Bir Eşek Arayışının Etrafında Tarihi ve Toplumsal Gerçekler
"Toplumsal dönüşümü anlatabilmenin en meşru ve en etkili yolu sanattır." Sınırlar, göç, yoksulluk gibi birçok temanın işlendiği Barê Giran filminin yönetmeni Dr. Öğretim Üyesi Yılmaz Özdil ile dünyanın birçok ülkesinden 30 ödülle dönen filmin hikayesini ve filmlerin toplumsal olayları dönüştürmedeki işlevini konuştuk.
Barê Giran filminin hikayesini dinlemek isteriz. Nasıl bir motivasyonla yazıp çekmeye karar verdiniz?
Barê Giran bir aile dayanışması hikayesini anlatıyor. Mardin Artuklu Belediyesi bünyesinde çalıştırdığı yaşlı eşeğinin maaşı sayesinde ailesini geçindiren Avdel’in kız kardeşi ve yeğeni Suriye’deki savaştan kaçıp kendilerine sığınmıştır. Avdel’in yaşlı eşeği Bozo emekli edilince, Avdel onun yerine ikame edeceği yeni bir eşek aramaya koyulur. Bu arada savaştan dolayı travmatize olmuş yeğeni Salih dayısının eşek arayışına ortak olur ve savaştan dolayı Suriye’de bıraktığı eşeğini aramaya koyulur.
Bu kısa filmin senaryosunu 2017 yılında, Mardin’e yoğun bir ‘Suriyeli mülteci’ göçünün olduğu dönemde internette rastladığım bir videodan yola çıkarak yazdım. Söz konusu video Mardin Artuklu Belediyesi tarafından çevre temizliğinde çalıştırılan eşeklerden üçünün güya emeklilik törenlerini gösteriyordu. Çok geçmeden bu videonun Mardin’in turistik imajının pazarlanması için çekildiği belli oldu. O dönemde Mardin’in yüzleştiği çok fazla problem varken bu meselenin bu şekilde medyatize edilmesini garipsedim tabii. Çünkü Mardin’in Suriye savaşına bağlı olarak yaşadığı mülteci göçü ile ilgili haberleri bile bastıracak kadar yoğun işlendi bu “kadrolu eşeklerin emekliye ayrılmaları” meselesi. Buradan yola çıkarak kendi kendime bir dizi soru sordum. Öncelikle, nasıl oluyor da bir şehrin turistik imajının o şehrin yaşadığı gerçek problemleri görünmez kılabileceğini merak ettim. Akabinde yine bu turistik imajın, örttüğü problemlerin görünür kılınmasında kullanılıp kullanılamayacağı üzerine düşündüm. İşte Barê Giran’in hikayesini bu iki basit sorudan yola çıkarak yazdım. Ben de Mardin’in biraz da oryantalist bir biçimde turistik imajının bir parçası haline gelmiş olan bu çöpçü eşekler meselesini ters yüz ederek; savaş ve savaşa dayalı yoksulluk ve sınır mefhumu gibi önemli problemleri anlatan bir metafora dönüştürdüm.
2018 sonunda filmin çekimlerine başladık; 2019’da bitti. Mardin Artuklu Üniversitesi’nin Bilimsel Araştırma Projeleri Koordinatörlüğü’nden aldığımız maddi yardımla çekimlere başladık. Bütçenin geri kalanını temin ederek filmi tamamlayıp festivallere gönderdik. Filmin kabul edildiği ilk festival Cannes Film Festivali’nin Short Film Corner bölümü oldu. Yarışma dışı birkaç yüz filmin kabul edildiği bir katalog bölümü olan Short Film Corner çok önemli bir bölüm değil aslında ama filmimizin o bölüme seçilmiş olması bizim için önemli bir PR oldu. Çünkü o katalogdan dolayı katıldığımız birkaç festivalden ödülle döndük. Cannes’dan sonra katıldığımız ikinci festival Uluslararası Duhok Film Festivali oldu. Burada jüri özel ödülünü aldık ve böylece Barê Giran’in ilk ödülünü da almış olduk. Barê Giran o tarihten bugüne kadar 110’un üzerinde festivale katıldı ve 30 tane ödül aldı. Dolayısıyla kısa filmimizin; mütevazı koşullarda çekilmiş bir proje için iyi bir başarı elde ettiğini söyleyebilirim. Barê Giran, 2019 ve 2020 yıllarında kurmaca film kategorisinde Türkiye’nin en fazla ödül alan filmlerinden biri oldu.
