Post-Covid Döneminde STK Rollerini Konuşmak
Covid-19 döneminde yaşanan ekonomik daralma ve hareket kısıtı doğal olarak STK’ları da etkilemiştir. Faaliyetlerin yeni düzene intibakı, mevcut çalışmalara olan talepteki değişim, bağışçı veya fon sağlayanların önceliklerindeki farklılaşma gibi sebepler dolayısıyla STK’lar birtakım arayışlar içerisine girmelidir. Benzer bir durum tekrar yaşandığında STK’lar, sabit kaynaklarla mevcudiyetlerini devam ettirebilme süreleri, yeni ve başka alanlarda çalışma yapılıp yapılamayacağı gibi konuları gözden geçirerek araştırma ve çözüm arayışlarına girilmelidir.
Büyük Selçuklular, Anadolu’ya Ani üzerinden geldiklerinde kamusal yönetim siyasi irade tarafından sağlanmıştır. Toplumun sosyal ihtiyaçlarının karşılanması için cami, medrese, şifahane, han, hamam, bedesten gibi toplumsal hayatın çekim ve etki merkezi olan alanların kurulmasına, donatılmasına ve şenlendirilmesine Horasan erenlerinden olan ve seferle birlikte gelen Hasan Harakâni öncülük etmiştir. Bu yöntemin bir sisteme dönüşmesi Osmanlı’ya tevarüs etmesi ile mümkün olacaktı. Bugün, vakıf medeniyeti olarak övünç duyduğumuz esas, bir kısım beledi hizmetler dahil olmak üzere yaşam alanlarındaki -sadece insanlara has olmayıp tüm canlıları kapsayan – ihtiyaçların görüldüğü bir yapıya dönüştü.
Osmanlı, toplumsal refah düzeyinde bu süreçleri yaşarken Batı, birey, mülkiyet gibi felsefi söylemlerden de beslendiği ortamda Kilise ve Devlet (Krallık) arasında kendine sermaye odaklı bir sivil toplum alanı açma çabası içindeydi. Sivil toplum alanı olarak belirlenen bu ayraç ile ilgili aydınlanma dönemi ve sonrasında da yapılacak tartışmalar ve konumlandırmalar, kavram üzerinde çeşitlendirmeler ve farklılıklar oluşturdu. Bu yazının hacmini aşacak tarihsel sürece girmemekle birlikte, sivil alanların belirlenmesi ile ilgili yazının ilerleyen satırlarında temas edilecek ve okuyucuda sonraki yaşanmış gelişmeler üzerinden mukayeseli bir bakışın zihinlerde canlı tutulmasına dikkat çekilmek istenmektedir.
Geçtiğimiz yüzyılın büyük bölümünde yaşanan savaşlar (dolayısı ile güvenlik) ve daha çok demokrasi kavramı ekseninde yürütülen tartışmalar, sivil toplum söylemlerini geri planda bıraktı. Yine aynı dönem içinde kamunun yönetiminin ve hizmetlerinin nasıl ve hangi yöntemler üzerinden yürütüleceği konusunda birçok düşünce/ekol geliştirildi. İşletme yönetimi alanında da teorilerin geliştirilmesi hemen hemen aynı döneme denk gelir. Özellikle, 1960’lardan sonra geleneksel kamu yönetimi enstrüman ve uygulamalarının yetersiz olması ile başlayan yeni teori ve yaklaşımların geliştirilme çabaları, 1973 ekonomik krizinin tetiklemesi ile liberal politikaların baskınlığı altında kamu yönetiminin işletmecilik anlayışı ve mekanizmaları ile yönetilmesini öneren (yeni) kamu işletmeciliği yaklaşımını etkin bir konuma getirdi. Eşzamanlı olarak post-modernizm, küreselleşme, katılımcı demokrasi gibi kavramların çeperinde geliştirilen eleştirel vurgular, mevcut ile yetinmeyerek yönetim sistemlerinin yetersizlikleri ve tekamülüne odaklanarak, teorilerin gelişimlerini sağlamıştır.
