“Sivil Toplumun Kendi İçinden, Kendine Doğması Lazım!”
Sivil Toplumun Öncüleri adlı dosyamızda bu hafta Sivil Toplum Geliştirme Merkezi (STGM) Kurucu Üyesi ve eski Yönetim Kurulu Başkanı, Doğa Koruma Merkezi Yönetim Kurulu üyesi Sunay Demircan ile konuştuk. Demircan, WWF ve STGM gibi kurumsal düzeyde çalıştığı kuruluşların yanı sıra Türkiye’nin çok çeşitli bölgelerinde yerel STK’lar ile yürüttüğü faaliyetler, deneyimler ve gözlemlerinden biriktirdiklerini bütüncül bir bakış açısıyla Sivil Sayfalar ile paylaştı.
İnsanın doğayla ve insan kurduğu ilişkinin değişmesiyle, siyasal, sivil ve ekonomik olarak bölünüyor olmasının diğer alanlarda olduğu gibi sivil alanda da değişim ve dönüşümü (farklı bir yaklaşım geliştirilmesini) elzem kıldığını belirten Sunay Demircan, STÖ’lerin birbirleriyle çalışma alanları dışında birbirleriyle muhabbet etmeye başlamalarının bu dönüşümü mümkün kılacak ilk adım olacağını söylüyor.
Sivil toplumda kendinizi nasıl tanımlıyorsunuz?
Kendime bir sıfat atfetmiyorum. Tanımlama, kategorileştirme gerektiriyor. Bir sınır içinde, onu anlamlı hale getiriyorsunuz. Bir ötekileştirme ve ayrım getiriyor. Dünyanın ve sivil toplumun bu hale gelmesinin nedeni de bu tanımlama ve ayrım diye düşünüyorum… Dolayısıyla, tanımlama yapmak istemiyorum. Ben sivil alanda da ve pek çok alanda da düşünen ve çalışan bir insanım.
Neden sivil alanı seçtiniz?
Samsun’un Bafra İlçesi’nde yaşıyordum ve 20’li yaşlarımda kuşları gözlemliyordum. Bugün WWF olarak bildiğimiz kurum, o zaman Doğal Hayatı Koruma Derneği (DHKD) idi; 1991 yılında onlarla tanıştım. Kızılırmak Deltası’nda bir sulak alan koruma ve yönetimi projesi başlatmak istiyorlardı, birlikte çalışmayı önerdiler, işimden istifa ettim ve büyük bir heyecanla DHKD’ye katıldım. 2001 yılına dek, yaklaşık 10 yıl boyunca Türkiye’nin sulak alanlar ve su kaynakları ile ilgili projelerde çalıştım.
Sonra, iki yıl kadar GAP İdaresinde aldığım görev var, ardından 2002 yılında Avrupa Birliği Komisyonu, Türkiye’nin adaylık sürecinin ivme kazanmasıyla birlikte, sivil topluma yönelik hibe programları geliştirmeye karar verdi ve 2002 yılında Sivil Toplum Geliştirme Programı’nı (STGP) başlattı. Programın ekip lideri bendim, STGP kapsamında STÖ’lerine yönelik hibe ve kapasite geliştirme programları başlatıldı. Proje, çok başarılı oldu. AB Komisyonu bize “bunun devamını siz bir sivil yapı içinde yürütün” dedi. Böylece 2004 yılında Sivil Toplum Geliştirme Merkezi (STGM) kuruldu, ben de kurucularından biriydim. STGM 2005’te faal hale geldi. 2008’e dek STGM’de direktör olarak görev aldım. STGM ’de işler iyi gidiyordu fakat bir yerde bir sorun hissettim.
STÖ’ler Proje Döngüsüne Sıkışmamalı
Nasıl bir sorun?
