İstanbul Sözleşmesi, Sayılar ve İpin Diğer Ucu
Tüm dünyada erkek akıl “aman şiddetle mücadele edelim de bu ipin diğer ucundaki eşitsizlikler konu edilmesin” diyor sanki. İstanbul Sözleşmesi’nden çıkmak için sunulan her gerekçe, cinsiyet eşitliğinin mümkün ve uygun olmadığı ve kurulmasına izin verilemeyeceğinin ilanıdır aslında.
Ölüyor, ölüyoruz… Ama bu, bir türlü yeterince büyük bir sorun olarak görülmüyor. Sadece ölmekle kalmıyor, yaşıyor ama ölmekten beter oluyoruz. Öleyazıyoruz. Yaşam alanlarımız ölüyor. Ya da kendi benliğimizi öldürüyoruz. Bunu da pek azımız anlıyor. Pek azımız, anladıklarını anlatabiliyor.
Zaman zaman gerçekleştirdiğim eğitimlerde soruyorum: “Son bir yılda medya ve benzeri araçlarla tespit edilip, veri haline gelebilmiş kadın cinayetlerinin sayısını tahmin edebiliyor musunuz?” Her yıl eğitimlere katılanların yaptığı tahminlere ilişkin sayılar artıyor. Gerçek sayıların çok üstünde tahminler yürütülüyor, gerçek sayıları söylediğimde ise “Haaa! Aaa! O kadar mıymış? Ben çok daha fazla olduğunu düşünmüştüm,” gibi tepkiler alıyorum.
Ya öldürülenleriz ya da şiddetin türlü biçimlerini deneyimleyerek hayatta kalanlarız. Biz, mevcut cinsiyet rejiminin caiz gördüğü yaşamı deneyimlerken hayatta kalan ya da kalamayanlarız. Sayıların biçim bulduğu grafiklerdeki ikonlar değiliz. Ne şiddet araştırmalarının ne de medya taramalarının “artan sayılar”ıyız.
Ama ölmemiz ya da hayatta kalmamız, sayılar daha da artmadıkça insanların iştahını kabartmıyor, ilgisini çekmiyor ya da tartışmaya değer bir konu olarak görülmüyor. Arkadaşların neşeli kahvaltı sofralarını, kedilerin komik görüntülerini, çiçek açan kaktüsleri, birkaç sloganı, birkaç ekonomi haberini ardı arkasına sıralayan sosyal medya hesaplarında, bir kısa cümle olarak kalıyor.
Ya da kamunun “maliyet” hesaplarında bir masraf kaleminin sayıları oluyor ölümlerimiz, hayatlarımız…
Uluslararası bir toplantıda, kamu yetkililerine yönelik bir sunumda, şöyle bir ifade kullanıldığını hatırlıyorum: “Kadına yönelik şiddetin bütçeye getirdiği maliyet filanca dolar.” Bu “önemli” görülüp vurgulanan filanca dolarlık maliyeti duyunca şöyle mi dememizi bekliyorlar acaba: Aman tanrım ne kadar da çok!
Kadına yönelik şiddetin maliyet sayılarına bir de şunları ekleyelim: Şiddet görünce kadınlar çalışamıyor, üretemiyor, hastane ve tedavi masrafları da cabası. Eh, bir de boşanma girince işin içine, yük iyice artıyor.
Demek ki, bir de kamusal sorumlulukları tam olarak yerine getirmeye kalksak, maliyetler ne kadar yükselecek? Koruyacaksın, önleyeceksin, bunun rehabilitasyonu var; soruşturması, cezalandırması var. Bir de ceza alana cezaevinde bakacaksın. Ekonomiyi epeyce canlandırır, ama masrafı da çok. En iyisi biz buna engel olalım.
Acaba maliyetleri düşürürsek devam etme imkanımız olabilir mi? Bir dolar olsa maliyet çok da sorun olmaz sanki? O zaman mücadeleyi bırakabiliriz? Bu yıl kaç cinsiyet temelli cinayeti karşılayacak kadar bütçemiz var? Ölümle sonuçlanması maliyeti düşürür mü, artırır mı ne dersiniz?
Dayanışma Yaşatır!
Hangi hesaplama şiddet hakkındaki yargılarımızı değiştirebilir ki? Bu derin etik hataya karşı çıkınca da yanıt olarak “Kurumsal yapılar bu tür perspektiflerden anlar” diyorlar. Ne kadar da yanılıyorlar! Kamu kurumları ve çalışanları da en nihayetinden cinsiyet temelli şiddeti fiilen deneyimleyen bireylerden oluşuyor.
Ve herkes gibi onların da şunu duymaya ihtiyacı var:
Bir kişi daha eksilmeyeceğiz!
Kirpiğiniz yere düşmeyecek!
“Nasıl olur peki bu? Yolu yöntemi nedir?” diyenlere dünya kadınlarının net bir yanıtı var: İstanbul Sözleşmesi. İstanbul Sözleşmesiyle, 20 yıldan fazladır döktüğümüz dil duyulur oldu.
