”Ne Oldu Şimdi? Salgını Anlamlandırıyoruz”
Hayata Destek Derneği, 'Ne oldu şimdi? Ve neler olacak?' sorusundan yola çıkarak akademisyenlere koronavirüsün hatırlattıklarını ve getireceklerini sordu.
Koronavirüsün yol açtığı dünya çapındaki salgın, hem fiziki hem de zihinsel anlamda yeni bir dünya düzeni dayatacak gibi görünüyor. Bir ‘yeni normal’ sözü havada uçuşurken düzenin neye evrileceği hâlâ belirsiz… Fakat geçmiş, iyi ya da kötü örnekleriyle bir kere daha geleceğe yol gösterebilir.
Karantina sebebiyle hayat koşulları izin verenler evlerinde otururken bu yaşadıklarımızı anlamlandırmak üzere beraber düşünelim istedik. Sosyal bilimler alanlarında çalışan, yazan, söz söyleyen akademisyenlere koronavirüsün hatırlattıklarını ve getireceklerini sorduk.
Sevgili Edhem Eldem, Gündüz Vassaf, Hakan Yücel, Mine Eder, Necdet Sakaoğlu, Neşe Özgen, Nükhet Sirman ve Tanıl Bora his ve düşüncelerini bizimle paylaştılar. Sizi, Türkiye’nin saygın düşünce insanlarına sorduğumuz sorular ve verdikleri cevaplarla baş başa bırakıyoruz.
- Koronavirüs dünya ve ülke gündemini işgal etmeye başladığında aklınıza gelen ilk tarihsel olay/olaylar neydi?
- Bu olay ya da olaylarla toplumlar nasıl baş etmişti, ne gibi mekanizmalar icat etti?
- Bugün devlet, birey ve kurumlara düşen sorumluluklar nedir, ne yapmak gerekir?
Edhem Eldem Ne Diyor?
“Koronavirüs meselesiyle bağlantılı olarak, tarihçi olunca insanın aklına tabii ki epey benzer vakalar geliyor: veba, ardından kolera, sonra da İspanyol gribi. Bunların her biri farklı dönemlerde, bazen de örtüşerek dünya nüfusunun büyük bir kısmını tehdit etmiş, kitlesel ölümlere yol açmıştır. Doktoramı 18. yüzyılda Akdeniz ticareti konusunda yaptığımdan olsa gerek, bunların arasında bana en ‘yakın’ gelen pandemi, veba ya da Osmanlı Türkçesiyle ‘taun’dur.
Vebanın tarihte birkaç kere ortaya çıktığı bilinir. Avrupa tarihçiliğinde ‘Kara Ölüm’ diye bilinen ve 14. yüzyılın ortasında etrafı kasıp kavuran salgının kıtanın nüfusunun en az üçte birini, belki yarısını yok ettiği tahmin ediliyor. Bundan insanların pek de karşı koyamadıklarını anlamak mümkün. Genellikle yapılan, bilinçli veya bilinçsiz bir şekilde hastalara tecrit uygulamak olmuştur. Beni ilgilendiren dönemde, yani 18. yüzyılda, bu iş daha sistematik bir hâl almış, ‘lazaret’ denen karantina mekanları oluşturulmaya başlamıştır. 1720’de Osmanlı topraklarından yayılan ve Marsilya’yı mahveden veba salgını bunun en kuvvetli tetikçilerinden olmuştur. Mesele şu ki, o tarihlerde hastalığın nedenleri bilinmediğinden tedavi yerine tecrit ve karantina uygulamalarından başka çare bulunmuyordu. Bu şartlar düşünülünce Avrupa’nın başarılı olduğunu ve 1720’den sonra vebanın –henüz tedavi edilemese de– önünü kestiğini söylemek mümkündür. Bu sistemi uygulamayan ve tecrit konusunda herhangi bir girişimde bulunmayan Osmanlı İmparatorluğu’nda ise vebanın bir asır daha devam etmesi dikkat çekicidir.
