başlıkları nasıl oluşturuldu?
Hafıza Merkezi olarak kurulduğumuz 2011 yılından bugüne ağır insan hakları ihlallerine uğramış grupların adalete erişiminin sağlanmasına ve adaletin tecelli etmesine yönelik hukuki çalışmalar yürütüyoruz. Bu çerçevede uzun süredir ağır insan hakları ihlallerine ilişkin izlediğimiz davaları Faili Belli web-sitesinde kamusallaştırıyoruz. Faili Belli, Türkiye’nin yakın geçmişindeki ağır insan hakları ihlallerine dair yürütülen ceza yargılaması süreçlerini izleme çalışmasının çıktılarını bulabileceğiniz dijital bir arşiv. Siteyi ziyaret eden biri burada bugüne kadar takip ettiğimiz toplam 28 davanın duruşmalarına ilişkin izleme raporları, hukuki süreç özeti, iddianame gibi dokümanlar, zaman çizelgeleri ve medya derlemeleri bulabilir.
Gökçer Tahincioğlu editörlüğünde yayınladığımız Kayıp Adalet ve Yaralı Hakikat kitapları, Faili Belli’de takip ettiğimiz davalardan 8 tanesini konu alıyor. Bunlar Haziran 2013’te İstanbul Okmeydanı’nda Berkin Elvan’in polisin gaz fişeğiyle öldürülmesi; Ekim 1993’te Muş’un Vartinis köyünde evlerinin ateşe verilmesi sonucu 9 kişinin yakılarak yaşamını yitirmesi; Mayıs 2017’de Silopi’de 6 ve 7 yaşında iki çocuğun polis panzerinin evlerinin içine girmesi sonucu hayatını kaybetmesi; Ekim 1993’te Diyarbakır Lice’de 15 sivil, bir asker ve bir generalin öldürülmesiyle sonuçlanan askeri operasyon; Mart 2006’da Diyarbakır’da gaz fişeğiyle vurularak yaşamını kaybeden iki çocuğun; 1995 yılında Mardin Dargeçit’te biri uzman çavuş üçü çocuk, sekiz kişinin zorla kaybedilmesi; ve 19 Ocak 2007’de Hrant Dink’in bir siyasi suikast sonucu katledilmesi davaları.
Bu iki kitaplık seri ile amacımız, dava izleme çalışmalarımız kapsamında ürettiğimiz hukuki bilgileri daha geniş bir kesim için erişilebilir kılmak. Faili Belli’deki dava arşivi yıllar içinde konunun ilgilisi hukukçular, araştırmacılar, hak savunucuları ve gazeteciler için önemli bir referans haline geldi. Faili Belli’de ürettiğimiz bilgi konunun doğası gereği uzmanlık gerektiriyor. Bu durum ister istemez bu bilginin belirttiğimiz uzmanlık alanlarına daha çok hitap etmesi sonucunu doğuruyor. Öte yandan Hafıza Merkezi olarak bu konuları sanat, edebiyat, belgesel gibi mecraları kullanarak anlatmaya her zaman önem verdik. Örneğin ilk yıllarımızda Bûka Baranê adlı bir belgesel yapımının prodüksiyonunu üstlendik. Daha yakın tarihlerde insan hakları ve yaratıcı sektörler, hafıza ve sanat gibi kesişim alanlarında çalışmalar ürettik.
Kayıp Adalet ve Yaralı Hafıza kitaplarıyla yine bir kesişim alanı yaratmanın peşinde olduk ve hem bireysel hem toplumsal anlamda büyük travmalar üreten bu hadiseleri daha edebi bir üslupla anlatmak istedik.
İki kitaba da konu olan 8 dava dosyasında ortaklaşılan husus(lar) neler?
Davaların ortak noktasının Türkiye’de süregelen bir mesele olan cezasızlık sorunu olduğunu söyleyebiliriz. Hafıza Merkezi ağır insan hakları ihlallerine odaklanarak Türkiye’deki cezasızlık sorunu üzerine çalışmalar yürütüyor. Ağır insan hakları ihlalleri kavramı, güvenlik güçleri veya kamu görevlileri tarafından işlenen öldürme, kaybetme, işkence gibi suçları içeriyor. Hem Faili Belli çalışmasıyla hem de kitaplarla, aslında bu tür suçlardaki cezasızlık sorununu kamusal alanda görünür kılmak ve bu soruna karşı ses çıkarmak da amaçlanıyor.
