“Deneyim Aktarımı ve Koordinasyonun Desteklenmesi Gerekiyor!”
30 Ekim günü İzmir’de yaşanan depremde hayatta kalan bireylerin acil ihtiyaçlarının giderilmesi yönünde çalışmalar yürüten Halkların Köprüsü Dayanışma Ağı gönüllülerinden Can Tülük ile ve İzmir Gönüllüleri Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği Yönetim Kurulu Başkanı Nilgün Katipoğlu ile sahaya dair gözlemlerini ve önerilerini konuştuk.
İzmir Gönüllüleri Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği Yönetim Kurulu Başkanı Nilgün Katipoğlu, İzmirli gönüllülerle birlikte evleri dolaşarak bu yardımları bir araya getirerek, geceleri boyoz, çay-kahve dağıtarak hem çalışan ekiplerle hem de saha gönüllüleriyle konuşabilme fırsatı yakaladıklarını anlattı. Her kriz döneminde olduğu gibi İzmir depreminde de sahada yardımları yapan kurum ve kişiler arasında görülen sıkıntılara dikkat çeken Katipoğlu; “Böyle zamanlarda yetkili kişilere güvenmek ve uyarılarına uymak, yardımların ulaşabilmesinde tek önemli kuraldır. Bu sebeple siyasi veya ego temelli birçok tartışmalara şahit olduk. Üzüldüğümüz, karmaşaya sebep olan, pek çok “ben bilirimci” tavırlarla, yardım etmek ısrarında olan gruplar var idi. Bizler İzmir Gönüllüleri olarak, bu kavgaların hiçbirisine girmedik ve tasvip etmedik. Birleştirmekten, incitmemekten, çoğulculuktan yana olduğumuzu her alanda ifade ediyoruz. Çıkarlarla veya ideolojik bakışlarla iş yapmak ısrarı, sivil olan bizlere uygun değil. Acının orta yerinde, insan ve hayvan hayatının söz konusu olduğu bir vakitte böyle hesaplara düşmenin, insanlığa yakışmadığına inanıyoruz” dedi.
Halkların Köprüsü Dayanışma Ağı gönüllülerinden Can Tülük, depremin hemen ardından yıkılan ve hasar gören binaların olduğu bölgeye hareket ettiklerini ve sahadaki deneyimleri ile mevcut gönüllülük taleplerine destek olabilmenin yollarını aradıklarını söyledi. Hem dayanışma malzemelerinin çokluğu hem de gönüllülerin çokluğundan mutluluk duyduklarını aktaran Tülük, sosyal medyadaki çağrılardan hareketle birbirinden habersiz olarak yönlendirilen ihtiyaçların koordinasyon eksikliğini ortaya koyduğunu söyledi.
Acil ihtiyaçların giderilmesinden, günlük ihtiyaçların giderilmesine doğru ilerleyen süreçte deneyim aktarımının ve koordinasyonun desteklenmesinin gerekli olduğunu düşündüklerini belirten Tülük, AFAD ve Kızılay’ın afet sonrası müdahalelerine dair, geniş bir yapılanmaya ihtiyaç olduğunu kaydetti. Tülük, her iki kurumun afet sonrası müdahale etmek konusunda uzmanlaşmış kurumlar olmalarına karşın, uzmanlıklarını insan hakları kriterleri çerçevesinde ihtiyaçları doğru tespit edip giderme konusunda bazı eksiklikleri olduğu konusunda endişelerini dile getirdi:
“Örneğin söz konusu mülteciler olduğunda söz konusu kurumların desteğinin eksik kaldığının farkındayız. Söz konusu iki kurum mültecilerin toplumsal hafızalarında iyi olmayan anılar barındıran mülteci çadır kamplarının düzenlenmesi ve idaresiyle görevlendirilmiş iki kurum. Tabii bu mülteci dostlarımızdan duyduğumuz fakat izleme çalışması yapamadığımız çadır kamplarına dair ‘en hafif tanımlayıcı tabir’. 29 tane olan mevcut çadır alanlarının 2 büyük alana indirileceği ve bu alanlarda AFAD ve Kızılay’ın yetkilendirileceği bilgisi buna ilişkin endişelerimizi arttırmakta. Bu alanlarda, insan hakları örgütlerinin izleme yapabiliyor olması oldukça önemli.”
