Biz Yaktık, Ya Ne Olacağıdı?
Biz yaktık tabii. Sen, ben, hepimiz. Bu yangının bu kıvılcımını çakmadık belki ama aldığımız her fazladan giysiyle, doymak bilmeden tükettiklerimizle, yurttaşlığı bir oturup tanımlamayıp üstlenmediğimiz sorumluluklarımızla. Şirketlerin talanına verdiğimiz izinle, sormadığımız hesaplar, çıkmadığımız sokaklarla. Çok sevdiğim Kıbrıs deyişiyle: Ya ne olacağıdı?
Dünya ile birlikte memleket de alevler içinde. Ben bu koca yangının küçük bir köşesinde, Marmaris, Armutalan’dayım.
Pandemi başladığında, 40 yıl önce buraya taşınan annemle babamın yanına geldim oğlanı alıp. Ofis kapanmış, evden çalışmaya geçmiştik. Evde üç yaşında bebe ile çalışmak mümkün değildi, hayat eve sığıyordu da o hayatı taşımaya bizim üç kişilik çekirdek ailemiz yetmiyordu. Bölündük hayatta kalmak için. Son bir buçuk yıldır çok acil İstanbul’da olmamı gerektiren bir durum olmadıkça çocuğumla çocukluğumun içindeyim.
Memleketin bu köşesindeki afet başladığında, ofis niyetine kullandığım ablamın evinde çalışıyordum. Evin balkonu Armutalan tepelerine bakıyor. Çıkan dumanı görüp, hatta fotoğrafını çekip yangın var diye bizimkilere gönderdim. Sonra oturup çalışmaya devam ettim, ne olacağını kestiremeden. Oysa ki o ilk duman bulutu koca bir yarım adayı kasıp kavuracak bir yangının başıymış, bilemedim.
Yangın dakikalar (hakikaten dakikalar) içinde yayıldı. Rüzgarla İçmeler tarafına savrulurken, herkes birbirini arayıp ne yapacağını, durumu, nerede olduklarını sormaya başlamıştı bile. Sonrası tufan.
Bugün altıncı gün. Altı gündür ilk kez bu sabah bizim tepede alevlerle uyanmadık. Altı gündür, tahliye çantalarımız hazır nöbet tutuyoruz. Ara ara yardım koordinasyon merkezine gidip ihtiyaçları bırakıyor, yukarı birileri gidecekse motorsikletle veya arabayla adam taşıyor, sonra eve dönüp zamanın geçmesini, yangının sönmesini veya alevlerin tepeyi aşmasını bekliyoruz. Bizim tepeyi aşarsa evden çıkacağız. Annemle babamın yirmi beş yıldır oturduğu, köpeğimiz Negro’nun ilk adımlarını atıp son nefesini verdiği, oğlumun dört aylıktan beş yaşına kadar yazlarını geçirdiği evi alevlere bırakacağız. Zaman geçmiyor. Yangın sönmüyor.
Zaman o kadar geçmiyor ki, eve kapanmış beş yaş enerjisini boşaltmak için envai çeşit oyun uyduruyoruz. Amiral battıdan başlayıp korsan ülkelerine yola çıkıyor evdeki boş kutulardan market kurup ürünleri beş paradan birbirimize satıyoruz. Arada ihtiyaçlar duyuruldukça yine koordinasyona inip geliyoruz. Yangının başlangıcı, merkez, bizim ev, küle dönen canımın içi İçmeler… Hepsi toplam 10 dakikalık mesafedeler zaten. Turunç, Dereözü, Bayır yirmi dakika ötede yanıp kül oluyor. Zaman alevler tarafından yutulurken bizim yapabileceklerimiz küçücük dakikalarla kısıtlı. Sonrası beklemek. Çocukluğum yanar, çocuğumun yetişkinliği küle dönerken tepedeki dumanlara gözümüzü dikip beklemek. Zaman geçmiyor. Yangın sönmüyor.
Zaman o kadar geçmiyor ki, oğlanı oyalama timinin yapacakları bitiyor. Evin içinde sürekli yangın konuşuluyor, telefonlar susmuyor. Bizimki yine de korkmuyor çünkü yangın başlarken ilk dişi sallanmış, heyecanla düşmesini bekliyor. Onun gündemi yeni çıkacak dişi. Heyecandan yerinde duramıyor. Ben dişe şükrediyorum dikkatini dağıttığı için.
