“Su Politiktir”
Ekosistemde her canlının geleceği birbirine bağlı olduğuna göre yerel ve küresel su politikaları da birbirine bağlıdır.
Yaklaşan Sevgililer Günü’nde elinizdeki gülle susuzluğu düşünün!
Yeni yılın ilk günlerinde susuzluk haberlerini ciddiye almamız gerektiğini anladık. Türkiye’nin en büyük buzullarından Hakkari Cilo dağlarında bulunan 2 milyon yıllık buzul da küresel ısınmadan nasibini almaya başladı. NASA iklim verileri, Türkiye’nin bu yaz ciddi bir kuraklıkla yüz yüze olduğu haberini veriyor.
Konuyu yerel olduğu kadar küresel gerçeklikle de ele almamız gerekiyor. Geçenlerde Serap Çakalır’ın Başka Dünya Mümkün Mü? kitabındaki Kenya’da yetiştirilen gül ve yaklaşan Sevgililer Günü metaforlarını birleştirmek istedim. Sevgililer günü küresel düzeyde ticari günlerden biri. Ancak sevginin ifadesi olarak görülen gülün değişik anlamları mevcut. Sapının uzun ya da kısa olması, rengi ve sunuş biçimi vb anlamları kültürden kültüre değişebiliyor. Örneğin Ekmek ve Gül emeği ve işçi sınıfı odaklı bir mücadeleyi çağrıştırırken, dikenli kırmızı gül fransız devrimini anımsatıyor. Şimdi biz gülümüzün suyu nereden geliyor derdindeyiz.
Kenya’nın Gülü ve Suyu
Kenya’dan Türkiye’ye çiçek ithalatı olduğunu biliyor muydunuz? Kenya tarımsal ürün olarak bahçe bitkileri üretimine önem vermiş. Bu bitkilerin sulanması özellikle yazın ülkenin en önemli içme suyu ihtiyacı karşılanan bir gölden sağlanıyormuş. Kısacası sevgilinizin size aldığı gülün nereden geldiğini ve nasıl yetiştirildiğini soruverin bakalım. Burada yalnızca eril kişiye değil sorum, hepimize.
‘Başka Dünya Mümkün Mü?’ kitabının girişinden bir alıntıyla devam edersek, Süs Bitkileri İhracatçılar Birliği Başkanı Osman Bağdatlıoğlu, Türkiye’deki çiçek üretimini Kenya’nınkiyle karşılaştırarak, “Türkiye’nin çiçek ihracatında rakibi Kenya ile beş yıl önce aynı seviyede idik. Kenya’nın şimdi 1 milyar dolarlık çiçek ihracatı var. Kenya devleti gerekli teşvikleri vermiş. Süs bitkileri sektörü az yatırımla çok işçi çalıştırabiliyor.” diyor. Bu demektir ki bize göre daha uzuz iş gücü ve hammadde kaynağı olan Kenya’ya gitmeyi tercih etmiş hükümetimiz. Oysa o gülün kokusunu içimize çekerken ve estetiğini seyrederken Kenyalı kaç kişinin içme suyunu çalmalarına alet olduğumuzu fark ediyor muyuz? Kısacası bir mamul maddenin/ bitkinin elimize ulaşana kadarki çabanın (ki buna gömülü enerji diyoruz) etiği, ekolojik ayak izinde en önemli noktayı teşkil etmelidir. Ekolojik ayak izi genel anlamıyla belirli bir nüfusun üretim ve tüketim faaliyetleri sonucu doğa üzerinde bıraktığı yükü hesaplamak ve ekosisteme ne kadar geri kazandırması gerektiğini belirleyebilmek için geliştirilmiş bir yöntemdir. Ancak yukarıda belirttiğimiz Kenyalı çocuğun içme suyunu neden çaldığımızı sorgulatmaz. Her şey bir enerji ve su mamülü olduğuna göre kullandıklarımızı ve yediğimiz içtiğimizin etik olması yurttaşlık bilinci gereği sorumluluğumuzdur.
