Japonya’nın Radyoaktif Suyu Denize Boşaltma Kararı;
Uluslararası Sularda Siyasi Kriz ve Balıkçılık
Fukuşima Nükleer Felaketi'nin başlamasından itibaren denize akmaması için biriktirilen ve bugün miktarı 1,25 milyon tona ulaşan radyoaktif suyun yer kalmadığı için denize boşaltılması kararı uluslararası siyasi krize yol açabilir.
Meydana geldiği yer ve zamanla sınırlı olmayan, hatta ülke sınırlarını da aşarak ekosistemi bir bütün olarak tahrip eden radyoaktif kirliliğin verdiği endişe, Fukuşima’da 10 yıldır biriktirilmekte olan suyun denize boşaltım kararıyla yeniden dünya gündeminin üst sıralarında. Oysa Fukuşima Nükleer Felaketi’nin başlamasından sonra 13 bin kilometre mesafedeki ABD’nin Kaliforniya kıyılarında Woods Hole Oceanographic Institution/Woods Oşinografi Enstitüsü (WHOI) tarafından radyoaktif Sezyum 134 tespit edilmiş, kaynağının da Fukuşima’daki nükleer felaket olduğu açıklanmıştı. Yine radyoaktif tehlikenin uzak mesafeleri nasıl kat ederek etkili olduğu Pripyat’tan kuş uçuşu 1900 kilometre mesafedeki bu topraklarda da tecrübeyle bakidir. Ne var ki, göze görünmeyen radyoaktivitenin kat edebileceği mesafeler hep insanın tahayyül sınırlarını zorlar ve ancak yakın coğrafyalarda alınan kararlarla alınmayan önlemler üzerinden bir sorgulama yapılır. Bu bağlamda Fukuşima Nükleer Felaketi’nin başlamasından itibaren denize akmaması için biriktirilerek miktarı bugün 1,25 milyon tona ulaşmış olan radyoaktif suyun yer kalmadığı için denize boşaltılması kararı da uluslararası siyasi krize yol açabilir. Nitekim Japonya’nın bu kararı ortak bir denizi de paylaştığı Çin ve Güney Kore sert siyasi mesajlarla karşılanırken bu coğrafyanın halkları da tepkilerini protestolarla gösteriyor.
Öte yandan siyasi iktidarların, adına yönetim dedikleri işleyişin çarklarını döndürmek adına radyoaktiviteyi yok sayma yönünde aldığı kararlar ve almadığı önlemler siyasi temsilcileri zor durumda da bırakabiliyor. Açıkçası Başbakan Suga’nın biriktirilen radyoaktif suyun denize boşatılması yönündeki kararı açıklamasından sonra da Başbakan Yardımcısı Taro Aso için böyle oldu. Karara karşı yükselen tepkileri dizginlemek isteyen Aso, radyoaktif suyun boşaltılırken Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ)’nün skalasına uygun ve içilebilir kıvamda olacağı iddiasında bulununca Çin Dış İşleri Bakanı Zhao Lijian radyoaktif suyu içmesini önerdi. Fukuşima Nükleer Felaketi’nin başlamasıyla reaktörden sızan suyun radyoaktif olmadığını dünyaya ispatlama arzusuyla içen Milletvekili Yasuhiro Sonoda’nın çaresizliğini gösteren bu olay biraz daha geriye gidersek daha aşina olduğumuz bir yerden, Çernobil radyasyonunun çayda olmadığını ispatlamak için canlı yayınında bir bardak içen dönemin Ticaret Bakanı Cahit Aral ile zihnimizde canlanır.
Çin ile yaşanan bu gerilimin dozu ne kadar artar, şimdilik bilemiyoruz. Ancak Fukuşima Nükleer Felaketi’nin 10. yıl dönümünü değerlendirdiğimiz yazımızda okuduğunuz gibi Fukuşima’da nükleer felaketin başlamasından sonra bugüne kadar 50 balıkçı kooperatifinin kapandığı, balıkçılığın %85 oranında azaldığı ve satılan balık çeşidinin 3’e düştüğü göz önüne alınırsa aynı denizi paylaşan Çin’in endişesi bu açıdan da anlaşılabilir. Esasen yaşanan gelişmelerden huzursuzluk duyan sadece Çin de değil. Zira geçen hafta Güney Kore Hükümet Sözcüsü Kang Min-Seok da Devlet Başkanı’nın konuyu uluslararası mahkemelere taşımak için yetkililere talimat verdiği açıklamasında bulundu. Bu açıklamayı Güney Kore Noryangjin Balıkçılık Toptan Satış Pazarı’ndaki esnaflardan oluşan bir sivil grubun Seul şehir merkezindeki Japon Büyükelçiliği önünde basın toplantısı düzenleyerek Japon hükümetini, komşu ülkelerle herhangi bir istişare olmaksızın radyoaktif suyu tek taraflı olarak boşaltmaya karar verdiğini kınaması izledi.