2011 yılında uygulanmaya başlamadan çok önce, Kadına Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Ortadan Kaldırılması Sözleşmesi (CEDAW) komitesinin kapısını raporları ile aşındıran dünya kadınlarının çabaları aşama aşama sonuç verdi.
Kadınların taleplerini güvence altına alan ve temel insan hakları çerçevesi içinde yer bulmasını sağlayan gücün iki önemli kaynağı var. Biri kadınların ataerkil toplum düzeni içinde maruz kaldıkları ortak tahakküm deneyimi, diğeri ise bu tahakkümle ancak birlikte mücadele edebileceklerini keşfedip öğrendikleri dayanışma deneyimleri.
Farklılıklarımızı nerelerde gözetip, ortaklığımızı nerede ve nasıl kuracağımızı birbirimizle de çarpışa çarpışa öğrenmişiz bunca yıldır. Ayrışıp birleşmeyi, birleşip ayrışmayı bir zaaf değil bir potansiyele çevirmişiz. Nasıl ayrışıp nasıl birleşebildiğimizi herkesten iyi biz biliriz yine. O yüzden, başkaları değil, bunu en iyi yine biz yapabiliriz.
Birleşmiş Milletler (BM) düzeyindeki dokuz temel insan hakları sözleşmesinden biri olan CEDAW, ana metni içinde şiddet konusuna yer vermemişti. Yine kadınların çabaları sayesinde bu büyük sözleşmedeki bu eksiklik önce 1989 yılında 12 no’lu, sonra 1992 yılında 19 no’lu genel tavsiye kararları ile giderildi. Ardı arkası kesilmeyen bu talep, yani toplumsal cinsiyet temelli ve kadınlara yönelik şiddetle mücadele talebi, İstanbul Sözleşmesi ile güvence altına alındı.
Basitçe bir tarih değil bu. Bu hikaye aslında bize başka bir şey anlatıyor. “İstanbul Sözleşmesi yaşatır” da, başka ne yaşatır biliyor musunuz? Dayanışma. Bu hikaye işte bunu anlatıyor. Bu mücadelenin ana sahiplerinin en başından beri bizler olduğunu anlatıyor. İstanbul Sözleşmesi işte bu kadın dayanışmasının başarabileceklerinin büyük bir örneği.
Ve neden vazgeçmiyoruz biliyor musunuz? Çünkü şiddetle mücadele etmekte samimi, etkili ve gerçekçi adımlar atmaya niyetlenen bir kamu otoritesinin bu sözleşmeden çıkması için hiçbir sebep olmadığını biliyoruz. İster muhafazakar olsun ister liberal, ister ilerici olsun ister gelenekçi, her devlet yapısının bütün dünyada şiddetle mücadele bu sorumluluğunu üstlenmesi gerekir. İstanbul Sözleşmesi, kamu otoritelerine bu sorumluluğu ne şekilde üstleneceğini, şiddetle nasıl mücadele edilebileceğini tüm boyutları ile anlatır.
Cinsiyet temelli ve kadınlara yönelik şiddetle mücadele, devletler bunu kamusal bir yükümlülük olarak görmeden ve bu kamusal yükümlülüğü üstlenme gereği, 1993 yılında Viyana konferansında dile getirilmeden çok önce de vardı. Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ndeki cinsiyetçi dilin dönüştürülmesine de, kadınlara yönelik her türlü ayrımcılığın önlenmesi sözleşmesinin oluşmasına da, İstanbul Sözleşmesi’ne de bu dayanışma temel oluşturdu. Sonra da sahip çıktı. Gene de çıkar.
İstanbul Sözleşmesi Bir İlk Değildi, Son da Olmayacak
Sığınma evinde çalıştığım zamanları hatırlıyorum. Bir ağaç resmi yapalım istemiştim duvara. Kocaman bir ağaç, dalları gövdeden çıkarken her soruna bir çözümle çıksın. Ekonomik gelir, eğitim, maddi destek, sağlık, güvenlik, barınma, güçlenme diye dalları olsun. Sonra o dallar bir sürü kamusal hizmete, bir sürü sivil toplum desteğine, bir sürü çözüm yöntemine ilişkin küçük küçük başka dallara ayrılsın. Dalların uçlarında, isimleri güçlenme, özgürlük, güven, mutluluk, sağlık, birliktelik, sevgi olan çiçekler ya da meyveler olsun. Kadınlar sığınağa girdiklerinde önce o güzel ağacı görsün. Sonra koridordan gelip geçtikçe gözlerine takılsın ağaç. Karşısına geçip düşünsünler, kendileri için dallar seçsinler. Hepimize oksijen versin, ferahlık versin, güç versin istemiştim.