Açıkçası var olan formatta sorun gördüm. Bunun yanlış anlaşılmasını istemem. Söylemek istediğim şu: mevcut format, proje hazırlama üzerine kurulu, bu da Proje Döngüsü formatı, Mantıksal Çerçeve Matrisi. Buna ek olarak, stratejik plan hazırlanması gerekiyor. Ben bu formatta Türkiye’nin her yerinde 3 bin 600 civarında kişiye eğitim verdim. Bir gün şunu fark ettim: proje döngüsü yönetimi, sivil toplumda sivil ruhu ortadan kaldırıyor; sentetik bir hiyerarşik düşünce sistematiği ezberleniyor ve zihin orada robota dönüştürüyor. Bu robot, kalan ömrünü proje üzerinde çalışarak geçiriyor.
Bu mantık yüzünden, masada klavye başına mahkûm edilen STÖ, hedef grubunu ve sorunu tanımaktan uzaklaşıyor. Bu döngüye giren örgütün temel kaygısı proje hazırlayıp, para kazanmak (buna da terminolojide “kaynak geliştirmek” diyoruz). Buna mecbur, çünkü para kazanamazsa, o ofisin kirasını nasıl ödeyecek? Maaşlar var, sabit giderler var… Bizde örgütler üye desteği ile çay parasını bile zor karşılıyor. Bunun için de sürekli proje yazması lazım. Biri bitmeden, yenisi… bitmeyen maraton.
Bu proje hazırlama mantığını dünyaya getiren ordular aslında. Askeri bir köken ve düzen var işin içinde. Mantıksal çerçeve matrisi de orduda kullanılan bir yöntem. Bütün eski uygarlıklar, ordular ile kuruldu ve derken stratejik harekât planlarını ordular hazırladı. Şimdi anti militarist niyetle ortaya çıkan örgüt dahi ordu mantığı ile strateji geliştiriyor, “düzen” kuruyor. Bu “düzen” dediğim sistematiği zihinlerimize “bu böyledir” diye kazıdılar. Dilinden tut, mantığına, davranış kalıplarına kadar… Adeta var oluş biçimi oluşturuldu sivil alanda, bu tüm dünya için böyle oldu, yanlış anlaşılmasın, kaygım sadece bize ait değil.
İşte biz de bu mantığı sivil alana aktardık. Kimseyi suçlamak istemiyorum, işin altında komplo teorisi arayanlardan da değilim. O gibilerin ekmeklerine yağ sürdüğümün de farkındayım ama dediklerimi değerlendirebilmek için, biraz düşünmek gerekiyor. Neyse, bir gün geldi ki, anladım bu mantık sivil toplumda işlemiyordu. Proje yönetimi mantığında, biz sebep-sonuç ilişkisini esas alarak projeyi kurgularız. Ancak sivil alanda o kadar farklı parametre var ki ve bu parametreler o kadar çok ve sürekli değişiyor ki; sorunu yaşayan canlı bir sistem… Siz proje mantığı ile analizi o anda donduruyorsunuz, oysa sorun dinamik, akış halinde, sürekli değişiyor. Farklı bir yaklaşım geliştirilmesi lazım: sivil toplumda bu durumu durağanlaştıran / donduran ve parçalara ayırıp, sorun ile çözümü parçada arayan bakıştan dışarı çıkmak gerekiyor. Çıkamadığımız sürece, bu döngüde hapsoluyoruz.
Şu sıralar sivil toplumda hangi faaliyetleri yürütüyorsunuz?