Yetmiş beş yaşındaki annemi evde tutamıyoruz neredeyse, araba lazımmış deyip insan taşımaya çıkacak. Hayır yaşından değil, KOAH hastalığından ürküyoruz, duman kaplı tepelere çıkmaması için yalvar yakar ikna ediyoruz. Ben motoru alıyorum, merkeze inip biraz malzeme biraz insan taşıyorum. Sonra beklerken geçmeyen zaman bir saniyede bitiyor kendimi yine evde çocuğu oyalamaya çalışırken buluyorum. En sonunda hareket iyi eder diye nereden buluyorsam bir yoga dersi videosu buluyorum. Dumanlar tepeyi aşıyor, Marmaris yanıyor, oğlanla ben yoga yapıyoruz. Tıpkı bir şey filmi gibi düşünüyorum. Düşünüyorum bulamıyorum. Ne Passolini, ne Jim Jarmusch ne Kusturica. Hayatın kendi tuhaflığı, hayata dair tüm anlatıları geçiyor.
Yangın sönmüyor, Turgut’a, Şelale’ye ilerliyor. Dehşetengiz bir anda donuyoruz. Öylesine büyük bir yıkım, öylesine büyük bir mücadele, dayanışma, korku, nefret ve öfke iklimi… Hepsi bir anda boşalıyor üzerimize. Karşısında donakaldığımız bir an, hiç çözülmeyecek gibi akmayan bir zaman.
Tüm bunlar olurken, zihnimin sinir bozucu, kıyıcı bir köşesi bu donmuş anın bir daha akmayacağını fısıldıyor. Çok bozuluyorum. O bilgiyi, o kıymığı çıkarıp atmak, sabotaj cevabıyla yetinebilmek istiyorum. Kimilerimizin büyük bir hevesle sarıldığı o kundaklama cevabının nasıl rahatlatıcı olduğunu biliyorum. Çünkü öyleyse eğer, suçlayacak birileri var. Daha da önemlisi, öyleyse eğer, söndürüldüğü zaman bu afet iklimi bitecek, normale döneceğiz. Öyleyse eğer, bir daha tekrarlanmayacak.
Ama o sinir bozucu bilgiyi söküp atamıyorum: İklim krizi ile birlikte afetlerin yeni normalimiz olacağı, bu korkunun, bu dehşetin türlü veçhesi ile yeniden ve yeniden karşımıza çıkacağı, donan bu anın çözülmeyeceği bilgisi. Öngörü değil, bilgi. Dün sel, bugün yangın, öbür gün dolu. “Kim yaktıysa ciğeri yansın,” diyen feryatları okuyorum. “E yanıyor ya” yazmak geliyor içimden.
Biz yaktık tabii. Sen, ben, hepimiz. Bu yangının bu kıvılcımını çakmadık belki ama aldığımız her fazladan giysiyle, doymak bilmeden tükettiklerimizle, yurttaşlığı bir oturup tanımlamayıp üstlenmediğimiz sorumluluklarımızla. Şirketlerin talanına verdiğimiz izinle, sormadığımız hesaplar, çıkmadığımız sokaklarla. Çok sevdiğim Kıbrıs deyişiyle: Ya ne olacağıdı?
Hak mücadelesinin ortak olduğunu anlamak istemediğimiz, yurttaşlığın haklar ve sorumluluklar olduğunu fark edip sorumluluklarımızı almadığımız için. Yangın söndürmeye giden iki genci linç etmeye kalkacak kadar gözümüz döndüğü için. Ankara’da gecenin bir vaktinde hayatlarını kurtarmak için evlerinden kaçmak zorunda kalan translarla bir orman köyünde alevlerden kaçmak zorunda kalanların ortaklığını anlatamadığımız için. O gelmeyen uçakların hesabını sormakla göçmenlerin haklarının hesabını tutmanın aynı sathı müdafaa etmek olduğuna inanmadığımız için. Biz körükledik alevleri. Tüm bunları bir “romantiklik” sandığımız, sevgili Ayşe Çavdar’ın yazdığı gibi “matematik ve hukuk temelli bir siyaset üretmek” olduğu gerçeğini görmezden geldiğimiz için.
Çok sevgili ve eski bir arkadaşımın “Kahrolsun içindeki insan sevgisi Damla,” lafına vermek isteyip de veremediğim cevabı bırakayım buraya: “Yahu insan sevgisi değil, hayatta kalma dürtüsü!”. Tek başına hayatta kalamayan türümüzün birbiri ile, doğa ile, gezegeni ile itişmeden yaşamanın bir yolunu bulamazsa silinip gideceğini bilerek…
Bekliyoruz. Zaman geçmiyor, yangın büyüyor. Biz, birbirimizi yiyoruz. Alevler gezegeni yutuyor.
Bizi Takip Edin