2021’de Sivil Toplumu Yeniden Düşünmek
Bir “kesişim” olarak insan örneğinde olduğu gibi, güçlü bir varoluş gösterebilmeleri için, STK’ların başka STK’larla kesişim içinde olması gerekiyor. Ancak, bütün bu yelpaze içinde, yelpazeyi birleştirecek tek bir dili gerçekleştirmek mümkün değil, hatta böylesine bir dilin tehlikeli olduğu bile söylenebilir… Bütün bu kuruluşların benzemesi de mümkün değil ama insanların ve STK’ların “karşılaşarak”, birbirlerini “tamamlamaları” mümkün. Hiçbir kişi ve örgüt tek başına her şeyi temsil edemez.
Ferhat Kentel imzalı bu yazı 1 Mayıs 2021 tarihinde Jineps Gazetesi‘nde yayınlanmıştır.
Bazı faaliyetler için hazırlanmak, başka insanlarla bilgi ve tecrübe paylaşmak, insana iyi geliyor. Bizzat “karşılaşmanın” kendisi, zihnin açılması ve umudun beslenmesi için olağanüstü bir tecrübe ve imkân yaratıyor… İşte Hrant Dink Vakfı’nın 21 Nisan tarihinde düzenlediği ve konuşmacılarından biri olduğum “Sivil toplumu yeniden düşünmek: Kimlikler, değerler ve toplumsal fayda” adlı panel benim için tam da böyle bir imkân yarattı. Orada değindiğim konuları ve aldığım notları bir metne dönüştürerek, Jıneps okurlarıyla da paylaşmak ve günümüzde bu kavram vesilesiyle Türkiye’de devlet ve toplum arasındaki ilişkiler hakkında bir fikir jimnastiği yapmak istiyorum.
Bir olgu ve bir kavram olarak 18. yüzyılın sonunda belirginleşen sivil toplum esas olarak, klasik anlamda “devlet dışı alan, devleti dengeleyen alan” gibi tanımlanmış olsa da, bugün çok daha kaygan bir zeminde, tanımlaması oldukça zor ve karmaşık bir görünüm sunuyor. En azından, modernleşen dünyada önce burjuvazinin, sonra işçi sınıfının mücadelesiyle güçlenmiş bir alan olduğu, devlet karşısında çıkarlarını koruyan insanların, grupların, sınıfların mücadele alanı olduğu söylenebilir. Öte yandan, başlangıçta sivil toplumun çerçevesi “ulusal” iken bugün çok daha küresel ve yerelliği aynı anda bünyesinde barındırıyor. Şimdi artık, gıda güvenliği, temiz hava, temiz enerji, su hakkı gibi daha önce hiç düşünmediğimiz meseleler de gündemimize giriyor.
Sivil toplumun döneme göre önemi ve gücü artıyor ya da azalıyor. Zamanın siyasal ihtiyaçlarına, ideolojik savaşlara göre önem kazanıyor ya da kaybediyor. Mesela Türkiye’de 1980 askeri darbesinin akabinde, yani solun, sınıf mücadelesinin büyük bir darbe yediği dönemde, adeta bir “sivil toplumculuk” patlamasının yaşandığı söylenebilir. Aslında bu da sivil toplum aktörlerinin zayıfladığı bir dönemde, “başkalarına duyulan ihtiyaca” işaret ediyor ve bu hal, tanıma dair önemli bir ipucu veriyor. Yani sivil toplum kendi başımıza değil, başkalarıyla birlikte mücadele ettiğimiz, başkalarının da dahil olduğu bir alan…
Kutuplaşmış, cemaatleşmiş bir dünyada ve toplumda yaşıyoruz ve bugün sivil toplum aktörlerinin önündeki en önemli görevlerden birini tam olarak cemaatler arasındaki bu sınırları yıkmak olarak tanımlayabiliriz.
