”Yoksulluk İnsan Hakları İhlalidir”
Şişli Belediyesi Meclis Üyesi Hacer Foggo, Türkiye'nin insan hakları alanında geriye gittiği ve yolsuzluk algısının artmasıyla ilgili farklı uluslararası raporları değerlendirirken, "Yolsuzluk yoksullaştırıyorsa, yoksulluk da insan hakları ihlalidir bana göre. Bu durumda, demokrasi geriler, Demokrasinin gerilemesi demek aynı zamanda ifade özgürlüğünün ve eğitimin de gerilemesi anlamına gelir ki, bu da çocuklarımızın geleceğinin yok edilmesi demektir." dedi.
The Economist 2019 Demokrasi Endeksi’ne göre, Türkiye demokraside geriledi. Şeffaflık Örgütü 2019 Yolsuzluk Algı Endeksi’ne göre, Türkiye 91’inci sıraya düştü. Yine, çeşitli raporlarda Türkiye’de insan haklarında da geriledi. Bu tabloyu, eski bir gazeteci ve aktivist olarak, siz nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu sorunuzu yoksulluk üzerinden cevaplayabilirim. Çünkü yolsuzluk olmasa, yoksulluk yok denecek kadar az olur. “Türkiye’de Gelir Eşitsizliği ve Yoksulluk” raporuna göre, 16 milyon kişi yoksul, 18 milyon kişi ise yoksulluk riski ile karşı karşıya. Rapora göre Türkiye’de en zengin ile en yoksul arasındaki gelir eşitsizliği 8.7 katını buldu.
Bu rakamların altında yatan ana neden yolsuzluktur, bana göre. Bu yolsuzluk dediğimiz şey sadece “rüşvet” alıp vermek anlamında değil, eşit haklardan yararlanamama nedenidir ayrıca. Eskiden “rüşvet” alanlar basına düşerdi. Şimdi geçmişten bugüne, yolsuzlukla ilgili algımız değişti. Yani herkesin “yolsuzluk” tanımı farklı bana göre…
Ormanın, denizin yanında bir kamu arazisine “acele kamulaştırma” kararı verip el koymak yasaldır ama bu kamu arazisi gerçekten kamu hizmeti için mi yapılıyor yoksa birilerini zengin etmek için mi yapılıyor? Tartışılması gereken asıl konu bu.
Yolsuzluğu sadece belli bir kesime yönelik söylemek doğru değil; siz bunun yasal zeminini açtığınızda, bunu iş edinenlerle başlayan ama sonrasında solda siyaset yapan bir takım insanların da bu yasal zeminleri kullandığını, bunlarla ilgili baskı oluşturmaya çalıştıklarını izliyoruz. Yani bu alanda mücadele etmek hiç de kolay değil, “her şey yasal” çünkü… Sizi, bu mücadelede yalnızlaştıracak kadar yasal…
Dolayısıyla, bu tür durumların meşru olduğu bir yerde “insan hakları”ndan da söz etmek mümkün değil, çünkü insan haklarına yönelik her şey meşru zemin üzerinde yapılıyor. Sarı basın kartlarının bir gece de iptal edilmesinden, hiçbir suç kanıtı bulunmayan insanların cezaevlerinde olmasına kadar, her şey meşru, her şey yasal. Bu “meşru”durumda, sizin işkence ya da yolsuzluk diye baktığınız hiçbir şey yolsuzluk değil, işkence değil… Biz serap görüyoruz, çünkü çıplak kralın etrafı “sağ”dan,“sol”dan bu meşru zeminin nimetleri ile refaha erişmiş insanlarla dolu. Yani, zor bir alan.
Bu tespitlerin, toplumdaki yansımalarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Türkiye’de geniş kesimlerin “demokrasinin gerilemesi, yolsuzluğun artması, insan hak ihlallerinde yükselme” sizce toplumun büyük kesiminin öncelikli sorunlar arasında yer alıyor mu?
Hepimizin öncelikli sorunu yolsuzluk olmalı… Yolsuzluk yoksullaştırıyorsa, yoksulluk da insan hakları ihlalidir bana göre. Bu durumda, demokrasi geriler, demokrasinin gerilemesi demek aynı zamanda ifade özgürlüğünün ve eğitimin de gerilemesi anlamına gelir ki, bu da çocuklarımızın geleceğinin yok edilmesi demektir.
“Sınıfsızlar Sınıfı: Geleceği Olmayan Kesim”
“Sınıfsızlar sınıfı” kavramını kullanarak tanımladığınız kesim için, demokrasi kavramı ne ifade ediyor sizce? Demokrasi ile yoksulluk arasındaki bağı nasıl ifade edersiniz?