Bu ortamda geliştirilen Yönetişim (1989), yönetim süreçlerinde devlet/kamu ile birlikte özel sektör ve üçüncü sektör olarak ifade edilen sivil toplum kuruluşlarının da rol almasını öneren bir yaklaşım olarak sunuldu. Liberal ekonomi ve felsefesi ile beslenen ve devleti direksiyondan çekerek denetleyici ve düzenleyici rolüne büründüren uygulamanın, gelişmiş demokrasilerde hızlıca uygulandığını, sivil toplum kuruluşlarının da yönetime aktif katılımı ile parlak bir dönem geçirdiklerini müşahede ettik. Bununla birlikte, sivil toplum kuruluşlarının bu üçlü ortaklık yapısı içinde baskın işletme mantığı (rekabet, tanıtım reklam vb.) etkisi altına girdiği ve piyasalaştığı ve dolayısı ile sivil alandaki rollerinin kaybına yol açtığı, ayrıca, kaynak aktarımları ile kapasitelerini genişleten ve bu vesile ile istihdamlarını arttıran, yeni ofis ve araçları ile kırtasiye işlemlerinin; yönetim giderlerinin etkinlikler için yapılması gereken harcama oranlarını aştığı, misyonunu icra sorumluluğu ile üye, gönüllü ve takipçilerinin beklentilerini, ihtiyaçlarını yerine getiremediği, bu iki hususun, teorik ve pratik uygulamalar açısından sivil toplum kuruluşlarını amaç ve hedeflerinde sapmaya sürükleyen etkenler olduğu ifade edilmektedir
Krizler, sert ve geçişken olarak etki oranları farklı şekilde en küçük yapılardan en büyüğüne kadar bir değişimi tetikler. 1929 Ekonomik Buhranı (refah devleti), 1973 Petrol Krizi (liberal ekonomi) anlayışlarını ön plana çıkarırken; 2008 Küresel Ekonomik Krizi (müdahaleci devlet!) de yönetim ve ekonomide, değişimlerin ve yeni uygulamaların tetikleyicisi oldu. Yönetişim üzerinden gerçekleştirilen gelişmeler, 2008 krizi ile devletin (denetleyici ve düzenleyici günlerinden sonra) tekrar sahneye çıktığı ve o güne kadar oluşturulmaya çalışılmış olan söylem ve felsefelerin tersine, direksiyona geçerek sisteme müdahalelerde (elbette ekonomiyi kurtarmak herkesin birincil önceliği olunca) bulundu. Yakın dönemde yaşadığımız bu kriz sonrası daralan ekonomilerle ülkelerin içine kapandığı, milliyetçi duyguların yükselişi ile aşırı sağ partilerin iktidardan pay aldığı bir dönem oldu. Ekonomik konfor ve yaşam standartlarındaki daralma, yönetimde geliştirilen geniş, katılımcı felsefi yaklaşımları ve sivil söylemleri tekrar geri planda bıraktı, tıpkı tarihinin tekerrür etmesi gibi. Sivil toplum kuruluşları için ise rollerinin/konumlarının ontolojik olarak yeniden sorgulanmasına yol açarak, yukarıda bahsedilen yönetim süreçlerindeki yaşanan bileşenler ile birlikte bu açıdan bir sivil toplum krizine de dönüştürdü.
Türkiye, yukarıdaki süreçlerin bir kısmını dünya ile eş zamanlı bir kısmını gecikmeli yaşarken, sivil toplum kuruluşları adına, 1980 sonrasındaki liberal ekonomik yaklaşımları ve açık toplum anlayışı ile bir atılım görünse de esas iklimin 2000’li yıllar itibariye başladığını söylemek yanlış olmayacaktır. Bu dönemde (AB müzakere sürecinin de etkisi de pay edilebilir) demokratikleşme ve özgürlük alanları konusunda atılan adımlar, sivil toplum kuruluşları için düzenlenen kolaylaştırıcı kanun ve yönetmelikler, kamu politikaları karar süreçlerinde istişare ortamlarının oluşturulması ile sivil toplum kuruluşları için etkin bir dönem olduğu ifade edilebilir. Bu dönemde paydaşlık, ekonomik ve sosyal kalkınma hamlelerinde proje bazlı ortaklıklar da rol üstlenmiştir. Küresel düzeyde 2008 krizinin etkileri ile uğraşılırken, Türkiye’nin görece hissetmesi ile sivil toplum adına aradaki farkı azaltarak bir yükseliş ivmesi kazandığı söylenebilir.