Görünen o ki COVID-19 için de çok benzer bir durum söz konusu. Gereken, aşı ve tedavi bulununcaya kadar tespit ve tecrit yoluyla hastalığın yayılmasını imkan dahilinde sınırlamaya çalışmaktır. Bu ise, özellikle yaşam ve çalışma şartlarının bu kadar zor olduğu ülkemizde tecrit ve karantinanın kişisel ve gönüllü tedbirlere bırakılmamasıyla mümkündür. Başka bir deyişle devlet hem tam tecridi uygulayabilmeli, hem de vatandaşların bu zor tedbire uyabilmeleri için gereken destek ve imkanları sağlayabilmelidir. Şu an daha çok yarım karar ve yarım tedbirlerle hareket edildiği intibası uyanmaktadır.”
*Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü öğretim üyelerinden Edhem Eldem, özellikle Osmanlı’nın geç dönem sosyal ve ekonomik tarihiyle ilgili çalışmalarıyla biliniyor. Şu anda Fransa’nın en köklü eğitim ve araştırma kurumlarından Collège de France’da Türk ve Osmanlı Tarihi Kürsüsü’nü yönetiyor.
Gündüz Vassaf Ne Diyor?
“Başlarda koronavirüs ta uzakta, Çin’de oluyordu. Sonra o uzak yer Wuhan oldu. Derken sayılar gelmeye başladı, 10 milyon kişi evlerinde oturuyor. Çin’den büyük sayılar gelmesine alışığız. Bizim Batı’daki gerçeğimizin o kadar ötesinde ki pek bir şey ifade etmedi. İdraki mümkün değil. Şimdi geriye bakınca düşünüyorum, oryantalizmden muzdaripmişim. Benim dünyamdan uzak bir yerde, bana gelmeyecek, Doğu’da bir hastalık diye bakmışım. Şimdi günlüğüme baktım ilk ne zaman koronavirüs’ten söz etmişim, ne demişim diye:
4 Şubat, Salı, Cambridge
Irkçılık. Metro’da Çinli mi gördün? Yerini değiştir. Yolda? Kaldırım değiştir. Virüs nedeniyle dünyada bir küsur milyon Çinliden uzak durulmak isteniyor. Çin’e hava yoluyla giriş çıkışlar durdu. Dünya Sağlık Teşkilatı’nın ‘bu pandemi değil’ demesine rağmen, özellikle sosyal medyada yalan, yanlış haberler paranoyayı arttırırken, Amerika ‘oh olsun düşmanımıza’ derken ya da sessiz kalırken, yardıma giden yok. Çin ekonomisi çökecek diye umanlar, onunla birlikte kendi ekonomilerinin çökeceğinin, donsuz kalacaklarının bilincinde değil. (Not: Çin’de ilk koronavirüs kaynaklı ölüm 11 Ocak, ABD’de 21 Ocak.)
Virüsün yayıldığını görmeye başlayınca, yazmakta olduğum kitapta zaten bunu yaşadığımı gördüm. Caravaggio’yu yazıyorum. Doğduktan 10 yıl sonra, 1582’de babası ve dedesi aynı gün Milano’da vebadan ölmüş. Onun gözlerinden vebanın nasıl yaşandığına baktıktan sonra dönemle ilgili okumalarda Avrupa nüfusunun belki üçte birinin kırıldığı yazıyor.
Caravaggio’nun 1607 yılına ait ‘Sette opere di Misericordia’ (Merhametin Yedi Şekli) tablosu, Katolik inancında yer alan yedi merhamet biçimini gösteriyor. Bu merhamet göstergelerinden biri olan ölüyü düzgün bir şekilde gömme geleneği, Kara Veba Avrupası’nda neredeyse imkansız hâle gelmişti; hayatını kaybedenler ‘veba çukurlarına’ atılıp topluca gömülüyordu.