Sosyal Hareketler, Demokrasi ve Kendi Üzerine Düşünmek
Sivil toplumu sabit, değişmez birtakım tanımlara sokmak yerine, biraz daha dinamik bir perspektif içinde ele alabiliriz. Mesela bu alanı insan topluluklarının harekete geçtiği “üretken / doğuran” bir alan olarak düşünebiliriz. Bu vesileyle, bir karşılaşma zemini olduğundan ve devlet dışı aktörlerin “başarısı” için temel olarak üç unsurun gerekliliğinden söz edebiliriz. Çıkarlar, hakları savunmak, tanınmak için verilen mücadelelerin, hak savunuculuğunun alanı olarak görebileceğimiz sivil toplumdaki bu üç unsur “sosyal hareketler”, “demokrasi” (ve demokrasi ile ilişkili olarak hukuk) ve “sosyal bilimler” (sosyolojik düşünce) şeklinde özetlenebilir. Bunlardan birisi olmadan diğerinin olması pek mümkün değil. Yani “sosyal hareketler” olmadan “demokrasi” mümkün değil. Ama demokratik kurallar, özgürlükler olmadan yani dile gelmeye çalışan her hareketi ezen, yasaklayan bir otoriter ortamda sosyal hareketler de pek mümkün değil. Bütün bunların üzerinde, resmin bütününe bakamayan toplumlarda yani düşüncenin, sosyolojik düşüncenin, toplumun kendi üzerine düşünme kapasitesi olmadığı durumlarda da ne demokrasinin ne de sosyal hareketlerin gelişmesi mümkün. Düşüncenin olmadığı toplumlarda her hareket kuru kalabalıkların debelenmeleri olmaktan, demokrasi de basit bir oyundan öteye gidemez. İşte toplumu üreten, “iyiye” taşıyan bir sivil toplumu bu unsurların bir kesişimi ve daha da öteye, adalet elde etmiş sosyal hareketlerin haklarını koruma ve geliştirmesinin kurumsallaştığı / kurumsallaşmasının meşrulaştığı bir alan olarak görebiliriz. Ama mücadeleler başarılı olup, devlet karşısındaki alanı ne kadar genişletmiş olsalar da, bu hal bir kereliğine olmuş bitmiş bir alan değil; her an geriye gidebilme potansiyeli taşıyor.
Kaldı ki bu geriye gidişleri, ABD’den Türkiye’ye tüm dünya toplumlarına baktığımızda görebiliyoruz. Çünkü hakkında “devlet dışı” diyerek kolay bir tanım yapsak da, sivil toplum devletle / siyasal iktidarla çok yönlü bir ilişki içinde… Siyasal iktidarı hem üretme, hem de sınırlama özelliğine sahip… Ama aynı zamanda vücut verdiği siyasal iktidar tarafından sınırlanabilen de bir alan… Dolayısıyla, toplumdaki güç ilişkilerine bağlı olarak hukuka da kaynaklık eden, meşruiyet veren bir alan ve tam da bu güç ilişkileri sebebiyle, güçlülerin elindeki hukukun / istisna hallerinin büyük darbeler vurabildiği bir alan… Bugün bu türden bir hukukla, çok daha iktidar dili haline gelebilen, yerleşik temayülleri, kurumları bile yok edebilen birtakım “hukuk” görünümlü emir-komuta ilişkisiyle, sivil toplumun “sosyal hareketler” bileşenine büyük darbeler vuruluyor.
Örneğin Türkiye gibi ülkelerde bu darbelerin kolayca vuruluyor olması, kuşkusuz çok önemli ama darbelere muhatap olan alanın kendi içinde de büyük sorunlara sahne olması burada not edilebilir. “Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi” gibi örneklerde, sivil toplum ve hakların hukuksallaşması ilişkisinde ileri bir seviye söz konusu olsa da, bu kazanımları koruyacak, çoğul unsurlardan oluşmuş bir sivil toplumdan ziyade, “gettolaşmış”, cemaatleşmenin bütün sonuçlarının mevcut olduğu bir yapıdan bahsetmek daha mümkün görünüyor.