Kitaplarda işlenen davalarda, bu tür suçlar nedeniyle yargılanan kamu görevlilerini ve güvenlik güçlerini cezasızlık zırhıyla korumak için çeşitli yargısal uygulamalara başvurulduğunu görüyoruz.
Bu uygulamaların en yaygın örneklerinden biri, dava nakli. Bu davalarda, dava naklini düzenleyen kanun maddesi, yasal ve meşru amaçları doğrultusunda değil, cezasızlığa zemin hazırlamak amacıyla kötüye kullanılıyor. Dava nakli kararları, herhangi somut veriye dayanmayan bir güvenlik gerekçesiyle veriliyor. Bu tür kararlarla davaların suçların işlendiği yerden başka bir yere nakledilmesi, duruşmalara katılımı ve delil toplanmasını zorlaştırarak, davaların cezasızlıkla sonuçlanmasına sebep oluyor.
Cezasızlığa sebep olan diğer bir uygulama ise, davaları zamanaşımına sürüklemek. Ceza yargılamalarının amacı, iddia konusu suçlarla ilgili maddi gerçeği tespit ederek, failleri işledikleri suçlarla uygun oranda cezalara çarptırmaktır. Fakat bu davalarda, iddiaların açıklığa kavuşturulmasına yönelik ciddi bir araştırmanın yapılmadığını, duruşmalarda tartışılan konuların davanın esasına temas etmekten çok uzak kalabildiğini ya da en basit yargılama işlemlerinin dahi gecikebildiğini gözlemliyoruz. Böylece etkili bir biçimde yürütülmeyen kovuşturmalar, yargılama sürelerinin uzamasına neden oluyor ve nihayetinde sanıklar hakkındaki suçlamalar zamanaşımı süresinin aşılması nedeniyle düşürülebiliyor.
Sıklıkla gözlemlenen başka bir cezasızlık uygulaması ise, suç isnadının daha düşük ceza gerektiren suçlardan yapılması. Örneğin, sanıklara kasten öldürme suçu yerine, olası kastla ya da taksirle öldürme suçunun isnat edilmesi. Böylece eğer dava mahkumiyet hükmüyle sonuçlanırsa, sanıklar daha az cezalara çarptırılmış oluyor. Hatta kimi zaman sanıklar hakkında verilen düşük hapis cezasının para cezasına çevrildiği örneklere dahi rastlayabiliyoruz.
Son olarak, emir komuta zincirinin araştırılmamasını bu davalardaki cezasızlık uygulamalarına örnek olarak gösterebiliriz. Çoğu zaman davaların yalnızca tek bir güvenlik gücü aleyhinde açıldığına tanık oluyoruz. Bu kişiye emir veren ya da bu kişinin eylemleriyle ilgili yasal olarak sorumluluğu bulunan üstleri sanık olarak yargılamalara dahil edilmiyor. 1990’lı yıllarda meydana gelen hukuk dışı infazlar ve zorla kaybetmeler gibi ağır insan hakları ihlalleriyle ilgili davalarda olduğu gibi, bazı davalardaki suç konusu eylemler tek başına işlenmeleri mümkün olmasa da, yargılamalar emir komuta zincirini açığa çıkaracak şekilde yürütülmüyor.
Birincil Talepler Adalet ve Hakikat…
Bu kitapta yer alan konular ve Cumartesi Anneleri gibi geride kalanların uzun yıllardır sürdürdüğü adalet arayışı örneklerini, benzer durumların yaşandığı ülkelerle kıyaslandığında, nerede farklılaşıyor? Hangi açı(lar)dan benzeşiyor?
Yakınlarını kaybedenlerin mücadelesi Türkiye’de ve dünyanın her yerinde, bu alanda yapılan her türlü mücadelenin çekirdeğini, başlama noktasını oluşturur. Bu mücadelelerin ortak özelliklerinden biri inadı, ısrarı, vazgeçmemesidir. Örneğin Türkiye’de yakınları kaybedilen Cumartesi Anneleri kısa vadede hemen hemen hiçbir sonuç alamayacaklarını bile bile Galatasaray Meydanı’na her hafta oturarak burayı kayıpların mekanı haline getirdiler. Bu inadın getirdiği süreklilik ve birikim sayesinde mücadelenin etrafında diğer aktörlerin – yani aktivistlerin, araştırmacıların, gazetecilerin, belgeselcilerin – örülmesi ve mücadeleyi büyütmesi mümkün olur. Bu sayede örneğin bizim gibi kuruluşlar bu alanda bilgi üretme imkanına sahip olur.