Koronavirüs uzmanları ise dünya nüfusunun % 96’sının olayı atlatacağını söylüyordu. Dolayısıyla günümüze yakıştırmadım. Şimdi de gelip geçecek diyorum lakin 2 ay önce ciddiyetini yazmış olmama rağmen, zihnimle bildiğimi duygularımla yaşamıyordum.
Doğu’da birkaç ülke dışında devletlerin sınıfta kaldığına, inanılamayacak ölçüde gafil yakalanmalarından öte, aymazlıklarının ibret vericiliğine hâlâ inanmakta güçlük çekiyorum. Devletlerden beklentimizin ne kadar gerçek dışı olduğunu kabullenmek zor. Bu işin ne kadar süreceğini bilmiyoruz. Ne yapmamız gerektiği ortada. Potansiyel terörist olmamak için en sıkı tedbirlerle korunmak gerekiyor ki başkalarının ölüm nedeni benim taşıyıcılığım olmasın. Burada odaklandığı alan ne olursa olsun, kitleleri ne yapmaları gerektiği konusunda bilgilendirmede STK’lara ivedi roller düşüyor. Hastalığa karşı önlemler açısından devlet ve bilim arasında yaşadığımız uçurum, bireye ulaşacak kurumlar için bir nevi S.O.S çağrısı.”
*Yazar ve psikolog Gündüz Vassaf, 12 Eylül öncesi Boğaziçi Üniversitesi’nde öğretim üyeliği yaptı; Kassel, Marburg, Bremen, Montreal, Amsterdam ve Viyana’daki üniversitelerde öğretim görevlisi, konuk akademisyen ve konuk araştırmacı olarak bulundu. Tarih, sosyoloji, psikoloji ve popüler kültür gibi konularda yazdığı 18 kitabı bulunuyor.
Hakan Yücel Ne Diyor?
“Koronavirüs gündeme düştüğünde, aklıma iki örnek aşağı yukarı eş zamanlı olarak geldi. Birincisi, milyonlarca insanın ölmesine neden olan ve küresel çapta yayılan meşhur 1918 İspanyol nezlesi örneğidir. Bu pandemi, muhtemelen ve umarım o ölçüde yıkıcı etki yapmayacak ama ondan daha fazla korkutucu olacak gibi. Yine, insanların birbirine karşı davranışlarından ve bazı kesimlerin yaşlılara sanki virüs kaynağı onlarmış gibi davranılması örneğinden yola çıkarak, damgalamadan dolayı bana bu salgın AIDS’in ilk ortaya çıktığı zamanları anımsattı.
Önceki salgınlarda bir dayanışma değil, yukarıdan aşağıya hiyerarşik bir düzen içinde hastalıkla mücadele edildiği fikrindeyim. Dayanışma bu dönem için geçerli çünkü ekonomik etkisi hızlı ve yıkıcı. Kamu sağlıyla ilgili düzenlemelerin ise merkezi iktidar, yerel yönetimler ve ilgili meslek kuruluşları eliyle yapılması gerektiği, hatta en başta uluslararası düzeyde müdahalelerin gerektiği inancındayım. (Sosyal) devlet ve kurumlar böyle günler için var. Tabii malum sağlık politikaları nedeniyle, neredeyse tüm dünyada müdahalelerde yetersiz kalındığı için muhtemelen dayanışma gerekecek. Ancak bu durumun olumlu değil, koşullar nedeniyle zorunlu olduğunu/olabileceğini düşünüyorum. Bence sağlık kamusal bir hizmettir. Yani dayanışma değil, etkin sağlık hizmeti olmalı. Bireylerin yapacakları ise belirlenen kurallara uygun hareket etmekten ibaret olmalı. Sağlık hizmeti, iktidarlar tarafından en öncelikli hizmet olarak görülüyor olsaydı bu kriz daha az tahrip edici olurdu. İlginç bir şekilde, dünyanın en zengin ülkelerinin sağlık hizmetleri farklı oranlarda yetersiz kalmışken, yoksul bir ülke olan Küba’da bu durum görülmüyor. Demek ki öncelikler ve sağlık politikasının nasıl yürütüldüğü önemli. Mevcut durumda ise sanıyorum yapılabilecek olan, koronavirüsle mücadeleye katkı sağlayabilecek bireylerin ve ekonomik aktörlerin toplum merkezli bir anlayışla kriz süresince fedakarlık yapması (misal otellerin ve toplu kalınabilecek binaların sağlık hizmetine açılması, yemek ve gerekli malzeme dağıtımı konusunda şirketlerin fedakarlık yapmaları, gençlerin yaşlılar için alışveriş yapması gibi dayanışma faaliyetlerini arttırması…). Salgın sonrasında da, oluşacak ekonomik tahribatın paylaşılmasının hakkaniyetli olması gerekiyor. Eşit olması dahi yetmez, çünkü kırılgan kişi ve gruplardan böyle olmayanlara göre daha fazla dayanışma göstermesi ve fedakarlık yapması beklenir.”