Dediğim gibi, STGM’de gayet huzurlu ve mutlu bir hayat sürerken, işi bıraktım ve köye gittim. DHKD’de ilk işe başladığım, doğup büyüdüğüm köyüme. Kızılırmak Deltası’na yani. Köyde eşim Bilgi Buluş’la beraber 11 yıl çiftçilik yaptık. Bu arada, sivil toplumla ilişkimizi de kesmedik. Otizm örgütlerine dışarıdan gönüllü destekler vermeye çalıştım. Hala da çalışıyorum onlarla… Deltanın korunması için yerelde çalışmalar yaptık…
Köyde yaşarken aynı zamanda, Bakü-Tiflis- Ceyhan (BTC) Petrol Boru Hattı ile TANAP Doğalgaz Boru Hattı projelerinde de sosyal yatırım/kırsal kalkınma alanlarında danışman olarak çalışmaya başladım. Bunlar tabii çok büyük inşaat projeleri, mutlaka gittiği yerlerde sosyal ve çevresel etkiler oluşturuyor. Her iki proje de Anadolu’da yüzlerce köyden geçiyor ve Ardahan’dan Edirne’ye yıllardır, sürekli kırsal alanda insanlarla çalışma fırsatım oldu. “Kırsalda ve küçük yerleşimlerdeki sivil toplumun hali nicedir?” diye biri sorarsa, “biliyorum” deme şansım var.
Türkiye’nin farklı şehirlerindeki çeşitli STK’lar ile çalışmak, size ne gösterdi?
Bana göre en göze çarpan gelişme şu: Anadolu boşalıyor. Kırsal boşalıyor ve şehre göçüyorlar. Bazı iller, Sivas, Kars, Ardahan, Kırıkkale, Yozgat… kırsalı neredeyse tamamen boşalıyor. Batıya yaklaşınca ise göç alan şehirlerde nüfus artıyor. Bursa, İstanbul, Adana, Hatay, Mersin çok göç alıyor.
Göç veren şehirlerin köylerinde yaşlılar ve engelliler ile hastalar kalıyor. Bunlar üretimden uzaklaşmışlar. Zaten kırsalda üretim verimli değil. Şuan Türkiye’de kırsal nüfusun % 7 olduğu söyleniyor ama bu daha da düşecek. Bu demografik hareketlerle, gelecekte kırsal alan bomboş olacak. Ziraat denilen şey ortadan kalkacak, endüstriyel tarım ağırlık kazanacak. Büyük işletmeler güç kazanacak. Zaten süregiden bir değişim bu (Anadolu’da kırsalın boşalması) önümüzdeki yıllarda daha da artacak. Bu hareketin getireceği bir sürü sonuç var elbet. Boşalan alanlarda etki bir tarafa, dolanlar diğer tarafa, sivil alandaki etki bir tarafa, kamu otoritesinin hali diğer tarafa… Sosyal, politik, siyasal, ekonomik…tüm yapısal kurgunun bu hareketten etkileneceğini öngörmek ve önlem almak gerekiyor.
İnsanın Doğayla Kurduğu İlişkinin Değişimi ve Sivil Alanın Parçalanması
Bu, ne anlama geliyor?
İnsanın doğayla ve insanın insanla kurduğu ilişki değişiyor. Aslında, insanın bilgi ile kurduğu ilişki değişiyor. Bu değişim de ister istemez pek çok irili-ufaklı toplumsal çatlağı büyütüyor. Yani, biraz önce söylediğim her bir alanda, sosyal, politik, siyasal, ekonomik… bölünmelerin/ayrışmaların artarak yaşanacağını düşünüyorum. Sivil alanın giderek parçalanması kuşkusuz tehlikeli bir durum. “Neden tehlikeli?” derseniz, bakın şu yıllar tüm dünyada, her alanda güçlü değişim rüzgârlarının yaşandığı bir dönem.
Eskinin değerleri o kadar hızlı ve güçlü değişiyor ki bu değişimler bizim gibi gelecek kurgusunu geçmişin değerleriyle oluşturmaya çalışan ülkeler için kâbus dolu senaryoları oluşturabilir.
