İstediklerini Yapmak İçin Özgür ve Güçlü Olmak
Bu yazı bir deprem yazısı değil, ben de deprem uzmanı değilim. Bu yazı, sivil toplumun deprem sonrasında yaptıkları kadar öncesinde de neler yapabileceğine ve bunun Türkiye’nin sivil toplumunun güçlenmesine nasıl katkı verebileceğine ilişkin.
Yerküre 4,5 milyar yaşında. Oluştuğu günden bu yana yerin üstü de altı sürekli hareket ediyor, değişiyor. Hareket ettikçe Anadolu’da kentler yok olmuş, yenileri kurulmuş, bazen de ne olursa olsun insanlar oralarda yaşamaya devam etmiş. Deprem hep ola gelmiş bu topraklarda. Afet ve Acil Durum Yönetimi (AFAD) verilerine göre ülke topraklarının %92’si deprem kuşağında ve nüfusun da %95’i buralarda yaşıyor. Durum ciddi. Son aylarda arka arkaya olan depremler, bu ciddiyeti korku ve endişeye dönüştürerek hepimize yaşatıyor. O bölgelerde yaşayanlar kendi güvenliklerinden, uzaktakiler de sevdiklerinin yaşamlarından endişe ederek süreci yaşıyorlar, döngü bitmiyor. Ama bu yazı bir deprem yazısı değil, ben de deprem uzmanı değilim. Bu yazı, sivil toplumun deprem sonrasında yaptıkları kadar öncesinde de neler yapabileceğine ve bunun Türkiye’nin sivil toplumunun güçlenmesine nasıl katkı verebileceğine ilişkin.
45 saniye süren 1999 depremi sonucunda birçok şey oldu. Kamu kurumlarının bu türden bir yıkım için ne kadar hazırlıksız olduğunu deneyimledik, yıkıntıların arasında sevdiklerimizi aradık, yardımlar yağdırdık, o günlerde gelen ve bir daha gitmeyen yeni vergilere “dayanışacağız tabii ki vereceğiz” diye tamam dedik. Kamu kaynaklarının yetmediği yerlerde AKUT gibi örgütlerin yanı sıra, o güne kadar hiçbir deneyimi olmayan insanlar devreye girdi ve ellerinden geleni yaptılar. Kimi yardımların dağıtımında gönüllülük yaptı, kimi depremden sağ çıkanların maddi manevi ihtiyaçlarını karşılamak için çalıştı. 99 depreminin ardından 2011 Erciş Van depreminde, en son Elazığ depreminde de sivil toplum örgütleri ve gönüllüler sahadaydı. Erciş depreminde KHK ile kapatılan Gündem Çocuk Derneği gönüllüleri aylarca çocuklarla çalıştı, depremden etkilenen çocuklarının normal yaşama güçlenerek geçmelerine katkı verdiler. En son Elazığ depreminde sahaya koşan sivil toplum örgütleri devlet kurumları ile bir araya gelerek “Sivil Toplum Kuruluşları Afet Koordinasyon Platformu”nu kurdular. Birbirinden çok farklı alanlarda çalışan bu örgütlerin bu platformu kurmaktaki ana derdi, deprem sonrasında yapılacak çalışmalarda sivil toplum ve devlet kuruluşları arasında ve sivil alanda koordinasyonu sağlayabilmekti. Çünkü hepimiz biliyoruz ki depremin hemen ardından oluşabilecek karmaşanın önüne geçerek depremzedelerin ihtiyaçlarını karşılamak en büyük gereksinimlerden biri.
İster alt alta koyun toplamına bakın ister her birinin tekil olarak değerlendirmesini yapın, sonuç hep aynı. İhtiyaç olduğunda aktivistler hep orada. Durum buyken neden sivil toplum olarak istediğimiz değişim neden tam olarak gerçekleşmiyor? Neden hala daha örgütlü toplum olmamızı sağlayacak sayıda ve nitelikte insana erişmekte güçlük çekiyoruz? Bu sorunun Türkiye’nin siyasi geçmişinden kaynaklı, etkileri Türkiye’nin demokratikleşmesini rehin alan meşru yanıtları var, bu koşulları rakamlarla görünür kılan analizler mevcut. Tüm bu koşullara rağmen, sivil toplumun etkisinin artması için bir şeyler yapmak mümkün mü?
Depremden hareketle kendime bu soruyu sorunca aklıma ilk Mahalle Afet Gönüllüleri Vakfı ve tabii ki uzun yıllar boyunca buraya emek veren Şeyda Sever geldi. Kısa bir ön bilgilendirme; Mahalle Afet Gönüllüleri Vakfı 1999 depreminden sonra kuruldu, deprem bölgelerinde yaşayan mahallelileri deprem olmadan önce örgütlemek gerektiğini savundu. Vakıf ne yazık ki şu anda yok ama kurulmasına öncülük ettiği dernekler illerdeki çalışmalarına devam ediyorlar. Arkadaşı olmaktan gurur duyduğum Şeyda ise, önce 1999 depreminde arama kurtarma ve yardım dağıtma çalışmalarında gönüllülük yaptı. Depremden sonra da çalışmaya devam etti, depremin neden olduğu travmanın etkilerini azaltmak için çocuklarla çalıştı. Erciş depremi olduğunda artık Mahalle Afet Gönüllüleri Vakfı vardı o zaman da arama kurtarma ve yardım dağıtımında aktif çalıştı. İnsanları örgütleyerek deprem öncesinde nelerin yapılabileceğine dair insanları harekete geçirmeye çalıştı.