*Galatasaray Üniversitesi Siyaset Bilimi Bölümü öğretim üyesi Hakan Yücel, gençlik sosyolojisi, kent sosyolojisi, toplumsal hareketler, popüler kültürler ve gayrimüslim azınlıklar konularında derinleşen çalışmalarıyla biliniyor.
Mine Eder Ne Diyor?
“Bu işin en başından beri, zaten kırılgan olan kesimlerin bu virüs ile nasıl hepten kırılgan olacağı meselesine takılıyorum. Göçmenler, çalışmak zorunda olanlar, işlerini kaybedenler, kalabalık fabrikalarda çalışanlar… Kısacası, bu virüs zaten var olan eşitsizliklerin tüm maskelerini indirdi, eşitsizliğin şiddeti tüm çıplaklığıyla gözümüzün önünde ama tabii yine görebilene… Aklıma ilk gelen bu oldu. O yüzden sizin çalışmalarınız çok ama çok değerli. Bu kırılgan kesimleri gündemde tutmak ve eşitsizliği gözler önüne sermek, bunun için sağlıklı veriler toplamak çok değerli.
Sağlık hizmetlerine erişim konusu da eşitsizlikle bağlantılı. Burada sağlam olduğumuzu düşünüyoruz ama bu konuda da çok ciddi endişelerim var. Evet belki ABD’deki kadar acımasız değil durum, çünkü orada ölenlerin % 60’ı Hispanik ve siyahi, ama burada da ölenlerin ve virüse maruz kalmış nüfusun sosyo-ekonomik profilini araştırmak önemli. Koronavirüs vakalarının ve kayıplarının en çok Esenler’de, Bağcılar’da, Bayrampaşa’da olması hiç sürpriz değil maalesef.
Burada zayıf bir sosyal devlet ile karşı karşıya kalıyoruz. Sosyal devlet tam da bu kırılganlıkları vatandaş hakkı üzerinden korumayı sağlayan bir anlayış, sınırlı da olsa eşitleyici dinamikler oluşturması lazım. Ama maalesef bu pandemi Türkiye’yi, hem ekonomik hem de siyasal bir krizin ortasında yakaladı. Sosyal devletten bahsetmenin mümkün olmadığı, piyasa dinamiklerine öncelik verilen, her şeyin metalaştığı bir süreç yaşıyorduk. Bu virüs bu öncelikleri değiştirmek, sosyal devlet anlayışını oturtmak için bir yol olabilir mi? Maalesef hiç öyle gözükmüyor. Aksine, insanlar çöken piyasaların hepten acımasız şiddetine bırakıldı. Böyle bir durumda dayanışma nasıl oluşur? Çok güzel soru. Mesele, insanlardan sadaka toplayıp dağıtmak değil tabii ki. Virüse yalnızca ekonomi ve piyasa gözlüklerinden bakılmasına çok ciddi bir şekilde itiraz edilmesi gerekiyor. Öte yandan önümüzdeki en az 2 sene boyunca bizi bekleyen ekonomik çöküşe de hazırlanmak, insanların güvencelerini arttırmak için ısrarla ve bıkmadan çareler üretmek gerekiyor. Vatandaşlık geliri, temel gelir tartışmaları var ama yeterli bulmuyorum. Daha yaratıcı olmak lazım. Buna benzer küresel ekonomik krizler sonrasında devletlerin ve sermaye gruplarının istemeseler de sosyal hakları tanımak zorunda kaldıklarını unutmamak gerek. Buna bir örnek 1930’daki büyük bunalımdır. Yani bu virüs yeni bir siyaset üretmek için bir fırsata dönebilir ama tabii maalesef aksi de mümkün. Yani iktidar, insanların korkuları üzerinden gücünü arttırıp hepten kontrolcü hâle gelebilir.