Önümüzde göç olgusu var daha, Afrika kıta olarak bir nüfus patlaması yaşayacak ve yakında dünya nüfusunun yarısı Afrika’da olacak. Bu insanlar Avrupa’ya gitmek istiyorlar. Afganlı da, Pakistanlı da, Orta Doğulu’da… Avrupa da artık mülteci istemiyor, lakin kendi nüfusu da gittikçe yaşlanıyor. Üretim sorunları yaşamaya başlıyorlar, kaynaklara ulaşım sınırlanıyor, bir yandan da Çin geliyor patır patır… Tüm bu hadiseler artarak gelişirken, trafiğin köprü ülkesi Türkiye. Bunu ne AB yönetebilecek durumda, ne de biz. Sivil alanda gelecekte en temel (belki de yegâne) konunun mülteci sorunu olacağını varsayabiliriz.
Bu tespitleri yapabilmenize olanak sağlamasının dışında, sivil toplum faaliyetleri size ne kattı?
Sivil toplumun ne olduğunu düşünme fırsatı kattı. Nereden gelip nereye gittiğini görme ve bu konuda insanları anlama fırsatı tanıdı. İnsanı pek de tanımıyoruz, sadece tanıyormuş gibi yapıyoruz. Kendimizi de tanımıyoruz ya… O da başka hikâye tabii… Ama insan kendini çok gizliyor, bin bir maske ardında, kaldır kaldır bitmiyor o maskeler ve hele de uzaktan bir etki oluşturma macerasına girilmişse, vah gibi vah… durumları oluyor.
“STÖ’ler Kaynak Aramak Yerine, Kendileri Kaynağa Dönüşmeli”
Eleştirdiğiniz sorunlardan kaçınarak, nasıl sivil alanda nasıl faaliyet yürütmeyi planlıyorsunuz?
Hayata geçirmeyi tasarladığım bir fikrim var.Bu fikri STGM’deki arkadaşlarla birlikte hayata geçirmeyi planlıyoruz. Sivil topluma bütüncül bakış için bir rehber hazırlama çabasındayım. Ana düşünce şu: bir STÖ adıyla, sanıyla gönüllüsüyle, üyesiyle, adresiyle, ürettiği tüm değerleriyle, arşiviyle, yaptığı işleriyle bir bütündür. Yani, bir STÖ kendisi bir kaynaktır. Sivil alana Batı dünyasından geçmiş bir kavram “kaynak”. İngilizce karşılığı “fund”. Yani, fon, yani finansal sermaye, para. “Kaynak oluşturma” da, sivil toplum dünyasına “fundraising” olarak yerleşmiş bir terim.
Bir STÖ’nün sürdürülebilirliği için gerekli olan parasal kaynağın elde edilmesi anlaşılıyor. Ben de diyorum ki, bu mantığı değiştirelim ve kaynak=para olmasın. Kaynak kavramını daha geniş çerçevede ele almayı tercih ediyorum ve diyorum ki: Kaynak = bir STÖ’nün sürdürülebilirliği için araç olarak işlev görecek; soyut – somut, doğrudan – dolaylı, küçük – büyük tüm değerleri içeren bilgilerin doğduğu pınardır.
Nasıl…? Kaynağı alışılmış anlamı ile finansal varlık olarak algıladığımızda, evet, kaynak finansal bir değerdir. Somut, fiziki varlık olarak algıladığımızda binalar, araçlar, makinalar, vb. de kaynak sayılabilir. Soyut değerler olarak da işbirlikleri, kurumsal değer algısı, üretilmiş telif hakları, fikri varlıklar, patentler, lisanslar, yönetim becerileri ve hatta kurumun bizatihi kendisi, varoluş anlamı sayılabilir. Bu açıdan yaklaşıldığında, kurumun misyonu, ilkeleri, faaliyetlerinde izlediği yöntemler, üyelerle ilişkileri gibi özellikler de değer ve kaynaktır.