Filmde eşek figürü kullanılmış. İtalyan yeni gerçekçilik akımı filmlerinden ‘Bisiklet Hırsızları’ filminden bisiklet figürü çağrışımı yaptı. Bu anlamda bir benzerlik taşıdığını düşünüyor musunuz? Bununla beraber mesela yine toplumsal bir olaya değindiği için üçüncü sinema kategorisine mi girer ya da İtalyan yeni gerçekçiliği mi deriz? Barê Giran kendini hangi akımda konumlandırıyor?
Bu sadece bir kısa film ve bunun üzerinden çok da ekol/akım tartışmalarını konuşmaya gerek yok. Bir kısa filmin hangi sinema türüne ya da sinema anlayışına yakın olduğuna dair bin tane şey söylenebilir. Ancak bu benim ilk kurmaca film deneyimim olduğu için, oturmuş bir sinema tarzımın veya üzerine konuşulabilir bir sinema dilimin olup olmadığı konusunda bir şey söyleyemem. Çünkü sinematografik dil dediğiniz şey zamanla olgunlaşan ve sürekli dönüşen bir şey. Dolayısıyla yaşıma ve pratik deneyimime rağmen, bu ilk kurmaca filmim olduğu için henüz böyle şeyler konuşmak için çok erken olduğunu düşünüyorum. Öte yandan filmin Neorealist veya ‘sihirli gerçekçilik’ diye tanımlayabileceğimiz anlatı tarzlarına yakın tarafları var. Avrupa’da ödül aldığımız bazı Festivallerin jüri kararlarında Barê Giran’in hikayesinin Robert Bresson’un ‘Au Hasard Balthazar’ filmini hatırlattığı yazıldı. Bu filmde de bir eşeğin hikayesi üzerinden bir kasabanın hikayesi anlatılıyor. Ancak ben Bresson’un ‘Au Hasard Balthazar’ını gerçekten de Barê Giran’i çektikten sonra izledim. Barê Giran’da eşek figürünün seçilmesi metaforik bir tercih olmaktan ziyade esinlendiğimiz olayın gerçekliğiyle ilgilidir. Çünkü Mardin Artuklu Belediyesi’nin bünyesinde çevre temizliği servisinde kullanılan halihazırda kırktan fazla eşek bulunmaktadır. Bizim filmin hikayesinde değiştirdiğimiz tek şey, aslında belediyeye ait olan bu kadrolu eşekleri filmde sanki şahıslara aitmiş gibi göstermek oldu. Hal böyle olunca da filmde maaş sahibi olanlar eşeklerin sahipleri değil, kendileri oldu. Bu önemli bir değişiklik ama devrimci bir buluş değil. Filmin en özgün yanı, bana sorarsanız eşek arayışının etrafında anlattığımız tarihsel ve toplumsal gerçeklerdir.
Nedir bu ‘tarihsel ve toplumsal gerçekler?’ Biraz açabilir misiniz?
Mesela Barê Giran’da Mardin’in “kozmopolit imajının” sosyokültürel bileşenlerinin aslında bazen de görünmeyen sınırlara dönüşebileceğine dikkat çekiliyor. Filmin dili ağırlıklı olarak Kürtçe ve Türkçe olsa da birkaç Arapça diyalog da bulunuyor. Dolayısıyla altyazıda kimin hangi dilde konuştuğuna dair bilgi verince ve bu dillerin konuşulduğu mekanlar arasında bir hiyerarşi olduğu gerçeği kendiliğinden ortaya çıktı. Böylece, biz de Barê Giran’da dillerin aslında mekanlara göre böyle hiyerarşize edildiği gerçeğini politik bir diskur haline getirmeden teknik bir şekilde göstermiş olduk. “Emekli edilen yaşlı bir eşeğin yerine ikame edilecek genç bir eşek arayışı” fikri üzerine kurduğumuz filmin hikayesi, savaş gibi katastrofik bir olguya naif bir ışık tuttuğu için Barê Giran’in bu kadar çok rağbet gördüğüne inanıyorum. Çünkü elimden geldiğince Avdel’in (Adil Aburrahman) ve Salih’in (Saman Mustafa) hikayesini politik tarafgirlikten, propagandist söylemlerden yalıtarak içinde bulundukları olağanüstü koşulları iki sade insanın naifliği üzerinden anlatmaya çalıştım. Filmin hikayesi belli bir kültüre ve belli bir mekâna indirgense bile salt bu insanî naifliği ön plana çıkardığı için sinemasal dilin kodlarına iyi tercüme edilebilen bir hikâyeye dönüştü.