Yapılması gereken şu: bilgilerin şeffaf bir şekilde paylaşılması, gerçekten sahada ne oluyor, ne kadar iş kaybı var, kimin neye ihtiyacı var, bu rakamların çalışılması, açıklanması ve ortak akıl üzerinden çareler üretilmesi gerekiyor. Medyanın artık görevini yerine getirip soru sorması gerekiyor. Bizim de hesap verebilirlik konusunda ısrarcı olmamız gerekiyor. Yani önce şeffaflık, hesap verebilirlik, doğru veriler, sonrasında da hep beraber akıl yürütmek… Ama bu da siyasal ortamın değişmesi demek. Herkesin biraz nefes alıp rahatça tartışması demek, korkmadan eleştirmesi demek.”
*Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesi Mine Eder, karşılaştırmalı siyaset ekonomisi, enformel ekonomi, Türkiye’nin siyaset ekonomisi ve yeni endüstriyelleşmiş ülkelerde siyaset ekonomisi konularında çalışmalarıyla biliniyor.
Necdet Sakaoğlu Ne Diyor?
“21. yüzyılda bile önlenemeyen bir salgın doğal ki yüzyıllar önceki salgınları düşündürüyor. O zamanlar her salgın doğal bir seleksiyon, nüfus ayıklama, daha kötü bir tanımlamayla doğal beşeriyet budaması idi. Tarih kitapları, antik çağ kentlerinden örneğin Efes’in salgınla nüfusunu yitirdiğini yazıyor.
II. Mahmud’un (1808-1839) haremindeki kadınların doğurdukları 17 şehzadeden 15’i, 20 kızdan 16’sı, fukara evciklerinden çok, saray ve konak ortamlarını seçen çiçekten, veremden, adı konmamış başka salgınlardan dolayı bebek veya çocukken öldüler. Bunları doğuran kadınefendiler de yine salgınlardan, en çok da veremden öldüler. O zamanlar salgın olmayan, yerleşik hastalık durumundaki vereme ‘illet-i fukara’ deniyordu. Sultan Mahmud’un ‘illet-i fukara’dan yani yoksul hastalığından ölmesi yakışık almayacağından, hekimler ‘akciğeri iltihabı’ tanısını uygun gördüler. Saray ve konak haremlerinin bir avantajı, dışarıyla bağlantı ender olduğundan gezgin bulaşıcılardan korunabilmeleriydi.
Sultan Abdülmecid de (1839-1861) çocukken çiçeğe yakalandı, onu harem ebesi Gelincikli Meryem kurtardı. Salgınların ne demek olduğunu bilen bu aydın padişah, 1844 Mayıs’ında İstanbul köylerine çadır kurdurarak Dr. Spitzer’le çiçek aşısı kampanyasına katıldı. Bu, Osmanlı tarihinde bir ilktir.
