Bir Odak Belirleyici Olarak Sanatla İlişkimiz
Dünyada bu kadar mesele varken, günlerimiz zor konularla yoğrulurken, kültür sanat konuşmak anlamsız, önemsiz, gereksiz mi?
Terapi Olarak Sanat kitabında, Alain de Botton ve John Armstrong, sanatın işlevlerini hatırlama, umut, acı, yeniden dengeleme, kendini anlama, gelişim ve değer bilme olarak belirliyor. Bu işlevlerden umut üzerine söyledikleri, muhtemel bazı ikilemler üzerine önermeler içeriyor.
Kitabın bu bölümü resim üzerine odaklansa da genel anlamda sanatla ilişkimiz üzerine bir yorum sunuyor. Yazarların üzerine düşündükleri sorulardan biri, güzel, hoş resimlere bakmanın, daha acil çözülmesi gereken, siyasi, ekonomik, ahlaki sorunları göz ardı etmemiz için bir alan mı yaratıyor olduğu üzerine. Sanatsal eserler bu anlamda, yaşadıklarımızı, çevremizi düzeltme çabamıza ket mi vuruyor? Hoş, estetik olana baktıkça, yaşanan olumsuzluklara karşı duyarsızlaşıyor muyuz? Oradaki güzelliklere odaklandıkça, gözümüzü kaçırıp eleştirel bir açısıyla hayata bakmaktan uzaklaşıyor muyuz?
Botton ve Armstrong, bu endişelerin gerçekçi olmadığını, hayata pespembe bakmaktan ziyade ‘aşırı kasvetten muzdarip’ olduğumuzu ifade ediyor ve diyorlar ki mesele ‘sorunların ve adaletsizliklerin’ farkında olmamız değil, bunlar karşısında kendimizi ufak ve güçsüz hissetmemiz. Bu cümle bir anlamda duygularımıza tercüman oluyor. Bu kadar konunun arasında, umudu korumaya ihtiyacımız olduğunu söylüyorlar, bu da doğru. “Matisse’in resmindeki dansçılar bu gezegenin dertlerini inkar etmiyorlar, ancak gerçeklikle kusurlu ve çelişkili, ama sıradan olan ilişkimizin durduğu yerden, onların tavırlarına cesaretlenmek için bakabiliriz,” diyor ve ekliyorlar: “Dünya daha iyi bir yer olsaydı, belki de güzel sanat eserlerinden daha az etkilenirdik.” Bu, hareketsiz kalmak ya da her şeyden elini çekmek anlamına gelmediği gibi duyarsızlaştığımızı da göstermiyor.
Bazen bir kitap, tam da ihtiyacınız olan konulara, meselelere değiniyor. Yazarlar, sanat eserlerinin bazen insanı ağlatacak kadar duygulandırdığını, ama bunun nedeninin eserlerin üzücü olmasında değil de temsil ettikleri güzelliğin belki erişilmezliğinde ve böylece çekici oluşunda yattığını ifade ediyor. (Art as Therapy, 2013, sf. 12-24) İzlediğiniz, gördüğünüz, şahit olduğunuz, karşılaştığınız, dinlediğiniz, deneyimlediğiniz bir eserde tüyleriniz diken diken olduğunda, ruhunuzda derin bir yere değdiğinde, harekete geçen hisse bu da dahil olabilir.
Sanat, ortaya çıkardığı karşıtlıkla bir umut yaratabilir ya da bunun bin bir başka yolunu içinde barındırabilir. Böylece, hayatın zorluklarından, içinde hissettiğimiz açmazlardan sıyrılmak, bazen olabilecek olanı hayal etmek, sınırlarını esnetmek için bir imkan sunabilir.
Yine de, temelde, dünyanın dönmesi için hava gibi su gibi bir gereklilik değil. C.S.Lewis, 1960’ta, “Dostluk, tıpkı felsefe gibi, sanat gibi gereksizdir. Hayatta kalma değeri yoktur; daha ziyade hayatta kalmaya değer veren şeylerden biridir,” derken arkadaşlıktan söz ediyordu, fakat oradaki sanat vurgusu çekerek, yaşama değer katan tanımlamasına odaklanabiliriz.