Türkiye’deki sivil toplum kuruluşları (STK’lar), bu dönemde çalıştay, toplantı, sempozyum, panel, rapor ve yayınlar ile kendi sahaları ile ilgili makro politikaları besleyecek faaliyette bulundular. Aynı zamanda ulusal veya uluslararası fon kaynakları ile toplumsal ihtiyaçların giderilmesine yönelik proje çalışmaları gerçekleştirdiler. Üye ve gönüllülerinin sayıca artışı ile birlikte etkinliklerine destek ve katılımını sağladılar. Sosyal sorumluluk, sosyal girişimcilik, yardımseverlik ve bağış gibi kavramlar üzerinde farkındalık oluşturdular. İnsan kaynaklarını ve finansal yönetim araçlarını geliştirdiler. Bütün bunların yanı sıra kurumsal kapasite ve kurumsal yönetim anlamında henüz beklenen düzeyde olmayan ama sürdürebilirlik ve verimlilik esaslı kaygılarla bir çaba içine girdiler. Nicelik olarak STK’lar adına yükseliş trendi denilebilecek bir dönem iken, nitelik açısından kurumsal yapılarının sistemleştirilmesinin temel sorunları olarak devam ettiği görünmektedir.
Türkiye’nin Gezi olayları ile başlayıp 17-25 Aralık ve 15 Temmuz darbe kalkışmasını kapsayan zaman dilimi ve sonrasında kamu ve sivil alanın çerçevesi ile sınırlılıklarının; iç kontrol ve güvenlik endişeleri dolayısı ile bazı kazanımların yeniden düzenlendiği bir döneme girildi. Peşi sıra yaşanan genel ve yerel seçimler, referandum ve Türkiye’nin geleceği ve STK’ların konumlanışları adına önemli olan hükümet sistemi değişikliklerinin oluşturduğu siyasi atmosfer altında STK’ların rollerinde ve yönetim süreçlerine etkisi bağlamında anlam kaymalarına neden oldu. Yukarıda bahsi geçen küresel düzlemdeki zemin kayganlıkları ile Türkiye’nin konumu paralel değerlendirildiğinde, Türkiye’deki sivil toplum kuruluşlarının, yazının başında vurgulanan kadim vakıf kültürü sisteminin referansı ve tecrübesi ile, modern dönem STK teorileri çerçevesinde yeni bir paradigma ortaya koyabilmeleri, geleceği daha hızlı ve doğru okuyarak yeni bir dil ve söylem ile yol alma ve krizlerin etkilerini azaltma imkanını ıskaladıkları bir dönem oldu.
Post-Covid Dönemi
2020 yılına geldiğimizde, covid-19 pandemi dolayısı ile dünya yeni bir sürece (krize) girdi. Hayat normallerinin adeta durduğu bu dönemde, bir süredir mevzi arayan sivil toplum kuruluşları da -insana dokunan, sıcak iletişim kuran yönleri ile var olan- faaliyetlerini ertelemek veya bir kısmını tamamen durdurmak zorunda kaldılar. Birçok etkinlik dijital platforma taşındı. Henüz öngörülemeyen bir endişe ile yaşamakla birlikte, bundan sonra birçok sürecin dijital ortamlarda devam edeceği (dijitalleşmenin hızla ilerleyeceği) varsayımı üzerinden yeni stratejiler belirleniyor.
Covid-19 döneminde yaşanan ekonomik daralma ve hareket kısıtı doğal olarak STK’ları da etkilemiştir. Faaliyetlerin yeni düzene intibakı, mevcut çalışmalara olan talepteki değişim, bağışçı veya fon sağlayanların önceliklerindeki farklılaşma gibi sebepler dolayısıyla STK’lar birtakım arayışlar içerisine girmelidir. Benzer bir durum tekrar yaşandığında STK’lar, sabit kaynaklarla mevcudiyetlerini devam ettirebilme süreleri, yeni ve başka alanlarda çalışma yapılıp yapılamayacağı gibi konuları gözden geçirerek araştırma ve çözüm arayışlarına girilmelidir.
Sivil toplum adına, bugüne kadar e-yönetişim, e-bürokrasi, e-belediye, e-devlet tanımlamaları ve yöntemleri konuşuldu fakat e-STK bahsine ve etkisine yer verilmedi. Önümüzdeki günler, STK’ların e-STK’ya ne kadar hazır olduklarını ve dijital dönüşümde biçilecek yeni rollerini yönetme kabiliyetlerini görme imkânı sağlayacak.
Her krizle birlikte bir değişimin yaşandığını ve bu değişim sürecini okuyarak rolünü ve konumunu kendisinin biçimlendirdiği yapıların, kazanımlarını koruyarak günün beklentilerine ve paydaşlarının ihtiyaçlarına daha hızlı cevap vererek, kurumsal sürdürülebilirliği sağlayabildikleri bilgisini tarihi tecrübelerden elde ediyoruz.
Kaynak: Kurumsal Yönetim Akademisi
Bizi Takip Edin