I. ve II. Dünya savaşlarında cephelerdeki ölümlerden çok, cephe gerisindeki salgın ve kıtlık korkunç kıyım tabloları ortaya çıkarmıştı. Bu kayıplar bilim insanlarını, savaşların getirdiği salgınlardan kurtulmak için özverili çalışmalara yöneltti. Bu olağanüstü çabalara Türkiye’den de katılanlar oldu. Adı tekrar gündeme gelen Dr. Refik Saydam da onlardan biridir. I. Dünya Savaşı’nda doktor olarak cephedeydi, II. Dünya Savaşı’nda Sağlık Bakanı ve sonra Başbakandı. Kurduğu Hıfzıssıhha’nın 8-10 yıl önce kapatılması, iki cümlelik bir haber bile olmadı. 1932’nin Milli Eğitim Bakanı Dr. Reşit Galip de Çukurova’da sıtma savaşı kampanyası yürütmüştü. Zamanımızda ona dinsiz imansız, din düşmanı diye çatanlar var. Reşit Galip’in yazgısına geçtiğimiz yıllarda, Türkiye’de lepra hastalığını kurutan Türkân Saylan da ortak oldu.
Birey ve kurumlar arası dayanışmaya ilişkin sorunuza yanıt vermede duraksadım. Çünkü dünyanın salgın tarihine ilişkin sevimsiz bir gerçek var. Örgütlü kurumların ortak dayanışma olanakları ve kuralları vardır kuşkusuz. Ama bundan yoksun kitleleri olağanüstü durumlarda örgütlemek kolay değildir. Bunun donanımının aile ve okul eğitimleri ile verilmesi gerekir.”
*Yerel tarih, kent tarihi, Selçuklu, Osmanlı ve eğitim tarihleri konularında çalışmaları olan tarihçi, öğretmen ve yazar Necdet Sakaoğlu’nun 20’yi aşkın basılmış eseri bulunuyor; Sakaoğlu düzenli yayınlarda yazılar yazmaya devam ediyor.
Neşe Özgen Ne Diyor?
“Aslında Türkiye de dünya da salgın ve felaketlerle haylidir boğuşuyor. İlk aklıma gelen İstanbul’da 1970’de yaşanan, henüz çok küçükken hayal meyal hatırladığım kolera salgını. Çocuk aklımla neler olduğunu eve alınan gazetelerden anlamaya çalışıyordum. 1980’deki AIDS salgını başladığında, salgınların küresel ve ticari tıbbın etkin bir çıktısı olduğunu ve ortak dünyamızda kamusal sağlığın önemini anlayabilecek kadar sayfa çevirmiştim. Deli dana hastalığı ve domuz gribi de kamusal olarak ortak bir sağlık anlayışının var olmasının önemine beni daha çok inandırdı. Zira insanlar pandemiler karşısında, kamusal bir sağlık anlayışına, kurumsal önleme, uzman yönetimine (uzman aristokrasisi demiyorum) ve bunlara ek olarak felaketler karşısında toplumsal dayanışma ağlarına güvenmek zorundadır. Dolayısıyla toplumlar pandemi süreçlerinde kamusal yaptırımları izlemek, hem kendisini diğerlerinden hem de diğerlerini kendisinden korumakla yükümlüdür. Pandemiyle küçük dayanışma ağları üzerinden baş edemeyiz. Kamusal bir sistemin işe koyulması gerekir. Kamuyu ve sistemi adil çalışması ve sosyal devlet sınırları içine dönmesi için zorlamaktan vazgeçemeyiz. Şimdilik özellikle büyük ülkelerdeki ticari tıp sistemleri, hastalığın yükünün sağlık sistemini çökertmemesi için yaygın kontaminasyonun engellenmesi konusunda otoriter devlet yönetimlerinden medet umuyor. Bu yapı bir süre etkili olabilir. Kontamine olanları tamamıyla toplumun geri kalanından izole etmek ve “ya aşılama-ya felaket” söylemiyle yürütülen bir sağlık faaliyeti, maalesef ticari sağlığın şu andaki büyük deliklerini de gizler; dahası nüfusa ‘artıklarından/yüklerinden’ kurtulmayı da onaylatır. Bunlar benim çekindiğim konular, sağlık antropologları muhakkak daha çok bilgi verebilirler bu konuda.”