“Sınıfsızlar sınıfı” kavramı bana ait bir kavram değil, Selçuk Salih Caydı hocanın kullandığı bir kavramdı. Benim de çalıştığım alana oturduğu için, bu ifadeyi kullanmıştım. Yani bir sınıfa ait olmayanlar, geçici işlerde çalışanlar, güvencesizler, gelecekleri olmayan bir kesim. Sınıf atlaması zor bir kesim ; açlık sınırının da altında, derin yoksulluk yaşayanlar. Demokrasinin olduğu yerde sosyal adalet varsa, sosyal adaletin olduğu bir ülkede birinci konu yoksulluk olmalı ve eşitsizliğin olduğu her alanda mücadele edilmesi gerekir. Yani yoksulluk nedeni ile erişilemeyen her alanda eğitimde, istihdamda barınma ve sağlıkta.
Şişli Belediye Meclis üyesiniz, siyasete yerel ve ulusal düzeyde yaklaşımınız nedir?
Gazeteci olarak “haber” yaptığım insanların gerçek hayatlarında bir değişim yaratamadığımı görmek beni rahatsız etti ve bu nedenle sivil topluma geçtim. Ben sivil toplum alanında 15 yılı aşkın sahada kent yoksulluğu ve özelde Türkiye’nin birçok bölgesinde Roman mahallelerinde çalıştım; yani sınıf olarak ve özellikle sosyal dışlanmayla birlikte derin yoksulluk yaşayan gruplarla. Şimdi kent yoksulluğu ile ilgili bu çabalarımı, gönüllü olarak hem Şişli Belediyesi’nde hem de İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nde sürdürmeye devam ediyorum.
İnanıyorum ki, Türkiye’nin en büyük sorunu hatta şimdi dünyaya baktığınızda da en önemli sorun yoksulluk. 15 yıl sahada aktivist olarak çalışan biri olarak, abartmıyorum, bununla övünmüyorum ama binlerce insanın hayatında, özellikle çocukların hayatında bir değişim, bir farkındalık yarattığıma inanıyorum. Ama onlarla çalışırken onların kültürlerini, yaşam biçimlerini değiştirmek için değil, eşitsizliği gidermek için çabaladım. Çalıştığım mahallelerde bir çocuğun ihtiyacının karşılanmasından ziyade, eşit haklara ulaşabilmesi, hak temelli bir anlayışla yoksulluğun azaltılması yönünde çabasını gösterdim.
Yani bir nimet, karşılıklı biat ve itaat anlayışıyla değil, hakkını arayan ve hesap sorabilen bir topluluğu yaratma anlayışı ile mahallelerde çalışmalarımı sürdürdüm. Birçok yoksul mahallede çocuklar ve kadınların kolay erişebilecekleri merkezlerin açılmasına öncülük ettim, annelerin sokağa çıkıp sosyal hayata katılmaları için çaba gösterdim. Bu çabayı gösterirken, ilgili kamu kurumlarını (bakanlıkları, belediyeleri, kaymakamlıkları, muhtarları) yoksullukla ilgili “ihtiyaç sahibi” kişiler yaklaşımıyla değil, hak temelli anlayışla hareket etmeleri için zorladım.
Kamu ile ilişkimde, eşitsizliği yaratan aktörün kamu kurumları olması durumunda, kamu gücü karşısında hakları ihlal edilenlerin yanında durdum. Hiçbir zaman bu ilişki biçiminden taviz vermedim, şu anda da vermiyorum.
Ancak şunu vurgulamak çok önemli: kamu, yoksulluk ile mücadele politikası üretmez ise sivil toplum örgütleri ne yaparsa yapsın, bu alanda gerçek bir dönüşüm sağlanamaz. Dahası, sivil toplum alanı da maalesef devlet politikaları ile yaptırımlarla daraltılmaya başlandı. Kamu, sivil toplumu ötelemeye başladı.
Türkiye’de sivil toplum ve STK’ların çalışmaları hakkında değerlendirmeniz nedir? Sizce Türkiye’de sivil toplum ne ölçüde başarılı?
Sivil toplum şu anda, az önce bahsettiğim gibi, her alanda tıkanmış durumda. Siyasi olarak tıkamanın yanı sıra, sadece raporlar üreten bir hale geldi. Yayınlanan bu raporların sonuçlarının sahada uygulanabilir hale gelmesi neredeyse imkânsız. Birçok sivil toplum örgütü kapandı. Bunun yanı sıra, sivil toplum çalıştay ve toplantılar dışına çıkamamış durumda. Bu, bütün sivil toplum için geçerli olmasa da, uluslararası alanda da böyle. Türkiye’de bakanlıklarla protokolü olan uluslararası kuruluşlar da aynı durumda; çocuk ve yoksulluk alanında çalışanlar, devletin ilgili bakanlıklarına sosyal politikalar anlamında elle tutulur bir şey önermiyor. Yoksulluk, korkunç bir biçimde büyüyor ama bizler salon toplantıları dışına çıkamadık henüz.