İşte İstanbul Sözleşmesi de öyle bir ağaç gibi benim için. Ama şimdi biri o ağacı yakmış, kökünden kesmiş sanki. Sanki onunla birlikte tüm çözüm olanaklarım da yandı gitti. Kadınlara sözleşmenin yaşatacağını söylediğimde, sözleşme gittiğinde hayatta kalamayacağı endişesini de veriyor olmaktan çekiniyorum.
Kadın hareketinin bunca gücünü, dayanışmanın bunca etkisini gölgeleyip, sözleşme yoksa artık yalnız ve korunmasızsın demiş olmaktan çekiniyorum.
“İstanbul sözleşmesi yaşatır” ifadesini her kullandığımda bir an durup düşünüyorum. O ağacı ilk defa gören kadın oluyorum birden. Sonra şöyle düşünüyorum: Merak etme “İstanbul sözleşmesi yaşatır ama İstanbul Sözleşmesi’ni de yaşatan kadınların dayanışmasıdır. Endişe etme. Çünkü asla yalnız yürümeyeceksin! Çünkü biz vazgeçmiyoruz!”
Peki ama İstanbul Sözleşmesi Dışında da Şiddetle Mücadele Edilemez mi?
Sözleşmeden çıkma talebini yüksek sesle ifade eden ilk ülke olan Türkiye, şiddetle mücadeleye devam edebilir mi? Şiddetle mücadele sadece sözleşme olduğu zaman mı mümkündür? Bakanlıklar ve ilgili yapılar tarafından şiddetle mücadelede bir tam kararlılık içinde devam edileceği mesajları verilmiyor mu?
Ama burada asıl soru bu mesajların gerçekçi ve samimi olup olmadığı. Bu soruya olumsuz yanıtlar verebilmemizi sağlayacak uzun bir süreci, dünyada ve Türkiye’de hep birlikte yaşadık.
Cinsiyet temelli şiddet, bir cinsin diğeri üzerine tahakkümüne dayalı iki cinsiyetli toplum yapısının en bariz araçlarından biri. Hartman’ın meşhur tanımında ifade ettiği gibi “Kadınların emeği ve bedeni üzerindeki kontrol sistemi olan ataerkilliğin en yadsınamaz tezahürü şiddettir. Şiddeti ve cinayeti kimse kabul etmez.”
İpin şiddetle mücadele içinde tutuğumuz ucu, cinsiyetler arası eşitsiz güç ilişkilerine ve oradan da bu güç ilişkilerine dayalı toplum yapısına gidiyor. Eğitime, sağlığa, evliliğe, miras haklarına, siyasete ve tüm düzeylerde karar almaya katılıma, ekonomik yaşama katılıma, insana yakışır iş koşullarına, eşit ücrete, ev içi emeğin paylaşılmasına, gelirin paylaşılmasına da dönüp bakıyoruz. Buralarda erkeklerin ayrıcalıklı yaşamlarına devam edebilmelerini sağlayacak olan toplum düzeninin dönüşmesi gerektiğini görüyoruz.
O nedenle tüm dünyada erkek akıl “aman şiddetle mücadele edelim de bu ipin diğer ucundaki eşitsizlikler konu edilmesin” diyor sanki. Sanki “şiddetle mücadele öyle bir yürütülmeli ki, cinsiyete dayalı eşitsizliğin sürdürülebilmesini sağlamalı,” diyor. İşte “geleneklerimize ve değerlerimize uygun şiddetle mücadele” lafını duyunca ben bunu anlıyorum. Bunun için de İstanbul Sözleşmesi’ni reddeden bir anlayışın şiddetle mücadele mesajlarının gerçekçi ve samimi olabileceğini düşünemiyorum. İstanbul Sözleşmesi’nden çıkmak için sunulan her gerekçe, cinsiyet eşitliğinin mümkün ve uygun olmadığı ve kurulmasına izin verilemeyeceğinin ilanıdır aslında.
Malumun ilanına şaşırarak ne çok zaman geçirdi bu ülkede insanlar. Ne kadar uzun sürdü idrak etmeleri ve düştükleri yanılgıyı fark etmeleri. Yıllar önce verdikleri destek için pişmanlık duymaları ya da o dönem için ne kadarda haklı olduklarını kendilerine ve başkalarına anlatmak için sürdürdükleri beyhude çaba içinde ne kadar efor harcandı boş yere.
Bu sıralar güncel siyasete ilişkin tartışmalardan şöyle bir sonuç çıkardım: Muhalefet her zaman iktidardakileri hedefleyen ve onların attıkları adımlara ve yarattıkları etkilere tepki veren bir atıl tavır olmamalı.
Muhalefet, aksine, toplumsal ilerleme hedefi için göz ardı edilen her konunun yer bulduğu ve herkesin sesinin duyulduğu bir pratik olmalı.
İşte tam da bunun için benim bildiğim, tanıdığım, bulabildiğim bir tek yol var. Bizim Feminizme ihtiyacımız var. Neden mi? Benim feminizmden anladığım şu da ondan: birlikte güçlenme, birbirinden öğrenme, dayanışma…
Bizi Takip Edin