Suyu Kullanmak Varlığımızın Yansıması
Su konusu 20 yılı aşan ekolojik uğraşlarımın odak noktasını oluşturuyor diyebilirim. Yaşadığım başka ülkelerde de özellikle yapılı alanlara su gözüyle bakmaya çalıştım. Kurak alan bitki ve ağaçlarına tutkum olduğu kadar, arazi bazlı su tutma ve yağmur suyu hasadı uygulamalarına da tutkuluyum. Çünkü suyu nasıl kullandığımız ona nasıl davrandığımız varlığımızın yansımasıdır… Suyun hafızası olduğuna inanıyorum. O hafıza da insanların yaşadığı alanlara yansıyor zaten… Bu gidişle dünyada öngördüğümüz ‘su savaşları’ çok daha erken başlayabilir. Sizi yeraltı su tabakasının akiferi nasıl besleyebileceğimizi olabildiğince detaylı kafa yormaya davet ediyorum. Çünkü hayat orada.
Akiferi Beslemek
NASA’nın uzaydan aldığı verilere göre, akiferin sadece seviyesinin düşmesi önem taşımıyor. Aynı zamanda yerçekim nedeniyle üstteki tabakaların kuruluğuna da dikkat çekiliyor [Gravity Recovery and Climate Experiment Follow On (GRACE-FO)]. 2019 yılında Avustralya’da aylarca söndürülemeyen yangınları anımsayalım. O sırada Avustralya’da yangınların ortasında idim diyebilirim. Bir dizi korku hikayeleri duydum ve yaşadım. Ekonomisi madenciliğe dayalı ‘gelişmiş’ bir ülkenin vehametini aylarca yaşadık. İklim değişimine uygun stratejiler geliştirmeyen hükümet politikalarını eleştirdiğim bir yazı da kaleme almıştım.
Ağustos 2020’de yayınlanan bir BBC Türkçe haberine göre, sondaj yaparak yeraltı sularına yönelinmesi sonucu toplam alanı Van Gölü’nün üç katı büyüklüğünde 60 göl kurutuldu. Diğer kalan göller de kuruma tehlikesi altında. Madencilik ise yeraltı suyunu en fazla çeken endüstri olarak biliniyor. Türkiye’de alınan binlerce ruhsata ek olarak korona dönemindeki şeffaf olmayan yapılar ve belirsizlik döneminde daha kaç yeni madene izin verildi tam olarak biliyor muyuz?
Yapılı çevre dediğimiz insan yerleşimlerinin olacağı yerlerde ilk su konusu göz önünde bulundurulmalı. Oysa Türkiye’de karayollarının geçtiği her yer yapılaşmaya, bir başka deyişle betonlaşmaya açılmış görünüyor. Betonların suyu çekip akifere ulaştıramadığı ortada. Tam aksine toprağın kirliliği filtre etmesi sağlanmadığından kimyasal ve zehirleri içeren su denizlere ve okyanuslara ulaşıyor. Bu da denizlerdeki asit oranının artması ve biyoçeşitliliğin katli demek anlamına geliyor. Elbette bu noktada endüstri kirliliği yanında tarım ve hayvancılıkta kullanılan kimyasallar ve zehirleri de göz önünde bulundurmalıyız. İşte Avustralya’da dünyanın sekizinci harikası olarak bilinen Great Barrıer Rif böyle can çekişir hale getirildi. Bizde ise Tuz gölü, Beyşehir gölü vb…
Dünyanın en güzel su depoları dağlardır. Yalnızca ormanlık alanlar olarak yağmuru daha çok çekmesi itibariyle değil. Aynı zamanda biriken kar yavaş yavaş erir. Bitkilerin kökleri vasıtasıyla yerin değişik katmanlarında su depolanır. Akıllıca yerel uygulamalarla ekosistemin onarımını sağlamak mümkün. Bunlardan biri beton yüzeyleri olabildiğince azaltıp geçirimli yüzeyler yapmak. ABD’nin bir dizi eyaletinde yağmur suyu hasadı yapana teşvik olduğu gibi kamusal alanlardaki betonlar sökülerek geçirimli yüzeyler yapılmaya 2009’dan itibaren başlandı.