Salgınlar veya felaketler bağlamında dayanışmanın en yakın örneği, salgın hastalık değil doğal afetlerle ilişkili. Bu manada 1999 Depremi hem yaygınlık hem de dayanışma ve kamusal hizmetleri destekleme/zorlama sürecini başlatması açısından en iyi örnek. 1999 Depremi’nden bize kalanlar, yaygınlığı ve karşı koyulamaz büyüklüğü nedeniyle yarattığı eşitlenme duygusu, diğer uluslardan ve devletlerden gelen müthiş destek, içinde yaşadığımız kente dair yaygın sorulara yol açması, kişilerin sadece kendisini değil çevresini de düşünmek zorunda olduğuna dair ilk bilinçlenme oldu. “Peki o zamanki düşman kimdi, neye karşı savaşıyorduk” derseniz, o zaman ve daha sonrasında deprem geçiren evleri soymaya kalkanlar, mülk sahibi olanların dışındakileri evsiz bırakan bir sistem, deprem yönetmeliğindeki boşluklardan hızla faydalanan yeni ve kentli bir müteahhit grubu, adaletin müteahhitlere işlemeyeceğinin açık kanıtları, yükselmekte olan sivil toplumculuğun sağ veya en fazla liberal bir alana sıkışmasına göz yuman bir şefkat aristokrasisi sistemi… Bunların çoğu kalıcı hasar bıraktı ve ne yazık ki sonuçlarını, büyük felaketlerin yaşandığı sonraki Bingöl, Van depremlerinde çok acı tecrübe ettik. Dayanışma ağları ve tartışmaları her kesimde yeniden başlatabilirsek olumlu bir birikim yaratabiliriz. Ancak bunların sadece yardım ve destek gönüllülüğü esasında olması, bizi 1999 Depremi’nden sonraki yerimize geri götürür. Aksine destek sandıklarından, borçtan bağımsızlaşmış yardım gruplarına, ortak ev programları geliştirmekten, eğitimde alternatif yapılara, sanat ve müzik kolektiflerine kadar hak ve sorumluluk alanlarında, birbirimizi hırpalamadan ne kadar çok örgütlenebilirsek o kadar olumlu olacak, o kadar çok iç tartışmayı da tüketmiş olacağız. Zira dayanışma bir gönüllülük değil, zorunluluktur.”
*Akademisyen Neşe Özgen, 1986-2007 yılları arasında Ege Üniversitesi’nde olmak üzere, yurtiçi ve dışında çok sayıda üniversitede, kurumda, araştırmada yer aldı. İlgi alanları arasında olan sınır, sınırın sosyolojisi ve ekonomi antropolojisi konuları bulunuyor.
Nükhet Sirman Ne Diyor?
“Avrupa veba salgınında, geceleri evlerin önünden iki yanında birer fener ve bir çıngırağı olan bir at arabası geçermiş. İnsanlar da o gün ölenleri o arabalara atarlarmış. Adamlar da bu cenazeleri uzaklarda bir yerde kirece yatırıp gömerlermiş. Evin önünden geçen ambulansın siren sesini duyduğumda hep ‘bugünün çıngırakları geçiyor’ diye düşünürüm. Ama esas Akile Gürsoy’un 1920 ve 1930’lardaki halk sağlığı programlarını anlatan çalışmaları geliyor aklıma. Sıtmayı, çiçek hastalığını ve verem salgınlarını aşı programlarıyla, ‘yerlere tükürmeyin’ uyarıları ve okulda el-tırnak, saç kontrolleri gibi bilinçlendirme faaliyetleriyle durdurmuş bir Türkiye.