Japon hükümetinin radyoaktif suyu boşaltma kararının arkasındaki nedenlere bakacak olursak değerlendirmeyi iki açıdan yapmak uygun olur. Bunlardan biri bu suyun içinde yalnızca trityum olduğu gerekçesinin dünya genelinde trityum içeren soğutma suyunun normal şartlarda da denizlere boşaltıldığı açıklamasına dayandırılmasıdır. Dünya genelinde operasyon halinde 415 reaktör olduğu göz önüne alınırsa nükleer santrallerin dünya denizlerini çeşitli sağlık riskleri teşkil eden trityumlu suya buladığı gibi bir gerçeklikle karşı karşıya kalınır.
Yarılanma ömrü 13 yıl olan tirityumun canlı yaşamı üzerinde en az 130 yıl tesir süresine bağlı olarak besin zincirine karışması halinde etki süresi zarfında kanser ve türevi olan hastalıklara yol açması söz konusudur. Bu da demektir ki halihazırda soğutma sularını denize boşaltan nükleer santraller ekosisteme on yıllardır trityum karışmasına yol açmaktadır. İkincisi ise bu vakaya dair gözden kaçtığı düşünülen Fukuşima Nükleer Santrali’ndeki soğutma prosesinin sıradan bir nükleer santralin soğutma prosesinden çok farklı olduğu gerçeğidir. Daha açık bir ifadeyle tarumar olmuş 3 reaktör çekirdeğinin tam erimeye uğradığı Fukuşima Nükleer Santrali’nde gerçekleştirilen soğutma prosesi süresince çeşitli radyoaktif izotopların da suya karışıyor olması nedeniyle bu işlem sıradan ve operasyon halindeki nükleer santrallerdeki soğutma prosesiyle bir tutulamaz. Bu nedenle de hükümetin Geliştirilmiş Sıvı Artıma Sistemi(ALPS) adı verilen bir proseste arıtıldığı varsayılarak biriktirilen suyun yalnızca tirityum içerdiği iddiası oldukça şüphelidir. Nitekim soğutma prosesinden sonra silolarda biriktirilen suyun ALPS’ten geçirilse de sistemin fonksiyonlarını yerine getirmemesine bağlı olarak bu suyun içinde Stronsiyum 90, Rutenyum 106 ve İyot 129 gibi kanser ve türevi hastalıklara yüzlerce yıl yol açma potansiyeli bulunan başka radyoaktif izotopların da bulunduğu bilgisi 2019 yılında basına sızmıştı.
Radyoaktif kirlikten bahsedildi mi beraberinde dünya kamuoyunu ilgilendiren standartlar üzerinden de bir tartışma zemini oluşur. Örneğin Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (UAEA) tarafından genel olarak atmosferde bulunan radyasyon tespiti için tayin edilmiş dünya standardı vardır ve bu 1 miliseverttir. Ne var ki Fukuşima eyaletinde radyasyon sınır dozu 20 kat yükseltilerek Fukuşima’da evlerini terk eden insanların geri dönmesi salık verilmiş ve böylece devlet hak sahiplerinin tazminat yükünden kurtulmuştur. Eyalet genelinde neoliberal kapitalist sistemin çıkarlarına uygun olarak radyasyonlu bölgeyi yerleşime açan bu teknokratik kararlar besin zincirine giren gıdalar söz konusu olduğunda ülkeler arasında yapılan anlaşmalarla radyasyon kontrollerinin kaldırılmasında da kendini gösterir. Öte yandan radyoaktif kirlilik ihtimali nedeniyle güven kayıplarını yaşandığı ortamda radyoaktif kontrollerin daha sıkı yapıldığı izlenimi de verilmek istenebilir. Nitekim Uluslararası Radyoloji Araştırma Enstitüsü (ICRP) tarafından tayin edilmiş sınırlara uygun olarak Fukuşima Nükleer Felaketi öncesinde geçerli olan 500 bekerel sezyum sınırı Fukushima kıyılarında tutulan balıkların satılmaması nedeniyle 100 bekerele indirilerek tüketiciye güven telkin edilmek istenmiştir. Ne var ki uygulanan daha sert önlemlere rağmen Fukuşima balığının güvenilir ve sağlıklı olduğu tüketicide karşılık bulmamış bilakis balıkların yarısından fazlasının kilogram başına radyoaktif sezyum miktarının “yeni sınır dozu” tayin edilen 100 bekereli aştığı tespit edildiği için Fukuşima Nükleer Santrali’nden denize açılınan 10 kilometre yarıçaplı alanda avlanma yasaklanmıştır. Geçen 10 yılın sonunda da bu durumun değişmediği ve kaybolan güven nedeniyle 2020’ye gelindiğinde ölçümlerde tespit edilen radyasyon dozu düşük çıksa dahi balıkçılığın toparlanmadığı görülüyor. Zira Fukuşima Eyaleti Balıkçılık Kooperatifi Birliği’nden yapılan açıklama bu önlemlerin Fukuşima öncesine göre satılan balık miktarını ancak %15’lerden %17’ye yükseltebildiği yönündedir.