Dolayısıyla, kaynağı geliştirmek, elde etmek, yönetmek gibi faaliyetler kurumun varlığının bütününe yöneliktir. Yani, kaynak elde etmek bir STÖ’nün varoluşunun anlamlandırması, ilkelerine bağlılığı, misyonunu uygulamadaki odaklılığı ve başarıları, entelektüel kapasitesi, işbirlikleri ve ağlardaki işlevi ile de ilgilidir. Sonuç olarak, şunu anlatmaya çalışıyorum: bir STÖ sürekli proje yazıp kaynak arayan örgüt olmaktan çıkıp, kendileri kaynak olmaya dönüşsün. Bunu yapan bir STÖ, kendisi bir kaynağa dönüşünce, çevresine de ışık saçar. Bunu gören diğer STÖ’ler de “o yaptı” desinler, kendileri de uygulasınlar. Küçük örneklerle başlamak lazım.
Nasıl olacak? Süreç nasıl ilerleyecek?
Çok basitten başlayacak. Çalışanların, üyelerin o örgüte dair ortak hayalleri var mı? Buna bakılır örneğin. Olmama ihtimali yüksek çoğu kez, çünkü ortak muhabbet ve tanışıklık yok. Önce, bir STÖ, çalışanları içinde işbirliği mekanizmalarını düzeltmek gerekiyor. Örgüt, kendi iç organlarıyla bir sivil anlaşma yaparak işe başlamalı. Gönüllüsü, üyesi, çalışanı, yöneteni … Ne kadar benimsiyor, ne kadar işin içinde, ne kadar birbirini tanıyor…? Bunların cevapları pek iç açıcı değilse, zaten orada bir durmak lazım.
Elimizde çekiç, karşımızdaki taşa vura vura kendi zihnimizdeki eskizin heykelini yapma çabasındayız. Kendimizde durum ne? Bizim taş ortada koca bir blok olarak duruyor, fiske vurma niyetimiz yok ona, varsa yoksa başkasının taşına biçim verelim. Buna bir dur demek lazım.
Basitten başlamak derken, küçük kurum içi tanışıklıklar, küçük ama ortaklaşa faaliyetler (arşiv oluşturmak mesela, kurum tarihi hazırlama, diğer benzer kurumları ziyaret ederek, çay içip yeni tanışıklıklar sağlama, muhabbet …). Bu muhabbet kısmını çok ıskaladık bence. Ortada bir proje ve kaynak varsa, “diyalog” adıyla faaliyet yapıyoruz; proje bitince, diyalog da bitiyor. Sentetikleşme ileri safhada… Sivilliğimizi bu hal ve gidişten çıkartmamız lazım.
Başka bir örnek vereyim. Inclusion(dahil etme) kavramı şu sıralar çok moda. Bunu projene yazarsan, kazanma şansın artıyor gibi… Kötü bir espri ama, doğru… Neyse, bence bu kavramı (inclusion) dahil etme, dahil olma olarak ele almamız gerekiyor. Bir sivil toplum örgütü için üyeleri, yönetimi, çalışanları, paydaşları… süreçlere dahil etme, bunla birlikte onların getirecekleri değerlere/görüşlere/taleplere de dahil olmayı içermeli.
Bu, örgütün sınırlarını sürekli esnek tutmayı, tartışılabilir yapmayı zorunlu kılıyor. Örgütü katılaşmamaya, hantallaşmamaya yöneltiyor. … En azından, içindeki ilke ve yaklaşım bu. Biliyoruz ki, bir STÖ için kurulan her yeni ilişki (üyeyle, yöneticiyle, destekleyiciyle, ortaklarla vb.) kurumu yeni gelen değerlerle karşı karşıya bırakıyor. Bunu özellikle sivil ağlarda çok görüyoruz, platformlar, federasyonlar, vb. Örgütler kendi alanlarına kapanıyorlar ve kendi varlıklarını diğerlerine karşı savunma refleksi geliştiriyorlar.
Tamam, bu davranış doğal bir organizma davranışı ama, örgütün de bu refleksi yönetecek aklının gelişmesi lazım, refleksle yönetilmez ki sivil toplum örgütü. Şeffaflık, esneklik ve anlayışla donanmış müzakere süreçleri bu konuda en değerli araçlar, bu araçları kullanma becerisinin gelişmesi gerektiğini düşünüyorum. Tüm bunlar ciddi emek, sabır ve deneyim gerektiriyor kuşkusuz. Süreçlerin yönetiminde lider pozisyonundaki kişilerin rolleri de çok önemli elbet.