Aslında çoğumuz bu hastalığı kapacağız. Bundan illaki de korkmamak lazım. Hastalığın yayılma biçiminin, vakaların hafifliği ve ağırlığının hangi şartlara bağlı olduğunun, bu virüsün etkisinin hangi şartlarda azalabileceğinin anlatılması lazım. Taşıyıcı olmanın ne demek olduğunu kaç kişi anlıyor gerçekten? Bu panik havasının hem bireysel, hem toplumsal hem de siyasi olarak çok kötü sonuçları olduğunu düşünüyorum. Ekonomik tedbirler çok yazılıyor, çiziliyor. ‘Evde otur’ sözünün kime nasıl bir etki yaptığını da az çok sosyal medyada görüyoruz. Ama kimse bu salgından bir heyula yaratmanın sonuçlarını düşünmüyor. Bu salgının neleri mümkün kıldığını da düşünmek gerek.”
*Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyesi olan Nükhet Sirman, toplumsal cinsiyet, aile sosyolojisi, sömürge sonrası toplumlar ve sosyolojide yorum konularında çalışıyor.
Tanıl Bora Ne Diyor?
“Koronavirüs meselesi gündeme düştüğünde aslında tek bir olay değil, alakasız birçok olay aktı geçti zihnimin gerisinden. Hakkında fazla bilgim olmamakla birlikte İspanyol gribi, yerlilerin tanışmadıkları virüsler nedeniyle kırıma uğradığı Amerika’nın ‘keşfi’ ve ‘fethi,’ AIDS’in çaresiz zamanları… “Ne alakası var?” denebilir ama eve kapanmaktan ötürü 12 Eylül darbesi… Bir kere, hem korkunç hem güçlendirici bir “hayat devam ediyor” gerçeği var. Bu salgın altında da devam ediyor, ne kadar yıkıcı olursa olsun – ki hayli yıkıcı olacak gibi görünüyor- salgından sonra da devam edecek. Bu ‘devam etme’ bilincini ve sebatkarlığını yitirmemek lazım. Şunu da genel bir kaide olarak biliyoruz: böyle olağanüstü travmatik dönemlerin tecrübeleri, toplumsal düzeyde, siyasi düzeyde ve devlet rejimleri düzeyinde kalıcı etkiler, kalıcı kurumlar yaratıyor. Bunlarla ilgili müteyakkız olmak lazım.
Birçoklarının da söylediği gibi, paranoyakça, aşırı kontrolcü, ayrımcı, seçkinci, otoriter bir tavrın yerleşik hâle gelmesi mümkün. Kolay görünmüyor ama, aksine, üretim-tüketim tarzımızı, yönetim tarzımızı, yaşam tarzımızı tümden sorgulayan uyanışlar da mümkün. Gerçekten ‘değerli’ olan nedir, gerçek önceliğimiz nedir? Bunları düşündürtmesi mümkün. Zira bu seferki olağanüstü hadisenin olağanüstülüğü şu ki, gerçekten ‘çok’ olağanüstü; her şeyi alt üst eden bir olay.
Birey ve kurumların dayanışma anlamında ne yapması gerektiği konusunda akıl vermek haddim değil. Bildiğim basit usul, sormak, yoklamak, konuşmak ve dinlemektir. Bunu zaten yaptığımızı varsayarken aslında ihmal ediyor olabiliriz, özellikle dinleme kısmını! Kurumsal olarak da, olabildiğince yaygın işbirliği ağları örmek, şu zamanda özellikle değer kazanıyor. Ortak bildiri yazmaya adanmaktan çok, enerjiyi ufak ufak somut işler etrafında, herkesi yeteneğine göre seferber etmeye dönük kullanan işbirlikleri, hayatî önem kazanıyor.”
*1988’den beri İletişim Yayınları’nda araştırma-inceleme dizisinin editörü olan Tanıl Bora, çevirmenliğin yanı sıra Birikim dergisinin yayın yönetmenliği görevini de yürütüyor. Ağırlıklı çalışma alanları, Türkiye’de siyasal düşünceler, özellikle sağ ideoloji ve milliyetçiliktir.
*Sevgili destekçilerimizin görüşleri, Nisan 2020’nin ilk yarısında alınmıştır.
Yazıyı kaynağından okumak için buraya tıklayınız.
Bizi Takip Edin