İklim değişimiyle artan kuraklık ve su kıtlığı nedeniyle dünyanın en kurak çöllerinde dahi çiğ hasadı yapılabilen geleneksel yöntemler var. Biyomimikri dediğimiz doğal canlı yapıların ilmeyiş biçimlerinden esinlenilerek su hasadı yapma ve suyu sistemde birkaç kez döndürmek de mümkün.
Yağmur Suyu Hasadı ve Yerel Yönetimler
Yağmur suyu hasadı hakkında Çaycuma ve Ankara belediyelerin ciddi adım attığı haberlerini aldık. Ancak bu durum tarım ve hayvancılıkta ve en önemlisi endüstride ciddi tedbir olarak göz önüne alındığında etkili olabilir. Hatta endüstrinin kirletici ve zehirleriyle toprağın tuzlanmasını da önleyecek yöntemlere hemen başlanmalı.
Olası bir yerleşim yeri planlarken ilk kriterin su gözüyle bakmak olduğunu bir kez daha tekrarlayalım. Çünkü su olmadan hayat olmuyor. Ancak eski uygarlıkların doğa şekillerine göre havza modeliyle su ve gıda gereksinimlerini karşıladıklarını görüyoruz. Kariya, Likya Mezapotamya medeniyetlerini göz önüne alalım… 100km ötedeki suya göz dikenler oluş mu? O zaman teknoloji bu denli gelişmiş olsaydı yine de göz dikerler miydi orası elbette insan merkezli mantık çerçevesinde tartışılabilir. Ancak şu bir gerçek ki yereli canlandırabildiğimiz sürece var olabileceğiz ortada. Kaliforniya’nın Santa Kuruz kasabası neredeyse çöl iklimine sahiptir. Ancak su konusuna kafa yoran ekolojistler yerel yönetimle birlikte çalışarak yağmur suyu hasadıyla suyu alanda emdirip gezdirerek suya doygun hale getiren bir örnek yarattılar. Brad Lancester bu konunun liderlerinden.
Hasankeyf ve Nil nehri kenarında kurulan uygarlıklar o nehrin o dağ ve vadilerin şekline göre şekillendirilmiş… Kısacası insanı doğaya uydurmaya çalışmışlar. Doğayı insana göre şekillendirmemişler. Ancak günümüzün doğaya nesne gözüyle bakan insan merkezli yaşamı böyle değil. Örneğin Bodrum’daki yarı kurak Akdeniz ikliminde golf sahasının ne işi var? O golf sahasının yanındaki köyler, yeraltı sularının seviyesinin hızla azalmaya başladığını belirtiyor. Sonra Datça gibi en kuru bir yarımadada akiferi besleyen dere yatakları, vadiler sulak alanlar gibi su yutaklarının yapılaşmaya kesinlikle izin verilmemesi lazım. Çünkü oralar aynı zaman da biyoçeşitliliğin habitatlarıdır. Ekolojistler korona virüs gibi hastalıkların en temelde biyoçeşitlilik azaltılmasından kaynaklandığı üzerinde durmakta iken, bu gerçeği görmemek aptallık olacaktır.
Sonuç Yerine…
Temiz suya ulaşma her canlının hakkıdır. Suyu metalaştıran kapitalist sistem neredeyse havayı da tüplerde satma pazarlarını hazırlamış durumda. Derelere vadilere sulak alanlara yapılan evlerin pazarlanmasıyla manzara değil ekosistem hırsızlığı pazarlanıyor. O ev sahiplerine de yaramayacak bir hırsızlık bu. Oysa su en önemli müşterektir.
Öyleyse konuya yerel olduğu kadar küresel etik çerçevesinde bakmamız gerektiği açıktır. Çünkü küresel iklim değişimi gerçeği aynı gökyüzü altında olduğumuzu kuraklığıyla, sel baskınlarıyla, kıtlıkla tekrar tekrar anımsatıyor. İnsan merkezli düşünce ve sosyal sistemler, ekosistem yıkımlarının ve dolayısıyla biyoçeşitlilik kaybının sorumlusudur. Ekosistemde her canlının geleceği birbirine bağlı olduğuna göre yerel ve küresel su politikaları da birbirine bağlıdır. Su politiktir!
Kapak görseli: Perry Tse
Bizi Takip Edin