Bu hareketlerin neredeyse tamamında birincil talepler hakikat ve adalettir. Yani kaybettikleri yakınlarının başına neyin nasıl geldiğinin kapsamlı bir şekilde ortaya çıkarılması, bundan sorumlu olanların sorumlulukları oranında cezalandırılmaları. Bir başka ortak özellik yakınlarını kaybedenlerin verdiği mücadelenin ikonografisi. Örneğin yakınlarını kaybedenlerin mücadele imgesini düşündüğümüzde aklımıza ilk olarak yakınlarının vesikalık fotoğraflarını tutan insanlar gelir. Bu mücadeleler büyük sloganları ekseriyetle kullanmazlar. Kamusal görünürlükleri, yakınlarının varlıklarını tasdik eder, onların mevcudiyetlerini geri çağırmayı amaçlar. Yani onları devletin şiddet ve hakim anlatılarıyla dışına ittiği insanlık alanının içine çeker.
Elbette farklı ülkelerin farklı bağlamları ve o ülkede yaşanan devlet şiddetinin niteliği bunun karşısında verilen mücadelenin niteliğini de değiştiriyor. Özgür Sevgi Göral’ın Ölüye Saygı ve Adalet panelinde belirttiği gibi, örneğin Arjantin gibi etnopolitik çatışma olmayan ülkelerde devlet şiddetinin hedefinde toplumun orta sınıflarını daha fazla görüyoruz. Toplumun bu kesimlerinin verdiği mücadele ise maddi ve sembolik olarak daha yüksek bir görünürlüğe sahip olabilir. Türkiye’de ise durum farklı. Göral’a göre bu anlamda Türkiye’de yaşanan çatışmanın niteliği Çeçen çatışmasındaki Rusya örneğine, ya da sömürgecilik karşıtı mücadele verdiği dönemdeki Cezayir örneğine daha çok benziyor. Buralarda hem işlenen suç, hem de sonrasında bedenlere yapılan eziyet, faillerin cezasız kalması ve hafıza mücadelesi bambaşka bir şekilde işliyor. Buna paralel olarak da mücadelelerin toplumsal olarak sahiplenilmesi ve görünürlüğü daha düşük kalıyor.
Tabi bir başka önemli faktör devletin çatışmaya verdiği cevabın niteliği. Çatışmanın bitmiş ve devletin resmi olarak bir geçiş süreci başlatmış olması mücadele için hem görünürlüğü arttırıyor, hem de meşruiyet ve taleplerinin güçlenmesi anlamına geliyor. Örneğin Arjantin 1976-1983 Kirli Savaşı, 1991-2001 Yugoslavya Savaşları, 1960-1974 dönemi Kıbrıs çatışmaları gibi dönemlerin sonrasında beğenelim beğenmeyelim bir takım geçiş süreci mekanizmaları işletildi. Arjantin’de “Ulusal Kayıpları Araştırma Komisyonu”’nun kaleme aldığı Nunca Más (Bir Daha Asla) raporu 1984 yılında ulusal best-seller oldu, 10 senelik bir boşluğun ardından da sorumlu generallerin önemli cezalar aldığı yargılamalar başladı. Birleşmiş Milletler’in kurduğu Eski Yugoslavya Uluslararası Ceza Mahkemesi görev yaptığı 1993-2017 yılları arasında ihlallerden mağdur olan kişiler ve sivil toplum kuruluşlarının tanıklık toplama faaliyetleri sayesinde toplam 4650 tanık dinledi ve 90 kişiyi savaş suçlusu olarak mahkum etti. Kıbrıs’ta her ne kadar kayıp yakınlarının önemli şikayetleri olsa da Kıbrıslı Rum ve Kıbrıslı Türk toplumlarının liderleri tarafından Birleşmiş Milletler’in katılımıyla kurulan Kayıp Şahıslar Komitesi sayesinde kayıpların bulunması için bugüne kadar 1307 kazı yapılmış, tahmin edilen 2002 kayıp insandan 1230’unun bedeni tespit edilmiş.
Türkiye’nin siyasi tarihinde “adalet-adaletsizlik” konusu nasıl bir ağırlığa sahip? İktidarların şekillenmesinde ve değişmesinde bu kavram nasıl bir rol oynuyor?