Modern Dünyanın Erozyona Uğrayan Umutları
İçinde yaşadığımız dönem, geçmişe oranla radikal değişikliklere sahne oluyor. Örneğin modern kapitalist yapıda sömürü hep vardı ama işçi sınıfı da geleceğe inanıyordu. Maddi bir kalkınma hayali eşliğinde, bütün toplumsal aktörler ve kurumlar burjuvazinin ilk rüyasını paylaşıyordu. İlerlemek kutsaldı, ancak bu inanç artık bitti. Alain Touraine’in ifadesiyle, kapitalist sistem aktörleri dışarı attı. Sistem kendini sanayiye vakfeden, kendini sanayi ile tanıyan ve var eden bir işçi sınıfı olmadan, “aktörsüz sistem” (piyasa) ile devam etti. Aktörler de sistemsiz kaldı ve adalet mücadelesi için kültürlerine / kültürel kimliklerine sarıldı, gettolaşıp, cemaatleştiler. Bu vesileyle, hep beraber, klasik sanayi mantığından kültürlerin mantığına, oradan da duyguların, tutkuların, korkuların dünyasına geçtik.
Bugün çok daha parçalı, risk toplumu, risk kültürü gibi adlarla anlatılan bir yapının içinde yaşıyoruz. Herkes için arzulanan modernlik idealinin geçekleşmediği bir zamanda, çoğul alanlardan, birbirlerinden kopan insanlar cemaatlerine kapanıyorlar… Bir yanıyla yaşadığımız çağa bilgi toplumu gibi isimler verilirken, aynı bilgi toplumu popülizmin ve adaletsizliğin zirve yaptığı “hakikat ötesi” bir toplum olarak da tanımlanabiliyor.
Bugün sivil toplum hukuki kazanımlarını korumak konusunda çok daha kırılgan; çünkü duygusal, kutuplaşmış, cemaatleşmiş bir dünyada ve toplumdayız. Birbirimizi duyamayacak kadar farklılaşmış “duygusal sermayelerimizin” taşıdığı travmalar var.
Bugün sivil toplum hukuki kazanımlarını korumak konusunda çok daha kırılgan; çünkü duygusal, kutuplaşmış, cemaatleşmiş bir dünyada ve toplumdayız. Birbirimizi duyamayacak kadar farklılaşmış “duygusal sermayelerimizin” taşıdığı travmalar var. Dolayısıyla “sivil toplum” kavramını (teori) da, onun içindeki hareket tarzımızı (pratikleri) da yeniden düşünmek zorundayız.
İçinde bulunduğumuz ve neoliberal hâkimiyetin bariz olduğu zaman ve dünyada, insanlar hem bu dünyanın nimetlerinden faydalanmak için her türlü pragmatik arayışa (kolay yoldan para kazanma arzusu, her türlü yolsuzluğu, ahlaksızlığı görmezden gelmek, vb.) girerken aynı zamanda alabildiğine korunmacı tutum ve davranışlar eşliğinde, kendilerine “sıcak yuvalar” inşa etmeye ya da var olanların içine girmeye çalışıyorlar. Bu sıcak yuvalar esas olarak, etnik, dinsel ya da ulusal kimlikler şeklinde tezahür ediyor. Ancak radikal bir paradoks içinde, herkes kimliklerine kapanırken, aynı zamanda başkalarının kimliklerinden de korkuyor. Başka bir deyişle, yaşadığımız dönem hem “kimlikler” hem de “kimliklerden korku” çağı… Bu nedenle, bilinmezlik, güvensizlik ve sürekli tedirginlik içinde, her zaman bildiğimiz anlamda dinlere tekabül etmese de, gayet “dini” bir duygu ve kurguyla, çok sayıda insan “tek adamlar” vasıtasıyla “kurtuluşu” (cennet) arıyorlar.
Sivil Toplumda Mücadele, Kimlikler Arasındaki Kesişim
Geçmişte bu türden yeryüzü cenneti arayışlarının her türlü totalitarizm vasıtasıyla nasıl acı ve trajik sonuçlar yarattığını gayet iyi biliyoruz. Ancak bunun bir kader olduğunu düşünmemize gerek yok. Sivil toplum, içinde çok farklı olumsuzluk potansiyelini taşısa da, önemli ipuçları taşıyan bir çoğulluğa sahip. Sivil toplum içindeki unsurlar tek başlarına yaşayan, kapalı devre sistemler değiller. Eğitim, sınıfsal konum, yoksulluk ya da zenginlik, kültürel daireler gibi konular, her bireyin ve toplumsal grubun tecrübe ettiği mevzular. Sivil toplum alanında başarılı olan mücadeleler de genellikle bu alanları birbirleriyle ilişkilendirebilen hareketlerden çıkıyor. Yani eğitim ve kimlik; üniversite ile sivil toplum, sınıf meselesiyle sivil toplum ilişkisini kurmak gerekiyor. Bu hem üniversite için geçerli hem de sivil toplumda belli grupların tanınması ve hakları için mücadele eden sivil toplum kuruluşları için geçerli.