Var olan ihtiyaç ve sağlanan fayda ortadayken ne oluyor da oluyor ve istediğimiz örgütlenmeyi tam olarak elde edemiyoruz? Konunun bir bileni olarak Şeyda’ya bu soruyu sorduğumda yanıtı çok netti. “Uluslararası kuruluşlar ve fon sağlayıcılar deprem öncesi çalışmalara, deprem sonrasında yapılanlardan daha az albenili ve az görünür olduğundan kaynak vermek istemiyorlar.” İyi de o zaman insanlar yaşamlarını hatta canlarını bu kadar etkileyecek bir girişimi kendileri destekleyebilir, bütçeleri neye elverirse. “Ama zaten örgütlü değiliz, insanlar bu tür işleri yapanlara mahallenin biraz daha farklı olan, daha “çıkıntı” tiplerinin yaptığını düşünüyor.” Olsun aktivist olmak demek yüksek oranda “çıkıntılığı” da gerektirir. Ama bu insanlar diğer insanlara ulaşamıyor, dertlerini anlatamıyorlar. Konuşmamız boyunca sorular ve yanıtlar döngüsel bir halde devam etti. Çıkış yok. Halbuki sivil toplum çalışmalarında hepimizin konuştuğu hazır reçeteye bakarsak, ihtiyaç var, fayda var, canla başla çalışanlar var ama istediğimiz sonuç yok. Un, şeker, yağ var, helva da yapıyoruz ama helvanın tadı tam da istediğimiz gibi değil.
Türkiye sivil toplumu için, tabanı örgütleyememek en bilindik ve eski sorunlardan biri. Ancak buna alışık olmayan ülkelerde de benzer tartışmalar bir süredir devam ediyor. Eskiden mahalle düzeyinde örgütlenen ve katılım gösteren “topluluklara” dahil olan insanlar artık geri duruyorlar. Geçenlerde denk geldiğim bir yazıda insanların bugüne kadar toplulukları yönetenler tarafından hizmet edilmeye alıştıklarını, beğenmediklerinde basıp gittiklerini ve katılımcı olarak değil “eş-üretici” olarak orada olduklarında durumun değişebileceğini anlatıyordu. Bana göre eş-üretici gibi bir tanımlamayla amaçlanan, topluluğa katkı verenlerin sorumluluk alarak güçlenmelerine fırsat sunmak. Yani isimleri farklılaştırsak da topluluğu harekete geçiren dinamik hala daha aynı, insanların süreçte sorumluluk alarak harekete geçmeleri ve tüm bu süreçte güçlenmeleri. Buradaki güçlenme kelimesinin İngilizce karşılığı empowerment ve İngilizce sözlükte de “istediğini yapmak için özgürlük ve güç kazanma süreci ya da olabilecekleri kontrol edebilmek” olarak tanımlanmış. Bizdeki güç kelimesi aslında kelimenin hakkını vermiyor. Gündelik hayatta karşılığı olmayınca kelime de türemiyor.
Güçlendirmenin yolu yordamına ilişkin çok kapsamlı kaynaklar, türlü çeşit öneriler var ama bırakın ülkeler arasındaki farklılıkları aynı ülkedeki iki durum için bile farklı yöntem ve araçlar düşünmek şart. Dolayısıyla belki bakış açısını değiştirerek soruyu topluluk oluşturmak için nasıl örgütlenmeyelim diye değil de ne yaparsam insanları daha güçlü kılabilirim diye sormak gerekiyor. Çünkü vatandaşlar güçlendikçe hem kendileri hem de başkaları için harekete geçiyorlar, kelimenin de söylediği gibi istediklerini yapmak için özgürlük ve güç kazanıyorlar. Aktivistleri en ihtiyaç duyulan zamanlardan biri olan depremlerde harekete geçiren de bu güçlü olma hali zaten.
Şeyda’yla konuşmamızın bir noktasında durdu ve şöyle dedi: “Ebru, tüm bu çalışmalarda beni en çok mutlu eden ve tatmin olduğum anlar hangileriydi biliyor musun? Eğitim sonucunda harekete geçen ve bugüne kadar yapmadığı şeyleri yapmaya başlayan kadınların yüzündeki ifade.”
Bizi yolda tutan yüz ifadeleri hiç azalmasın, hep artsın.
Fotoğraf: Helena Lopes
Bizi Takip Edin