Pandemiden Çernobil’e İnkar, İhmal ve Bir Öngörü
İstanbul gibi yoğun nüfuslu ve yeşile hasret kentlerde nefes alınabilecek alanlar kaçınılmaz olarak kalabalıklar ürettiği için parklar, bahçeler, deniz kenarları yasak. Bir aydan fazla bir süredir koruma adı altında eve kapatılan 20 yaş altı ve 65 yaş üstü insanlar için bu durumun anlamı daha da büyük zira, dışarıya adım atmalarının karşılığı gittikçe dibe vurmuş olan ekonomik koşullarda karşılaşabilecekleri fahiş para cezaları.
Dünyayı kasıp kavuran koronavirüs salgını sokaktaki yaşama es verdirip hayatı mekanların içine sıkıştırınca şehirdeki insanın doğadan kopuk oluşu da daha dramatik hale geldi. Özellikle İstanbul gibi yoğun nüfuslu ve yeşile hasret kentlerde nefes alınabilecek alanlar kaçınılmaz olarak kalabalıklar ürettiği için parklar, bahçeler, deniz kenarları da yasak. Üstelik bir aydan fazla bir süredir koruma adı altında eve kapatılan 20 yaş altı ve 65 yaş üstü insanlar için bu durumun anlamı daha da büyük zira, dışarıya adım atmalarının karşılığı gittikçe dibe vurmuş olan ekonomik koşullarda karşılaşabilecekleri fahiş para cezaları. Tek teselli ise bu günlerin sağlıklı şekilde atlatılması halinde “yakında” çayıra, çimene güneşe, seyirlik denize yeniden kavuşma ihtimali… Ne var ki virüs yeterince öldürücü ve bulaşıcıyken hayati risk teşkil etmeyen işyerlerinde üretime devam edildiği için salgının hız kesmesi pek mümkün değil. Dolayısıyla bir ay sonrası için pandemiye veda planları kamuoyuna ilan edilirken alınmayan önlemler nedeniyle alınan önlemlerin manasızlaştığı ortam eve kapatılabilenlerin kapatılma sürelerinin uzayacağına ve bir süre daha gerçeklerin inkar edileceğine delalet.
Risk sosyoloğu Ulrich Beck hayatın içine işlemiş olan genel riskler karşısındaki siyasi tavırda inkar ve ihmalin çok belirleyici olduğundan bahseder [1]. Bu açıdan siyasi iktidarın bugün koronavirüs karşısında almadığı önlemler diğer bir deyişle gerçeklerden kaçınma hali tam da 34 yıl önce 26 Nisan’da yaşanan Çernobil Nükleer Felaketi karşısında dönemin siyasi iktidarının sergilediği tavra denk düşer. Etkisi milyonlarca yıl sürecek radyoaktif parçacıkların patlamayla havaya karışarak binlerce kilometre katetmesi bugüne dek milyonlarca insanın sağlığını dolayısıyla yaşamını olumsuz etkilemiş lakin nasılsa Türkiye’ye hiç uğramamıştır(!). Dönemin başbakanı Turgut Özal ‘çayda radyasyon yoktur’ derken, yeni mahsul fındıklarla çaylar okullarda, kışlalarda bedava dağıtılmış, dönemin cumhurbaşkanı Kenan Evren ise radyasyon olmadığını kabul etmeyen toplumsal muhalefete “Biraz radyasyon kemiklere iyi gelir” yanıtını vermiştir. 2000 yılında Türk Tabipleri Birliği (TTB) tarafından yürütülen bir çalışmayla devlet eliyle yapılacak resmi bir araştırmanın önemine işaret eden bulgular ortaya konmuşsa da ülke genelinde Çernobil etkisinin tespit edilmesine dönük bir araştırmalardan kaçınılmış, ‘radyasyon yok, sağlık tehlikesi yok’ oyununun oynanması tercih edilmiştir. Oysa Avrupa’da Çernobil Nükleer Felaketi’nin etkileri üzerine yapılmış bir dizi araştırmadan yalnızca biri olan 2016 tarihli Nükleer Silaha ve Savaşa Karşı Uluslararası Hekimler (IPPNW) tarafından yapılan bir araştırma Çernobil’in 2050 yılına kadar 40 bin yeni kanser vakasının nedeni olacağına işaret etmektedir.