Neoliberalizmin dünyayı kirlettiği, ahlakı çökerttiği, “hakikat-ötesi” olarak adlandırılan bir zamanda, yoksulluk ve yoksulları esir alan, yabancılaştıran popülist dalgalar bütün dünyanın ortak meselesi.
Bunun anlamı şu: klasik modern toplumların alameti farikası olan “işbölümünün” dışına çıkmak gerekiyor. Mesela, bilginin sadece üniversitede üretildiği düşüncesinden sıyrılmak gerekiyor. Yani üniversitenin sadece “bilgi” demek olmadığını; STK’ların da sadece “eylem” demek olmadığını görebiliriz. Her ikisi de hem bilginin ve hem de pratiklerin yeri olarak pekâlâ kabul edilebilir. Üniversite ürettiği bilgiyi sokağa taşıyabilir, STK’lar da sokağın tecrübesini üniversiteye taşıyabilir; sivil toplum ya da bütün çoğulluğu ve enerjisiyle “hayat” eğitim alanına girebilir. Bu iç içe geçişler STK’ların niteliği hakkında da bir ipucu veriyor; STK’lar sadece kendilerini tanımladıkları alan ya da uzmanlık içine sıkışmamak, birçok alanla ilişki içinde olmak zorundalar.
Buna paralel olarak, STK’ların sadece kendi alanlarında ve kitleleri nezdinde değil, tüm sivil toplum alanında toplam “farkındalığı” yükseltebilmeleri, başka insanların kendi hayatlarına taşıyacakları örnekler oluşturmaları elzem görünüyor. Dolayısıyla sivil toplum kuruluşları “üniversite” değildir, sadece projeler vasıtasıyla “eğitim” vermekle yetinemezler, ancak hayatın içinde bilgi üretmek, “örnek” olmak, her halükârda aktörleri güçlendirmek, bir yaraya pansuman olmak gibi geniş bir perspektifte yer almak gibi yenilenmiş bir tanıma ihtiyaçları vardır.
Tüm sivil toplum alanına taşınabilecek bu “örneklikler” çok önemli görünüyor. Çünkü kutuplaşmış, cemaatleşmiş bir dünyada ve toplumda yaşıyoruz ve bugün sivil toplum aktörlerinin önündeki en önemli görevlerden birini tam olarak cemaatler arasındaki bu sınırları yıkmak olarak tanımlayabiliriz. Mücadelenin nesnesi ne olursa olsun (sınıfsal, kültürel vb.), hiçbir hak mücadelesi tek boyutlu ele alınamaz. Çünkü hiçbir insan tek bir boyut değildir. İnsanlar bir “kesişimin” ortasında yaşarlar. Bu kesişimin farkına varmak, farklı cemaatlerin gettosuna kapanmış insanlara ulaşmanın da bir yolu olabilir. Bu başka insanlara ulaşmanın bir yolu olabilir. Ancak en azından, dünya halkları için çok büyük bir tehlike haline gelen popülizmin ve ırkçılığın kökenlerini de anlamak zorundayız. Eğer hızlı bir yorum yapacak olursak, modernliğin, seküler milliyetçiliğin en az yüzyıllık kibri karşısında, ehlileştirilmeye maruz kalmış kesimlerin öfke ve tutkularının bugün intikam aldığını söyleyebiliriz. Bugün bildiğimiz her türlü kutuplaşmanın ötesinde, çok daha bariz bir kutuplaşmanın içindeyiz: bir yanda “akıl” (mantık), diğer yanda “duygu ve tutkular” karşı karşıya gelmiş durumda… Ancak, derin yaralarla inşa olmuş tutkular dünyasına “akıl” ile konuşanların değmeleri neredeyse imkânsız… Korkan ve korkarak içine kapanan, kurtarıcı bekleyen, popülizm gibi kolay ezber söylemlere başvuran insanların gayet “mantıksız duygularını” (korkuları, endişeleri) hissetmek, anlamak ve o duygularla irtibatlanabilmek gerekiyor… Çünkü en azından şunu çok iyi biliyoruz: “adalet” arayışı çok farklı kimliklerin altından geçen ortak bir paydadır. Yani eğer gerçekten en ikna edici bir şekilde adaletten bahsedebilirsek, başka adalet sorunu olanlara sesimizi duyurmamamız mümkün değildir.