Film ödül aldığınız ülkelerde nasıl karşılandı? Nasıl tepkiler oldu?
Filmin ‘fabl’ olduğuna dair çok fazla şey söylendi. Fransa’nın Nice kentinde düzenlenen ve en iyi senaryo ödülünü aldığımız 17. Avrupa Kısa Filmler Festivali’nde jürinin yorumu şöyleydi; “Bu kısa film bir merdiven başında Boris Vian’ı, Charlie Chaplin’i ve Robert Bresson’u buluşturdu”. Bu değerlendirme, böylesine mütevazi şartlarda çekilmiş kısa filmimiz için duyduğum en güzel tasvirlerden biri oldu.
Türkiye İspanya, Fas, Çin ve özellikle Latin Amerika ülkelerinde ve Kuzey Amerika’da, yine Avustralya’da birçok festivalden ödüller aldık. Şili’de Cine Lebu adlı oscar qualifying bir festivalden uluslararası kategoride en iyi kısa film ödülü aldığımız için 2020 yılında Oscar’a aday adaylığı hakkı kazanmış olan 170 kadar filmden biri de Barê Giran oldu ancak ne yazık ki kısa listeye giremedik.
Bütün bunların dışında Türkiye’de ve yurt dışında bazı ülkelerde filmin bazı festivallere seçilmediği, yarışma listesinden çıkarıldığı veya katıldığı bazı festivallerde ödül almadığı yönünde duyumlarımız oldu. Tabii bütün bunların, politik sebeplerden veya filmin dilinin Kürtçe olmasından dolayı olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Örneğin bir Asya ülkesinde yapılan festivalden, önce filmimizin yarışma bölümüne seçildiğine dair bir mesaj aldık ancak yarışma bölümü listesi açıklandığında bizim filmimizin adı listede yoktu. Ben de “barış ve insan hakları” temalı olan bu festivale filmi neden listeye koymadıklarını sorunca aldığım cevap ne barışla, ne de insan hakları ile bağdaşacak bir cevap değildi. Zira festival yetkilileri bana yazılı olarak “lokal politik sebeplerden dolayı, daha önce yarışmaya seçildiği söylenen bazı filmlerin yeniden değerlendirmeye alındığını” söylediler. Yine Antep’te düzenlenen bir festival yetkilisi ısrarla Barê Giran’i göstermek istediklerini söyleyince filmin linkini onlara gönderdim. Daha sonraki görüşmelerimizde ilgili festival yetkilisi filmi göstereceklerini beyan etmiş olmasına rağmen, filmi programa koymadılar. En kötüsü de ne o yetkili ne de bir başkası beni arayıp buna ilişkin bir açıklama yapma gereği duymadı. Tabii Türkiye’deki ve yurt dışındaki birkaç festivalde durum böyle iken, Avrupa’da da filmin daha çok konusundan dolayı ilgi çektiğini düşündüğüm birkaç festival oldu. Benim açımdan her iki durum da problemli sayılır. Ancak hem Türkiye’de hem de yurt dışında filmin bu tarz politik kriterlere göre değerlendirildiği festival sayısının görece az olduğunu söyleyebilirim. Filmin asıl başarısı, dediğim gibi savaş gibi büyük bir problemi dünyanın dört bir yanından insanların benzer duygularla izlediği bir hikâye etrafında anlatmayı başarmış olması. Mesela Fas, İspanya ve Fransa’da Barê Giran’in da yarıştığı birkaç festivalde Oscar’da yarışmış, Cannes’da ödül almış filmler vardı. Bu tarz tanınmış filmlerin yarıştığı en az üç festivalde en iyi film ödülünü Barê Giran aldı. Bir de özellikle belirtmek isterim ki arkamızda bir kültür bakanlığı veya profesyonel bir yapım veya dağıtım şirketinin desteği olmadan bütün bunlar gerçekleşti. Filmin dağıtımını ve bütün festival sürecini birkaç arkadaşımın yardımı sayesinde kendim organize ve finanse ettim.