Beck bilimsel rasyonellikte dönüm noktası addedilen risk bilincinin, ileri uygarlıkta ortaya çıkmış olmasına rağmen modernlikle çelişircesine baskılandığına dikkat çeker. Buna göre riskler teori ile pratiğin ayrımına, uzmanlık ehliyetlerine; kurumsal yetki alanlarına; değer ve olgu arasındaki ayrıma; siyaset, kamuoyu; bilim ve ekonominin görünürdeki alanlarıyla çakışır.[2] Bugün de dünya genelinde ekonomilerin, yatırımların istikrarsızlaştığı ortamda siyasi iktidarlar bir şekilde dizginleri elden bırakmadan süreci atlatma gayesini taşıyor. Nitekim Çernobil Nükleer Felaketi’nin etkilerinin inkar edilmesinin arka planında çalışan siyasi akıl yurttaşlarının sağlığını, selametini sağlamaktansa gelecekte nükleer santral sahibi olma ihtimalini saklı tutmak adına küresel nükleer endüstri ile söz birliği yapma önceliğinden yana çalışmıştır. Nihayet bu ketum tavır meyvelerini (!) 2010 yılında hükümetle rarası anlaşmayla Mersin’e nükleer santral kurulmasının yeniden gündeme getirilmesiyle vermiştir.
Yıllardır sivil toplumun sesinin yargı ve yasama süreçlerinde boğulmasının, toplumsal muhalefetin yok sayılmasının neticesinde 1. reaktörün inşaatı tamamlanma aşamasına gelmişken elektrik üretimine başlanacağı ilan edilen 2019 yılına göre şimdiden 4 yıllık bir gecikme hasıl olmuş bulunuyor. Siyasi iktidarın tarihi olaylarla yaratmaya çalıştığı özdeşlik algısı gereği nükleer santralin açılışı, Cumhuriyetin yüzüncü yılına tekabül eden 2023 yılına yetiştirilmek istendiği için, açılışı 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’na yetişsin diye hızlı bitirildiğinden ve risk taşıdığından dem vurulan Marmaray’a benzemesi bir felaketle sonuçlanabilir. Şu anda genel hayat açısından aciliyeti olmayan bir iş olması itibariyle beş bin işçinin çalıştığı inşaatta faaliyetlere ara verilmeden devam edilmesi, bu felaketin ayak sesleri sayılabilir.
Konfiçyüs’ün ‘geleceği belirlemek istiyorsanız geçmiş üzerinde çalışın’ sözünün bu topraklarda maalesef karşılığı fazlasıyla var. Meseleyi Akkuyu NGS ile ele alınca, bunca yılda değil siyasi refleksin değişmemesi, boynuzun kulağı geçtiği söylenebilir ve bu durum yaşanabilir bir gelecek açısından büyük risk teşkil ediyor. Zira pandeminin müsebbibi birçok ülkenin suçlamalar yönelttiği bir ülkeyken dahi önlemlerin alınmasından geri durulurken nükleer santralin kurulmasına önayak olan bir siyasi iktidarın sınır aşan etkilere haiz nükleer felakete yol açması halinde inkarcılığı daha öteye taşıyacağı muhakkak. O zaman insanlarla araya konan fiziki mesafenin yerini doğaya karşı çekilecek set alırken yaşamak için alınan nefese, beslenmek için gereken gıdaya hep biraz şüpheyle yaklaşılacak. Şüphesiz yasama, yargı erklerinin yürütme erkinin çatısı altında toplandığı , millet meclisinin hiç olmadığı kadar güçten düştüğü bir siyasi altyapı varken, inşaatı devam ettirilen nükleer santralin yapımının durdurulmasının artık beyhude olduğu düşünülebilir. Ne var ki her geçen senenin yeni sorunlar ve bir öncekine göre daha kötü sürprizler getirdiği deneyimlendiği üzere gerçekleşmemiş olan felaketlerin mucizelerle durdurulandan niye farkı olsun? Öyleyse o mucizenin kendimiz olabileceğini düşünmemize de bir mani yok…
[1]: Beck, U Risk Toplumu, Başaka Bir Modernliğe Doğru, Çev: kazım Özdoğan, Bülent Doğan İthaki , İstanbul P 356
[2]: a.g.e , 106
Bizi Takip Edin