Radikal bir paradoks içinde, herkes kimliklerine kapanırken, aynı zamanda başkalarının kimliklerinden de korkuyor. Başka bir deyişle, yaşadığımız dönem hem “kimlikler” hem de “kimliklerden korku” çağı…
Türkiye gibi çok derin travmaları olan bir toplumda, geçmişten gelen ağır birikimi yok sayıp faaliyette bulunmak çok zor… O travmayı okşayanlar, cemaati / cemaatçi duyguları okşayanlar her zaman için daha etkin olabiliyorlar. Buna karşılık, tek başına, bir kimlik için sivil toplumculuk da mümkün değil; eğer insan bir kesişim ise, yöntemler de kesişim içinde, interdisipliner olmalı; (her biri insanların başka bir özelliğine dokunan) başka kurumlarla birlikte faal olmalı. Bir “kesişim” olarak insan örneğinde olduğu gibi, güçlü bir varoluş gösterebilmeleri için, STK’ların başka STK’larla kesişim içinde olması gerekiyor. Ancak, bütün bu yelpaze içinde, yelpazeyi birleştirecek tek bir dili gerçekleştirmek mümkün değil, hatta böylesine bir dilin tehlikeli olduğu bile söylenebilir… Bütün bu kuruluşların benzemesi de mümkün değil ama insanların ve STK’ların “karşılaşarak”, birbirlerini “tamamlamaları” mümkün. Hiçbir kişi ve örgüt tek başına her şeyi temsil edemez. Yani insan hakları için uğraşan bir örgütün, sınıf meselesiyle ilgilenenlerle kesişimler yaratması; LGBTİ ile uğraşıyorsa, etnik olanla, sınıfsal olanla dirsek teması içinde olması ya da etnik bir mesele varsa toplumsal cinsiyetle de ilgilenmesi önemli bir sıçrama yaratabilir. Ayrıca STK’ların küresel ve yerel olan arasında “ortaklıklar / müşterekler” temelinde bağ ve ilişki kurabilmesi de şart görünüyor. Yani soluduğumuz hava, içtiğimiz su, iklim değişikliği, ekoloji, tohum gibi konular her STK’nın başkalarıyla ilişki kurabilmesi için çok temel ve hayati konular olarak belirginleşiyor…
Neoliberalizmin dünyayı kirlettiği, ahlakı çökerttiği, “hakikat-ötesi” olarak adlandırılan bir zamanda, yoksulluk ve yoksulları esir alan, yabancılaştıran popülist dalgalar bütün dünyanın ortak meselesi. Bu ortak meselelere karşı birbirlerinin tecrübelerinden beslenen, sahaya ve insanlara dokunan, birlikte düşünen, etkilemek için etkilenmeyi kabul eden bir mücadelenin mümkün olduğunu söyleyebiliriz.
Çünkü “bir arada yaşamak” meselesinde sadece “biz” yokuz… Bizim gibi olmayanlarla ilişkilenmek, karşılaşmak zorundayız… Her alanda (devlette ya da STK’larda) çıkarları peşinde koşan bir avuç insanın dışında çok daha geniş insan kitlelerini ortak dertleri etrafında bir araya getirme çabasını sürdürmemiz gerekiyor.
STK’lar sadece kendilerini tanımladıkları alan ya da uzmanlık içine sıkışmamak, birçok alanla ilişki içinde olmak zorundalar.