Yaşamla Ölüm Arası Kaç Karış?
Filmin sonunda yükü birazcık daha seyirciye bırakmışsınız. Bu bilinçli bir seçim mi? Üretim mekanizmalarına seyirciyi de dahil etme süreci mi?
Filmin bütün hikayesi boyunca korumaya çalıştığım naiflik temasını kaybetmemek, onun etkisini düşürmemek için herhangi bir kesin sonla bitirmek istemedim. Çünkü başka bir son, seyirciye bir duygu dayatmak ve didaktik bir şekilde öyle yaparsan böyle olur demek olacaktı.
Tam da bıraktığınız yerden sınır ve mültecilik üzerine bir göçten savaştan ve bunun etkilerinden bahsediyoruz. Yaşanan toplumsal dönüşümü anlatmak için sizce sanat nasıl bir imkân sağlıyor?
Bence zaten toplumsal dönüşümü anlatabilmenin en meşru ve en etkili yolu sanattır ama sanatın da handikapları var. Bir kere otosansür ve sansür meselesi, sanatın ticari yönü, endüstriyel bağları ve teknik gereklilikleri, “anlatılan hikâyenin gerçekliğine” bazen zarar verebilir. Dolayısıyla ben meşru ve etkili bir yol olmasına rağmen, sanatın her zaman en iyi yol olduğunu söyleyemem. Bu çok büyük bir iddia olur. Çünkü dünyanın en anlatılması gereken hikayesini anlattığınız zaman bile o hikâye kendisi olmaktan çıkmış olur. Deforme edilmezse dahi, o hikâyenin doğal tarafı olmayan başkalarının bakışlarının ve vicdanlarının objesi haline gelmiş olur. Birilerine, ben size şunu anlatıyorum, gelin izleyin ve parayı ödeyin diyorsunuzdur, beğenin ya da beğenmeyin diyorsunuzdur. Bu yüzden sanat sadece toplumsal dönüşümün bir aynası değil aynı zamanda bunun bir aracısı ve kurucusudur da. Çünkü en ham hali ile bile sanatın o dönüşümde rol alan, hatta çoğu zaman elitist bir şekilde rol alan, bir faktör olduğunu söyleyebilirim. Bu sebeple, sanat ve sanatçıya büyük anlamlar atfedilse bile etik açıdan sanatın ve sanatçının her zaman hakikatten yana tavır takındıkları söylenemez. Bana göre estetik arayış da bu hakikatın bir parçasıdır. Dolayısı ile sadece eğer mütevazı olabilirlerse, sanatın ve sanatçının büyük işler başarabileceğine inanıyorum. Burada mütevazi olmadan kastım, sanat veya sanatçının anlatmaya çalıştığı konu veya gerçeklik ile kurduğu ilişkinin doğrusallığıdır. Başka bir deyişle sanatın ve sanatçının samimiyetidir. Özellikle bizimkisi gibi herkesin en ufak bir neden ya da araç bulduğunda elitleşmeye çalıştığı ülkelerde sanatçının gerçeklikle kurduğu bu bağı korumasının çok zor olduğunu düşünüyorum. Özetlersem, sanatın samimiyetinin en büyük delilinin sanatın kendi konusu ve sanatçının kendi çevresiyle kurduğu ilişkinin samimiyeti olduğunu düşünüyorum. Yani sanatçı anlatmaya çalıştığı meseleye nereden bakıyor? Hakkında konuştuğu gerçeklikle nasıl bağları var? Oturup uzaktan izleyerek mi onu işliyor, yoksa o dönüşümün ve gerçekliğin bir parçası olarak mı bunu yapıyor? Ona dikkat ederim. Tabii bu soruların cevabını bulabilmek için; sanatçının hikayesini anlatırken kullandığı diskura değil, bu anlatı yolu ile neyi hedeflediğine ve ne kazanç elde ettiğine bakmak lazım.
Bizi Takip Edin