“İşbirliğine Dayalı Bir Düzenin Tohumlarını Serpmemiz Lazım”
Türkiye’de siyasi iklim, sivil topluma nasıl yansıdı? Sivil toplumu ne bekliyor?
Biraz önce söylediğim gibi, kendimizi de, örgütümüzü de sürekli katı sınırlarla tanımlayarak var ediyoruz. Kendimizi, milliyetimize, ideolojimize, inancımıza, cinsiyetimize, tüm kimlik bilgilerimize hapsediyoruz. O zaman bu kalenin dışındaki herkes senin dışında kalıyor ve onları öteki olarak kabul ediyoruz. Dediğim gibi, bu birey için de böyle, örgüt için de. Teritoryal savunma davranışı diyorum buna. Biz birey olarak kendimizi burada sınırlar içinde inşa edince, bunun dışında kalan kısımda bir korku alanı oluşuyor. Korku ve güvensizlik içinde birbirimize düşman oluyoruz. Bu korkunun üzerine inşa edilen yapıyı ve korkuyu ortadan kaldırmanın temeli, sıkı tanımlamaları ortadan kaldırmak… Şimdi bu davranış bireyde olunca, bu bireyle benzer kan dolaşımında olan devlet de, sivil toplum da benzer davranışları sergileyip, bir birini ötekileştirmeyi kendine adeta zevk ediniyor.
Tüm dünya için, diller, ırklar ve dinler üstü, yeni bir medeniyet tanımına ihtiyacımız var. Rekabete dayalı mevcut sistem üzerinden, yarışma anlayışı ile bu olmaz. Sürekli hep başarı, ödüllendirme ile bu olmaz. Mevcut sistemde, başarılı olmak demek, başkalarını arkada bırakmak demek, diğerlerini ezmek demek. Başarısız olmak, geride kalıp kaybetmek demek. Bu dönem bitsin. Rekabet olmasın, işbirliği esasına dayalı bir düzenin tohumlarını serpmemiz lazım. Ama sorun şu ki, o tohumları serpeceğimiz toprak kirli. Barış tohumu serpiyorsun, sula, çapala, besle… çıka çıka geçici mütareke çıkıyor, o da şansın varsa. Barış nerede? Yok…! Çünkü ona dair bilgi yok ortada, olgu yok, dil yok…. Ama savaş dipten doruğa kadar, her yerimizi işgal etmiş. Cehaletle savaşıyoruz, hastalıkla savaş, kadına karşı şiddetle savaş, çevre düşmanlarıyla savaş… Barış talebimizi savaşla dile getiriyoruz, ilginç değil mi? toprak böyle olunca, çıkan ürün nasıl olsun ki? İşin özünde rekabeti bırakıp, işbirliğine dönersek sınırlar kalkar, ama dediğim gibi bu işe kendimizden, birey olarak kendimizden başlamadıktan sonra, kendi kurumumuza yansıtmadıktan sonra, elimizde çekiç başkalarının taşına vura vura heykel yapmak sanat değil, ızdırap.
Bu sınırlar dışında sivil toplumda seküler STK’lar, hükümete yakın STK’lar gibi bir ayrışma da var mı?
Var tabii, olmaz mı..? Sivil toplum dediğimiz geniş mi geniş bir alan. İçinde örgütlü yapılar var, örgütsüzler var, inanç toplulukları var, yurt işletenler var, spor kulüpleri var, hemşehrilik dernekleri var… Çok geniş, çok. Bu yelpaze içinde son yıllarda bir “hükümete yakın” olma durumu, eskiye göre bence çok daha fazla ve açıkçası çok da rahatsızlık verici boyutta.