Kariyer Olarak STK’cılık ve Güvenilirlik Meselesi
Buraya kadar STK’ların toplumla ve başka STK’larla birlikte girişebileceği hareket tarzına dair yorumlara yer verdim. Burada bizzat STK’ların içine doğru bakmak istiyorum. Öncelikle, STK’ların mücadelelerinde giderek daha da zor bir mesele haline gelen konu STK’ların finansal varoluşlarıdır. Savunduğu kitlelerle çok yakın temas içinde ol(a)mayan STK’lar her zaman fon bulmak; fon bulmak için de proje oluşturmak zorundadırlar. Ancak “projecilik” her zaman bir risk içerir. Birçok STK için hayatta kalmak için girişilen projecilik, birçok sefer bu STK’ların varlık nedenleri haline gelmiş, gerçek sorunlardan kopmuşlardır.
Elimden geldiği kadar hem Türkiye’de hem de dünyanın farklı ülkelerinde, mesela Fransa’da, Almanya’da çok farklı STK’ları, insan hakları, kültürel haklar, kadınlar için, ırkçılığa karşı ya da göçmenler için çalışan STK’ları izliyorum… İşte bu gözlemlerime dayanarak, son olarak, STK’ların, bizzat kendi içindeki gönüllüleri ve çalışanlarına ilişkin olan bir sorununa değinmek istiyorum.
Hemen şu basit tespiti teslim edelim; bu örgütlerin hiçbiri, adlarında “sivil” kelimesini taşıdıkları için, çalışanları da “otomatik” olarak “kötülüğe karşı mücadele eden iyiler” gibi bir kutsal kategoriye girmiyorlar. Kutsallık bir yana, hemşeri derneklerini siyasete girmek için basamak yapanlardan, “kârlı” bir alana dönüşen STK’lara kadar çok geniş sorunlu bir yelpaze var. Birçok STK “iktidar savaşlarının” vücut bulduğu oligarşik bir yapıya sahip. Çıkar ve güç ilişkileri içinde, fırsat kollayıp rakipleştirilmiş grupları temizleyen STK patronları söz konusu. Birçok örgüt ayrımcılıklara sahne oluyor; feminist ya da LGBTİ hareketlerinde bile sınıfsal ve etnik ayrımcılıklar söz konusu olabiliyor… “Roman hakları savunuculuğu” görünümü altında sadece “proje” ve “kariyer” yapan “profesyonel meslek sahipleri”, haklarında mücadele ettiklerini söyledikleri insanlar yerine finans kaynakları, otellerin toplantı salonları, maaşlar arasında oluşmuş “networkleri” yönetiyorlar…
Çok sayıda STK, seçim oyunlarına, klasik partilerdekine benzer kavgalarla muhakkak yönetici olmak isteyenlere, kadınlara ya da daha zayıf üyelere dönük bildiğimiz şiddet olaylarına, tacize, mobinglere ev sahipliği yapıyor. Bu STK’lar, temsil ettikleri insanlardan yani aşağıdan yukarı doğru giden bir ilişki yerine, yukarıdan aşağı yönetilen STK’lar olarak faaliyet gösteriyorlar ve değil toplumun geneline, kendi hedef kitlelerine bile “örnek” olarak nitelendirilebilecek olumlu bir imaj yayamıyorlar.
Dünyada ve Türkiye’de STK’ların sahip oldukları işlevi güçlendirmek için, önce kendi üzerlerine düşünmek ve etraflarına yayacakları imajı düzeltmeleri gerekiyor. Bugün, STK’lar için, otomatik olarak “meleklerin mekânı” olmadığı için, iyi bir “etik kodu”, “etik programı” gibi uygulamaları düşünmek ve hayata geçirmek gerekiyor. Sivil toplum ve STK’lar dünyasında çok ciddi bir kampanya yürütmek, STK’lar içindeki olumsuzlukları temizlemek üzere ve “kol kırılır yen içinde kalır” yerine, özdüşünümsel, “Me too” (“ben de tacize uğradım”) benzeri kampanyalar yürütmek gerekiyor… Bu tür kampanyalar sonucunda, başka rakip örgütler ve hareketlerin kullanabileceği “malzemeler” ortalığa saçılsa bile, “temizlenmeden” STK’ların ciddi bir alternatif olması, “devlet dışı alan” yaratması zor görünüyor…
Prof. Dr. Ferhat Kentel
Bizi Takip Edin