Semih Fırıncıoğlu’nun Ağustos 2020’de yazdığı “Sanatın Gereksizliği Üzerine” yazısı da sanat etkinliklerinin özellikleri arasında ilk olarak gereksiz olmalarını sayıyor. Bu etkinlikler, Fırıncıoğlu’nun sözleriyle “olmazsa olmaz” değil, “olmasa da olur” nitelik taşıyorlar. Ve onlar vesilesiyle, hayati olanın ortaya çıkardığı mecburiyetler, kaygılar ve ihtiyaçlardan “geçici kurtuluş yolları” sunuyorlar. En önemli özellikleri gereksiz olmaları. Tam da bu nedenle onlara ihtiyaç duyuyoruz. Sanat eserinin gereksizliği, neden var olduğunun da, neden onlara ihtiyaç duyduğumuzun da zeminini oluşturuyor. Saydığı ikinci özellik ise, etkinliklerin gereksiz olmasının ortaya çıkardığı, düşük risk sayesinde onları gerçekleştirenlere sağladığı özgürlük alanı. Fırıncıoğlu, oyun, sanat etkinliklerinin temel niteliğidir diyor ve endişenin az olduğu, günlük hayatımızda oluşturmaya çalıştığımız güvenli ortamın rutinine ve gerek duyduğu kurallara ve uygulamalara ihtiyaç olmayan, bunların işlemediği bir alan olduğunu ifade ediyor. Bir sanat etkinliğinin üçüncü özelliği de başkalarına gösterilerek, paylaşılarak yapılması. Yani sanat eserinin gereksindiği iletişim, etkileşim ve nasıl karşılık bulduğu bir çerçeve ve anlam(lar) belirliyor.
Ursula LeGuin’in 1974’te kaleme aldığı Kadınlar, Rüyalar, Ejderhalar kitabındaki “Amerikalılar Ejderhalardan Neden Korkar?” yazısı, bir sanat eseriyle karşılaşmamızın hayal gücümüzle ilişkisi üzerine odaklanıyor. Fantastik kurgulara yetişkinlerin mesafeli yaklaştığı fikri üzerinden yola çıksa da hayal gücü üzerine düşünceleri yine gerçeklikle, hayatla olan ilişkimize dair bir işleve işaret ediyor. Hayal gücünü, kendine odaklı bir gerçeklik oluşturmanın bir anlamda antidotu olarak gösteriyor. Çocukluktan gelen hayal gücünün yok edilemeyeceğini söyleyen Le Guin: “Hayal gücü reddedilirse, hor görülürse sonuçta vahşi ve yabani şekillere bürünür; şekilsizleşir. En iyi ihtimalle, ben-merkezci bir düş kurma olur; en kötüsü de ciddiye alındığında çok tehlikeli bir konum olan, kendi söyleyip kendi inanmaktır.” Le Guin’e göre hayal gücünün esas yararı insana zevk ve haz vermesinde yatıyor, ama bu ona göre yetişkinler için yeterli bir cevap değil. Bir diğeri ise yine onun sözleriyle şöyle: “Hayal gücüyle yaratılmış kurmacanı yararı dünyayı, çevrendeki kişileri, kendi duygularını ve kaderini daha derinlemesine anlamanı sağlamaktır.” Böylece, yetişkin olmayı, olgunlaşmayı da gelişmek olarak değerlendiriyor. (Kendra Levin’e göre de kahraman, evrimleşme potansiyeli olan insan.) Ejderhalar, hobbitler örneğinden yola çıksa da, fantazide ve bence kurguda var olan gerçeğin, insanların kabul etmek zorunda kaldığı, “hayatın sahteliğine, kofluğuna, gereksizliğine, sıradanlığına karşı bir meydan okuma, hatta tehdit oluşturduğunu” ve bu nedenle mesafeli kaldıklarını anlatıyor. (2013, sf. 27-33)
Meşhur Kahramanın Yolculuğu kitabında da Joseph Campbell, maceraya yalnız başımıza atılmak zorunda olmadığımızı söylüyor. Daha önce yola çıkanların yol göstermesiyle dönüşerek, “kendi varoluşumuzun merkezine ulaşacağız; yalnız olduğumuzu sandığımız yerde bütün dünyayla birlikte olacağız,” diyerek hikayelerin, kurgunun, sanatın bir başka etkisine işaret ediyor. Oluşturduğu anlamın temeli de belki tam burada yer alıyor.
Bizi Takip Edin