İnanç Özgürlüğü Açısından Sivil Toplum – Siyaset İlişkileri
İnanç Özgürlüğü Girişimi kurucusu Dr. Mine Yıldırım’la inanç özgürlüğü açısından sivil toplum siyaset ilişkilerini konuştuk. Türkiye’de çok köklü din veya inanç özgürlüğü problemleri olduğunu söyleyen Yıldırım; “Merkezi hükümet tarafında diyalog yolları daha kısıtlı hale gelmiş durumda ve atılması gereken adımlar atılmıyor, dolayısıyla yerel yönetimler, önemli bir çözüm üretme alanı olarak öne çıkıyor.” diyor.
Bize kendinizden bahseder misiniz?
Din ve inanç özgürlüğünün uluslararası hukukta korunması üzerine çalışan bir araştırmacıyım. İnanç Özgürlüğü Girişimi’ni yönetiyorum. Doktora çalışmama sırasında 2011 yılında başlattım İnanç Özgürlüğü Girişimi’ni, o zamandan beri de üzerine çalışmaya devam ediyorum.
İnanç Özgürlüğü Girişimi ne zaman ve nasıl kuruldu?
Aslında ilginç bir zamanda sordunuz çünkü kuruluşundan beri tam 10 yıl geçti, bu sene 10’uncu yılı. Ve bir doktora öğrencisi olarak Türkiye’de din veya inanç özgürlüğünün kolektif boyutu üzerine çalışırken bu fikir ortaya çıkmıştı. Çünkü birçok din veya inanç topluluğu kendi gruplarının hakları üzerine çalışıyor ve ben araştırmam sırasında Türkiye’de herkesin düşünce, din ve düşünce özgürlüğü üzerine çalışan herhangi bir girişim olmadığını fark etmiştim ve bunun üzerine başladı.
2013 yılından beri Norveç Helsinki Komitesi’nin bir projesi olarak devam ediyor. Bu bağlamda bizim temel çalışmalarımız sistematik izleme ve raporlama konusunda Türkiye’de herkes için ister azınlığa mensup olsun ister çoğunluğa inansın ister inanmasın çocuklar da dâhil olmak üzere herkesin düşünce, din ve vicdan özgürlüğünün korunmasını iyileştirmesi amacıyla izleme ve raporlama gerçekleştiriyoruz.
İnanç özgürlüğü açısından sivil toplum siyaset ilişkileri nasıl?
Türkiye’de çok köklü din veya inanç özgürlüğü problemleri var, çok uzun senelerdir devam eden ve siyaset tarafından henüz çözüm üretilmemiş birçok mesele var. Bunların en hızlı aklımıza gelenleri “zorunlu din dersleri” olabilir ya da daha sıklıkla duyduğumuz cemevlerinin “ibadet yeri” statüsü kazanamaması problemi veya Diyanet İşleri Başkanlığı’nın herkesin vergileriyle desteklendiği hâlde herkesin oradan hizmet aldığını hissetmemesi hatta bazen eleştirel bir duruşu olduğu hâlde Diyanet İşleri Başkanlığı’nı desteklemek durumunda kalması mali olarak ya da 2013 yılından beri seçim yapamayan gayrimüslim cemaat vakıfları aklımıza gelebilir. Diğer önemli bir konu da askerlik hizmetini vicdani ret hakkının tanınmaması birçok Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararına rağmen ve bu liste maalesef uzayıp gidiyor. Bunların çözümü için birçok konuda yasal düzenlemeye ihtiyaç var ve bu yasal düzenlemeleri yapmak hiç de zor değil. Bir taraftan da Türkiye zaten bu alanda önemli insan hakları hükümlülükleri üstlenmiş durumda yani zaten ben bu standartları kabul ediyorum demiş. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni imzalayarak veya Siyasi ve Medeni Haklar Uluslararası Sözleşmesi’ni imzalayarak zaten bu standartları kabul etmiş. Kendi iç hukukunu bununla uyumlu hâle getirmeyi üstlenmiş. Aslında bir yandan işin kavramsal boyutu açısından bir sorun yok sadece bunun hayata geçirilmesi gerekiyor. Fakat hem Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kararları uygulanmamasında hem de örneğin Birleşmiş Milletler evrensel periyodik izleme mekanizması veya İnsan Hakları Komitesi’nin almış olduğu tavsiye kararlarını uygulamamasında burada köklü bir problem olduğunu görüyoruz.
Siyaset ya da siyasi aktörler, hükümet buna bir çözüm üretmediği zaman din veya inanç toplulukları veya sivil toplum ne yapabilir, yani diğer aktörler ne yapabilir? Bu önemli bir soru.
Türkiye’de birçok stratejik davalama olduğunu görüyoruz. Zaten bugün birçok Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararının bulunuyor olması da zamanında birçok önemli başvurunun yapılmış olduğunu gösteriyor. Dolayısıyla din ve inanç toplulukları özellikle çözmek istedikleri konuları seçerek dava açma yani hukuki bir mücadele içine girmeyi tercih ediyorlar daha sonra da bu kararların uygulanması için çalışmalar yürütüyorlar. Dolayısıyla stratejik davalama önemli bir konu.
Onun dışında son yıllarda İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin yaptığı bazı çalışmalarla bu işin bazı yönlerinin yerel yönetimler tarafından da kolayca çözülebileceğini görüyoruz. Örneğin büyükşehir belediyesi bir inanç masası oluşturdu ve ilk defa cenaze hizmetlerini Hristiyanlar, Museviler, sünni Müslümanlar ve Aleviler için sağlamaya başladı. Bu bir ilk ve hâlâ bir ilk, maalesef. İlk başladığında iyi bir örnek olmasını ve diğer belediyeler tarafından da benimsenmesini beklemiştik ama öyle olmadı. Dolayısıyla yerel yönetimler bu konuda adımlar atarak örneğin; diyalog toplantıları gerçekleştirerek yani kendi şehirlerindeki farklı din, inanç topluluklarıyla onların ihtiyaçlarını daha iyi anlamaya çalışarak; bu zaman zaman kültürel mirasa ilişkin mekânların korunmasıyla ilgili adımlar olabilir. Örneğin nefret suçlarından ötürü zarar gören ibadet yerlerinin yeniden onarımı, temizlenmesi vs konularında olabilir veya farklı hizmetlerin sağlanmasıyla ilgili olabilir. Örneğin covid-19 döneminde ibadet yerlerine sağlanan dezenfeksiyon hizmetinin tüm ibadet yerlerine sunulması gibi. Ayrım yapmadan cemevlerine, kiliselere, havralara, camilere, yehova şahitlerinin toplantı salonlarına gibi. Dolayısıyla yerel yönetimler, önemli bir çözüm üretme alanı olarak öne çıkıyor. Çünkü merkezi hükümet tarafında diyalog yolları daha kısıtlı hale gelmiş durumda ve atılması gereken adımlar atılmıyor.
Bizi Takip Edin