Henüz sokaktaki insanın dilini bilmeyen ama yoksulluk araştırmaları yapan ve raporlar yazanlar, bu yoksulluğu hak temelli bir anlayıştan çıkartıp, kişisel duruma indirgiyor. Örneğin, Roman çocuklarla ilgili okul devamsızlığı üzerine yazılmış bir raporda, çocukların okula gitmeme nedeni “ yanlış arkadaş seçimine” indirgiyor. Neye göre, kime göre yanlış arkadaş? Başta da söylediğim gibi, biz eğer soruna hak temelli bakmaz isek, her sorunu bireyin davranışlarına bağlarız. Yani çocuğun “yanlış” arkadaş seçimi değil, okulda yaşadığı ayrımcılık, ya da tek odalı evlerde yaşaması, gıdaya erişememesidir önemli olan.
Artan işsizlik rakamlarına ve yoksulluğa sivil toplum nasıl katkı sunabilir?
Sosyal bir devletin en önemli ortağı sivil toplumdur. Ama maalesef sivil toplum her alanda kodlanan ve ayrımcılığa uğrayan bir topluluk haline geldi. Sivil toplumun yapması gereken tek şey hangi alanda çalışıyorsa çalışsın, devlet kurumlarına bir partinin kurumu olmadıklarını, her nerede iseler bu kamu kurumlarının orada yaşayanlara eşit hizmet için var olduklarını anımsatmaları gerekir.
Türkiye, Roman Hakları Forumu (ROMFO) ile ilgili faaliyetlerinizden de bahseder misiniz? Roman ve diğer dezavantajlı grupların haklarında bir iyileşme olduğu söylenebilir mi?
2012 yılında Roman Hakları Forumu’nun (ROMFO) oluşumu için tüm Roman temsilcilerine çağrıda bulundum ve bir araya gelmelerini sağladım. 2014 yılına dek, 80’i aşkın dernekle bir arada durmayı başardık. ROMFO, ilk Roman Strateji Eylem Planı’nın ortaya çıkmasına ve Stratejinin Resmi Gazetede yayınlamasına vesile olanlardan biri oldu. Aynı zamanda 90 yıllık bir tabuyu yıkarak, CHP’den bir Roman milletvekili çıkarmayı başardık. Sonrasında her alanda olduğu gibi kutuplaşmalar oldu. ROMFO da doğal olarak ayrılmalara ve yeni grupların oluşmasına neden oldu. Bu da doğal bir süreç çünkü Romanların örgütlenme tarihi son on yılda başladı. Buna rağmen, bu alanda çalışma yapan yüzlerce dernek var şimdi. Her ne kadar ayrı görüş ve siyasallaşma içinde olsalar da, her Roman temsilcisinin hedefinin, Roman toplumunun eşit haklara ulaşabilmesi olduğuna inanıyorum.
“Domlar, Mülteciler İçinde En Yoksul ve En Fazla Ayrımcılığa Uğrayanlar”
Türkiye’de yaşayan mültecilere ilişkin bir çalışmanız var mı?
Mültecilere ilişkin yaptığım çalışma Suriye’den gelen Roman, Dom ve Abdal gruplara yönelik oldu. 2016 yılında Kalkınma Atölyesi’nin organize etmesi ile Kemal Vural Tarlan’la birlikte yaptığımız araştırmada, Suriyeli Abdal ve Domlar’ın göçmenler içerisinde en yoksul ve en fazla ayrımcılığa uğrayan kesim olduğunu gördüm. Öyle ki mülteci kampları da dahil, kendi mezhep ve inançları nedeniyle kalamadıklarına ve ayrımcılığa uğradıklarına tanık oldum. Bu nedenle İstanbul’da yoğun olarak yaşadıkları Cibali’de sokakta mendil satan, su satan çocukların yoğun olduğu bir mahallede hiçbir yerden bütçe desteği almadan, bankadan kredi çekerek çocuklara yönelik “Bulut Ev” adlı bir merkez kiraladım. Gönüllü arkadaşlarımızla, yedi ay yaklaşık 50 çocuğa eğitim verdik. Maalesef sonrasında, devletin mültecilerle çalışan sivil toplum örgütlerine getirdiği kısıtlamalar, genelgeler nedeni ile bu merkezi kapattık. Bu arada, Harbiye’de kurucusu olduğum ve sosyo-ekonomik olarak risk altındaki çocuklar için okul sonrası sosyal etkinlikler düzenlediğimiz Çimenev dört yıldır sürüyor. Şimdi Çimenev Şişli Belediyesi ile yapılan protokolle örnek bir mahalle evi modeli oldu.
Diğer sivil aktörlere ne önerirsiniz?
Önereceğim tek şey sahaya inmeleri; sahadaki değişim için yerel kamu kurumlarını zorlamaları…
Bizi Takip Edin