İktidarların şekillenmesi ve değişmesindeki etkisinin ötesinde, belki de bu soruyu adalet-adaletsizlik konusunun Türkiye için iktidarlar üstü bir yakıcılığı olduğunu hatırlayarak ve cezasızlık kültürünün aslında cumhuriyet tarihinin asli bir unsuru olduğunu es geçmeden cevaplamak gerekiyor.
Kayıp Adalet için Berkin Elvan cinayeti davasını kaleme alan Ali Duran Topuz, cezasızlık terimi yerine “öldürme hakkı” terimini kullanmayı tercih ediyor. Devletin kendisi için tanımladığı bu öldürme hakkı, iki kitaba konu olan 8 davanın da bel kemiğini oluşturan bir unsur. Ulus-devletler, şiddet kullanma yetkisini kendi merkezlerinde toplayarak, siyasi otoritelerini bu hak üzerine inşa ediyorlar. Bu anlamda devlet yetkililerinin yargılandığı davalar aslında devletin kendi otoritesini savunduğu ve haklı çıkardığı alanlara dönüşüyor. Cezasızlığın işletildiği davalarda şiddet kullanımının kuralsızlığını öne çıkarmak yerine, şiddet kullanımını meşrulaştıracak öğelere vurgu yapılarak dava konusu şiddetin devletin bekası için uygulandığı kanıtlanmaya çalışılır.
Bu anlamda devletin öldürme hakkı da siyasi eğilimlerinden ve ideolojilerinden bağımsız olarak tüm iktidarların birbirlerine miras bıraktığı bir “ayrıcalık” olarak kalmaya devam ediyor. Topuz’un kaleme aldığı bölümde bu sürekliliğin Türkiye’de nasıl sağlandığına dair çarpıcı bir örnek var, o da 1914 tarihli Memurin Muhakemat Kanunu. İdari otoritenin korunmasını hedefleyen bu kanun, devlet görevlilerinin sanık sıfatı taşıdığı ceza yargılamalarını engellemeyi amaçlıyordu. İşlediği suç yaşam hakkını ihlal edecek ağırlıkta dahi olsa eğer bir devlet görevlisi sanık olursa idarenin itibarının zedeleneceğini öngören bu kanuna göre, idari otorite candan daha kıymetli. Bir devlet memurunun idari suç işleyip işlemediğine dair karar verme yetkisini de idareye tanımlayan kanuna göre, devlet görevlilerinin suç olan fiillerini yargı denetleyemez. Adliyelerin idari işlere karışmaması gerektiği salık veren bu anlayış, kuvvetler ayrılığını da imha ediyor.
Cezasızlık kültürünü bizzat besleyen 106 yıllık bu kanunun çıkış tarihi itibarıyla ne türden şiddeti korumayı amaçladığı ve nasıl bir işlev taşımasının arzulandığını anlayabiliriz. Savaşa giren bir imparatorluğun yalnızca işgalci askerleri değil, kendi vatandaşını da öldürme yetkisini elinde tutma çabası çok açık, hatta bir nevi “kılıç hakkı” kanunlaştırılıyor. 1915’te Anadolu’daki Ermeni nüfusunun yok edilmesi de bu kanunun sağladığı koruma zırhı ile mümkün oldu. Aslen geçici bir şekilde kullanılması planlanan, adeta bir “olağanüstü hal” uygulaması olarak tasarlanan bu kanunun aslında bir türlü geçmek bilmemesi, egemen güce sağladığı işlev ile açıklanabilir. Devletin öldürme hakkının muhatapları cumhuriyet tarihi boyunca değişti, örneğin bu yetki 1984’ten itibaren de bütün Kürt illerinde “hak” olarak tanımlandı. Belki günümüzdeki fark, sadece bir bölgede ve bir grup insana yönelik değil, her yerde, herkese karşı ve her an kullanılabilmesi.
Walter Benjamin, “Şiddetin Eleştirisi Üzerine” başlıklı makalesinde bunu “hukuk koruyan şiddet” olarak tanımlıyor. “Asli ve arketip olarak askeri şiddetten yola çıkılıp doğal amaçlara yönelmiş her türden şiddet dikkate alındığında, hepsi hukuk kuran/yaratan bir niteliği içinde barındırır” (25) tespitini yapan Benjamin, şiddetin birincil işlevini ‘hukuk kurma’ olarak tanımlarken, ikinci işlevini de ‘hukukun korunması’ olarak kurguluyor. Bu anlamda şiddet kullanımını meşrulaştıran cezasızlık politikaları, şiddetin, devletin varlığını ve meşruiyetini korumak için bir araç olarak kullanıldığını bize açık ediyor.