Ayrımcılığa Maruz Kalan Mülteci Depremzedeler
Bu tespitlerinin yanı sıra Tülük, deprem ve sonrasıyla ilgili dayanışma çalışmaları ve gözlemlerini aktardıkları özellikle depremden etkilenen mültecilerin durumlarına ilişkin raporlarında değindikleri bazı başlıklardan da söz etti. Deprem bölgesinde mültecilerin haklarının tanınması için ayrıca çaba gösterilmesi gerektiğini belirten Tülük, sahadaki gönüllü sayısının fazla olması ve dayanışma malzemesinin yeterli olmasına, koordinasyonda kolaylaştırıcılık ve deneyim aktarımıyla çözüleceğinin tespitinde bulunduklarını; acil ihtiyaçların giderilmesinden sonra gündelik ihtiyaçların giderilmesi aşamasında ortaklaşmak ve çözümler önermek için yaptıkları çalışmaları bölgede görev alan koordinasyondan sorumlu ekiplere aktardıklarını söyledi.
Çadır alanlarında bulunan mülteci ailelere yönelik ayrımcı tutumlar sergilendiğini tespit ettiklerini kaydeden Can Tülük, “mülteci dostlarımızın, ihtiyaçlarını karşılamak için sahadaki görevlilere, burada oturduklarını, evlerinin zarar gördüğünü, depremden etkilendiklerini ispatlamak zorunda kaldıklarını gözlemledik. Deprem bölgesinde oturan mülteci ailelerin evlerinin elektrik faturası ve su faturası gibi belgelerle sahadaki görevlileri ikna etmeye çalıştıklarına tanık olduk.” dedi.
Türkiye’ye geldikten sonra “misafir” olarak adlandırılan ve en temel insan haklarından mahrum bırakılan mültecilerin, afet anında dahi ayrımcılığa maruz kaldıklarını vurgulayan Tülük, bu ayrımcı tutumlar nedeniyle çadır alanlarına girmek istemeyen mültecilerin, depremden dolayı dönecekleri bir evleri de olmadığı için sokakta kaldıklarını ya da zaten kalabalık ve dar olan akraba-tanıdık evlerinde zorunlu olarak misafir olduklarını belirtti.
Depremden sonra mülteci aileler, depremin şokunu atlatamadan ayrımcılığa maruz kalarak, hayatlarına çok daha zor koşullarda devam etmeye çalışmışlardır. Bu durumun insan haklarına aykırı olduğu kanaatindeyiz.
Depremden en fazla etkilenen Bayraklı dışındaki diğer ilçelerde, ekonomik koşullarının güçlüğü nedeniyle eski ve güvensiz binalarda ikamet etmekte olan ve depremden olumsuz etkilenen mültecilerin de zorunlu olarak Bayraklı’daki çadır alanlara yönlendirildiğine değinen Tülük, bu süreçte sahada görev alan kişilerin yaklaşımlarına hazırladıkları raporda yer verdiklerini kaydetti:
“Yardım görevlilerinin, mültecilere verilesi gereken yardımları suistimal ettiklerini, mültecilerin buradaki koşulları beğenmediklerini, bu ‘desteklerin mülteciler için fazla bile olduğunu’, ‘tüm deprem vergilerinin mülteciler için harcandığı’ gibi sözlerinin, mülteciler açısında onur kırıcı olarak niteliyoruz. Çadır alanları, depremden etkilenen herkesin kaynaklara eşit olarak ulaşabildiği, ihtiyaçların karşılandığı ve ayrımcılığın yapılmadığı güvenli alanlar olmalıdır. Mülteci ailelerin, bu koşulların sağlandığı bir ortamda bile olmak istememeleri ise son derece anlaşılır bir durumdur. Çünkü çadırlardan oluşan ve içerisine devlet kurumları dışında hiçbir kurumun gözlemci olarak dahi alınmadığı mülteci kampları, mültecilerin toplumsal hafızasında travmatik izler taşımaktadır.”
Raporda, tespit ettikleri tüm bu hususları STK’larla ve bölgenin düzenlemesinde rol alan İzmir Büyükşehir Belediyesi, ilçe belediyeleri ve gönüllüleriyle paylaştıklarını kaydeden Tülük, söz konusu çabalarının sadece bireysel düzeyde karşılık bulunduğunu söyledi. Tülük son olarak, Halkların Köprüsü Dayanışma Ağı olarak deprem sahasından edinilen tespitler doğrultusunda ayrımcılığı önleyici politikaların ve dayanışmanın, yerelden başlayarak tesis edilmesi ve örgütlenmesi gerektiğini vurgulayarak sözlerini noktaladı.
Bizi Takip Edin