Bölgede can çekişen balıkçılığın toparlanması için bir diğer hamle de 2019 yılının Eylül ayında testlere başlayarak kaybolan güveni yeniden tesis etmek için kurulan Fukushima Eyaletindeki Iwaki’deki Fukushima Bölgesi Balıkçılık ve Deniz Bilimleri Araştırma Merkezi olmuştur. Ne var ki 2019 yılında bir balık numunesinde kilogram başına 500 bekerel sezyum tespit edilmesi endişeleri yeniden yükseltirken şimdi buna bir de Başbakan Suga’nın radyoaktif suyun denize boşaltımını gündeme getirmesi eklendi. Başbakan Suga’nın radyoaktif suyun denize boşaltımına tayin edilen depolama alanının 2 sene sonra dolmuş olacağı ve yeni depolama alanının açılamayacağı gerekçesine dayandırdığı boşaltım kararı da balıkçıların itirazlarıyla karşılandı. Böyle bir noktada boşaltıma 2 sene sonra başlanacağı ve bu işlemin otuz yıl gibi bir süre alacağı gibi balıkçıları teskin etmeyi amaçlayan söylemler doğal olarak kifayetsiz. Benzer şekilde uluslararası sulardaki balıkçıların da bu endişeye gark olmaması mümkün mü? Zira İnsanı sağlıklı yaşam sürmekten mahrum bırakacak radyasyonlu ürünü kim satın almak isteyebilir? Türkiye için “tanzim satışlar” dediğinizi duyuyorum fakat bu başka bir yazının konusu olsun…
Kuşkusuz Fukuşima’da radyoaktif suyun neden olduğu felaket salt balığın kullanım değerine diğer bir deyişle onun meta olarak görülmesine de indirgenemez. Çünkü her şeyden önce balıkların ve tüm diğer canlılar gibi kendi yaşamlarını sürme hakları vardır. Yine cansız çevrenin kendilik hali düşünülmelidir en azından canlı yaşamının ekosistemin bir parçası olduğu genel kabul görmelidir. Ne var ki, balık ve diğer deniz canlıları insan ve başka hayvanların gıda zincirinde yer alırken insan merkezli tesis edilmiş olan bu dünyanın şartlarında balıkçılık aynı zamanda geçim kapısıdır.
Hep söylediğimiz gibi biri Akdeniz’in diğeri Karadeniz’in kıyısında kurulmasına karar verilmiş iki nükleer santral projesiyle Türkiye de benzer bir felaketin aday adayı. Meseleye sırf balıkçılık sektörü açısından baktığımızda ise Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü’nün 2020 yılında yayımladığı 2018 verilerine göre çevresinde 23 ülke bulunan Akdeniz’den yıllık 788 bin ton ve yine çevresinde 6 ülke bulunan Karadeniz’de 387 bin 844 ton balık elde edildiğini dikkate almak lazım… Ayrıca sadece Türkiye’de geçimini balıkçılıktan sağlayan 2,5 milyon kişi iki nükleer santralde çalıştırılacak en fazla 8 bin kişiden açık ara fazla olduğunun altını çizelim. Zira yalnızca bu açıdan bile ekosistemin bozulmasını insanın ve diğer tüm canlıların yaşamının zarar görme ihtimaliyle değerlendirmeyen neoliberal kapitalist sistemin tercihini şirketlerden yana yapmasıyla yavaş yavaş kendi sonunu getireceğini söylemek yanlış olmaz.
Bizi Takip Edin