Cezasızlık kültürü yalnızca silah kullanma yetkisine sahip devlet görevlilerinin yargı tarafından cezalandırılamaması anlamına gelmiyor, hukuk dışı şiddetin daima bir siyasi araç olarak gündemde tutulmasını da sağlıyor. Memurin Muhakemat Kanunu kaldırılsa da başta silah kullanma yetkisine sahip devlet görevlileri olmak üzere kamu görevlilerini ceza tehdidine karşı koruyan hükümler hukuk sistemimiz içine yedirilmiş durumda. Özellikle 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında çıkarılan kararnameler ile bu koruma zırhı giderek daha da güçlendirildi. Hatta şimdilerde Terörle Mücadele Kanunu kapsamındaki “terörle mücadelede görev almış kişileri hedef gösterme” suçu sayesinde yalnızca silah kullanma yetkisine sahip devlet görevlileri değil, hükümete yakın savcılar ve ağır ceza hâkimleri gibi kişilerin sebep olduğu hak ihlallerini haberleştiren gazetecilere dahi hapis cezası verilebiliyor.
Adalet Talebinin Müşterekleşmesine Katkıda Bulunmak
Kitapta yer alan olaylarla ilgili güçlü toplumsal bir adalet talebi oluşabildi mi? Bunun oluşabilmesi için ne gerekiyor?
Bu soruya ne yazık ki bugün için olumlu bir cevap vermek mümkün değil. Oysa adalet talebinin çok daha güçlü olduğu bir zamana 2000’li yılların başlarında Türkiye’nin Avrupa Birliği ile tam üyelik sürecinden 2013 – 2015 çözüm sürecine kadar olan dönemde şahit olduk. Bu dönemde belli iniş çıkışlara rağmen Türkiye’nin cezasızlık kültürüyle ilgili defterlerinin üzerindeki sır perdesinin aralanmaktaydı.
Yine de bu dönemde görece artan adalet talebi toplumsal düzeyde yeterince kök salmamış olacak ki 2015’te başlayan çatışmalı dönem sonrası rüzgar hızla yön değiştirdi ve çatışma karşısında barış talebi siyaseten ana akım olamadı. Bugün 2015’te başlayan çatışma, bunu şart koşan siyasi koalisyonun yarattığı iklim ve hakim rekabetçi otoriter yönetimin bir sonucu olarak adalet talebinde bir azalma yaşıyoruz.
Öte yandan yaşananların geri alınması da mümkün değil. 2008’de Cemal Temizöz başta olmak üzere JİTEM’in farklı yerel ayaklarının yargılandığı birçok davanın iddianameleri bu dönem yaşanan ihlallere ve kirli savaş taktiklerine dair önemli hakikatleri ortaya çıkardı. Bu dönemde toplumda farklı kesimlerin cezasızlık karşısında güçlü talepleri karşılık buldu. Bu talepler ve hakikatler o dönem iktidara yakın olanlar gazetelerde de yayımlandı. Bu hakikatlerin hiç yaşanmamış gibi hayatın devam etmesi mümkün değil.
Bugün yapabileceğimiz şey ise adalet talebinin müşterekleşmesine katkıda bulunmak. Her kesimden gelen adalet talebinin zor yoluyla bastırıldığı, sürekli bir şiddet ortamı içinde barışın konuşulamadığı bu son dönem, aynı zamanda daha geniş kesimlerin adalete ihtiyaç duyduğu bir dönem oldu. Dolayısıyla cezasızlığın kendisini sürekli daha güçlü bir şekilde var eden, meşruiyetini önceki pratiklerinden alan bir döngü olduğuna, adalet talebinin neden müşterekleşmesi gerektiğine dair konuşabileceğimiz bir dönemdeyiz. Barıştan ne anladığımız dahil onu tüm yönleriyle konuşmak, sürekli gündemde tutmak, bu talebin haklılığını vurgulamak gerekir. Zor gücünün ısrarla bastırdığı bu iki talebin daha görünür kılınması, hayatta kalanların dayanışmasına, ortaklaşmasına ve bu taleplerin daha güçlü bir şekilde toplumsallaşmasına olanak sağlayacaktır.
3 Aralık’ta Yazarlarla Söyleşi…
Kayıp Adalet ve Yaralı Hafıza kitaplarıyla ilgili söyleşi 3 Aralık’ta yazarların katılımıyla Postane’de yapılacak…
Katılım ve bilgi için tıklayınız.
Bizi Takip Edin