Türkiye’de devlet her zaman “sivil örgütse, bunu da ben kurarım” mantığıyla hareket etti ama bu sıralar bir başka; devlet inanç ekseni üzerinden, kendi tanımladığı ve atadığı “sivil” yapıları kaynakla buluşturuyor, ülkenin “vatansever” kuruluşları olarak tanıtıyor ve diğerlerini de tam öteki tarafta, adeta “düşman” gibi bırakıveriyor. Bıraksa neyse, bazen bırakmıyor da… Bu ilişki biçiminde, bir de içli dışlılık bünyesinde maddenin/varlığın içinde boğulmak, itibarın içinde boğulmak isteği ortaya çıktı. Bir bakıyoruz, hak eksenli örgüt, iki yıl önce kurulmuş, yalıda ofisi var, ya da eski bir tarihi bina, restore edilmiş ve örgüte tahsis edilmiş. Neden? Çünkü, hanımefendi, beyefendi… başlıyorlar anlatmaya şecereyi. Rahatsızlık verici tabii… Ne diyebilirim ki?
“Sivil Toplum Çalışanları Önce Birbirleriyle Muhabbet Etmeli”
Gençlerin sivil alanda yer almasını tavsiye edermisiniz?
Bunu gençlere sormak lazım. Bu konuda bizim sorunumuz şu, istiyoruz ki, genç bizim yaşlı kurgumuzun o hantal örgütlü yapısına gelsin, bizim kurallarımız ve bizim iktidar anlayışımızda, bize uysun. Yok böyle bir genç artık dünyada. Gençler sivil topluma gelmiyor çünkü bizi görüyor orada; pırıl pırıl parlıyoruz : sorunla boğuşa boğuşa soruna dönüşmüş bir yumak insan. Konuşulan konular hep o malum sorunlar, eve gidince aynı, tatilde aynı… Evrenimizi kaplamış o sorunlar. Genç, bu evrene neden gelsin?
Ne yapılabilir?
Gençlere anahtarı vermek lazım. Gelsinler diledikleri gibi ofis düzenlesinler, çalışma saatlerini onlar belirlesin, toplantı düzenini de, eğitim içeriğini de, sorunları da… Bizim dünyamızı onlara kabul ettirmeye çabalamayalım. Artık gençler bu sorunların parçası olup, ömürlerini bu uğurda tüketmek istemiyorlar. Onlar için “başkan” unvanı ne kadar anlamlı olacak, emin değilim. Onların dünyasını, taleplerini, arzularını anlamaya çalışmamız lazım. Biz istiyoruz ki onlar bizi anlasın. Niye ki…? Çünkü biz biliyoruz. Ama biz aynı zamanda gidiyoruz da, onlara da bir çöplük bırakıp gidiyoruz, üstelik zerre utanç duymadan… Üstelik, yer yer onları suçlaya suçlaya gidiyoruz.
Sivil toplum çalışanlarına nasıl bir yol izlemelerini tavsiye edersiniz?
Sivil toplum çalışanları önce kendi içlerinde bol bol muhabbet etsinler. Türkiye’de toplumun ruhunda, yapılandırılmış süreçle hareket etmek, planlı hareket, vs. yok. Şimdinin bir adım ötesini bile düşünmüyoruz. Bizim için geçmiş gelecekten, ölüm yaşamdan daha önemli. Ne büyük trajedidir bu…! Bu denklemi değiştirmemiz lazım. Geleceğin kurgusunu dünün bilgisi ile değil, şimdinin bilgisi ile yapmayı kendimize öğretelim, en azından bunun olabilirliğini görelim. Bu konuları tartışırken, gençleri hatta çok gençleri, 10-12 yaşındaki gençleri çağıralım, onları dinleyelim, onlarla konuşalım.
Ayrıca, bir önerim daha olacak, bence STÖ çalışanları sorun alanı dışında, çalıştıkları işin dışındaki alanda, sohbet etmeye özen göstermeliler. Biz, zamanında bunu yapmayı çok ihmal ettik.
Bizi Takip Edin