Tostoraman Ekonominin Karşısındaki Akıllı Fareler
Eğer sivil toplum gelir adaletini sağlayacak, fırsat eşitliğini güçlendirecek yeni bir ekonomiyi gündemine alacaksa, ekonomide yönetişimi tartışarak günümüz insanının ihtiyaç ve taleplerini karşılayacak şekilde kurumların yapılandırılması için öneriler oluşturmak iyi bir başlangıç noktası olabilir.
2018 yaz aylarıydı sanırım. Döviz kuru birdenbire arttığında, analistler televizyonlardan ve sosyal medyadan Swap işlemleri gibi lafları etmeye başladığında Türkiye’de Google’da en çok aranan kelime Swap olmuştu. Öğrenmek önemli tabii ama çok teknik bir finansal terimi bilmek, hele de olan olduktan sonra pek bir şey ifade etmeyebiliyor. Döviz kurlarındaki artış da dahil olmak üzere ne zaman ekonomiyi anlamaya çalışsam, ekonomiden anlayan bir arkadaşıma sorular soruyorum. İlkokul çocuğuna anlatır gibi tane tane, kolay anlaşılır yanıtlar vermesini rica ediyorum. Başka konularda sabırlı olmasa bile, uzmanlık alanında bana peygamber sabrı göstererek tek tek anlatıyor. Onunla yaptığım konuşmalardan ve dinmez bir çabayla yaptığım okumalardan sonra vardığım nokta şu: Ekonomi eğer meşhur çocuk kitabındaki “Tostoraman*” ise, bu düzen içinde bizlere düşen rol de aynı hikayedeki akıllı fındık faresi olmak. Tek tek bireyler olarak akıllı fare gibi yolumuzu çizip, Tostoraman’ın midesine inmekten kendimizi kurtarabiliriz. Ancak var olan durum bireysel çabanın yanı sıra örgütlü bir çabanın da gerekli olduğunu söylüyor bize. Neden mi?
Ekonomik göstergeler ortaya koyuyor ki gelir adaletsizliği gün geçtikçe artıyor, yani son dönemde de sık sık duyduğumuz gibi, zengin daha zengin olurken, artık sadece zenginle fakir arasındaki makas değil, neo liberal politikaların refah vaadinin göbeğinde olan orta sınıfla zengin arasındaki makas da açılıyor. Bizler anne babalarımız kadar çalışsak bile onlar kadar alım gücümüz yok, tasarruf yapma kapasitemiz daha kısıtlı. Gelir adaletsizliği ile kol kola ilerleyen fırsat eşitliğinin zayıflaması ve artan işsizlik oranları herkesten çok gençleri etkiliyor. Üniversiteden mezun olunca iş bulma endişesinin üstüne ödenmesi gereken kredi borçları eklenince gençlerin ümitvar olmasını beklemek çok da adil değil. Son dönemde dünyanın farklı ülkelerinde süregiden protestolara bakıldığında, o ülkenin kendine özgü olan meselelerinin yanı sıra hemen hemen hepsinin ortak özelliği artan bir biçimde hissedilen gelir adaletsizliğine karşı duyulan kızgınlık. Kısacası, birçok ülkede farklı toplumsal sınıfları doğrudan etkileyen bir durumla karşı karşıyayız. Örgütlü çabayı gerektiren nedenlerden biri bu küresel ve tüm sınıfları yatay kesen durum.
Diğer mesele ise iklim krizi. Tam da bu yazıyı yazarken, okyanuslardaki deniz suyu ısısının bugüne kadarki en yüksek değerde ölçüldüğü haberi geldi. Deniz suyunun ısınması yeryüzünün ne denli hızla ısındığının bir göstergesi olması açısından önemli. Peki bu ne anlama geliyor ve ekonomi ile ilişkisi ne? Şöyle ki deniz suyunun ısınması kuraklık, sel, son aylarda Avustralya’da çıkan türden yangınlar ve deniz seviyesinin gitgide yükselmesi demek. Gerekli önlemler alınmaması halinde, tüm bu doğal felaketlerin ekonomiye etkisini iklim krizini reddedenler de dahil olmak üzere hepimiz ne yazık ki deneyimleyeceğiz. Bu nedenle artık, her ne pahasına olursa olsun büyüme yaklaşımından, yeşil büyüme, döngüsel ekonomi, yeşil ekonomi gibi kavramları ve bunları hayata geçirecek önerileri önceleyen yaklaşımlar bir süredir var. Bu yaklaşımların ve kişi başına düşen gelir ve milli gelir refahı tek başına açıklamak için yeterli değil, yeni göstergeler oluşturmak lazım tartışmalarının sonucunda insani gelişme endeksleri oluşturuldu. Ancak refahı tariflemek için, halen daha Gayri Safi Yurt İçi Hasıla (GSYİH) gibi göstergeler bu endekslerden daha yaygın olarak kullanılıyor. Tüm bunlara rağmen yenilikçi girişimler de mevcut. Örneğin Yeni Zelanda’nın kadın başbakanı Jacinda Ardern geçtiğimiz Mayıs ayında Davos’ta düzenlenen Dünya Ekonomi Zirvesi’nde dünyadaki ilk “iyi olma hali bütçesini” (well being budget) yapacağını açıkladı. Başbakan konuşmasında refahın ölçümü için artık sadece GSYİH değerlerine bakılmayacağını, toplumun “iyi olma halinin” önemli bir gösterge olacağını ve bütçenin de bunlar göz önüne alınarak yapılacağını söyledi. Bir örnek vermek gerekirse, Yeni Zelanda tüm dünyada en yüksek genç intiharı oranlarına sahip olan ülkelerden biri. Bununla mücadele etmek için bütçede akıl sağlığı üzerine hatırı sayılır bir bütçe ayrılmış ve ülkenin Hazine Bakanı “bu konu artık sağlık politikalarımızın çeperinde yer alan bir mesele değil” diye açıklama yapmış. Elbette süreç kusursuz değil ve bir grup iktisatçı göstergelerin somut olmadığı şeklinde uyarılar da yapıyorlar. Amma velakin, bir birey olarak benim ve gezegenin iyi olma halini düşünen ve bunun üzerinden tartışma başlatan hükümetlerin olması – ben o ülkenin vatandaşı olmasam dahi – umudumu güçlendiriyor.
Bazı düşünce kuruluşlarını, meslek örgütlenmelerini ve iş çevrelerini temsil eden örgütleri bir kenara bırakacak olursak, sivil toplum örgütleri sadece Türkiye’de değil tüm dünyada genel olarak ekonomi meseleleri üzerine çok da fazla bir şey demiyor, söz üretmiyor. Gelir adaleti ve fırsat eşitliği açısından bakılsa dahi ekonomi alanı haylice uzak ve hep başka mahallenin oyun alanı gibi düşünülüyor. Halbuki taban örgütleri açısından her iki hak alanı da kitlelere erişmek ve harekete geçirmek açısından önemli bir fırsatı barındırıyor çünkü son dönemde yapılan tüm kamuoyu araştırmaları “adaletin” tüm toplumsal kesimlerin en yaygın talebi olduğunu ortaya koyuyor. Araştırmalardan bize ulaşan veriler adalet dendiğinde tam olarak ne kastediliyor anlatmasa dahi, bu talebin ekonomi ile ya da gençlerin talepleri ile bağını kurmak mümkün. Benzer bir biçimde sivil toplumun ülke bütçesine yeni bir yaklaşımı ve refah seviyesinin ölçümünde çeşitli göstergeler kullanımını talep etmesi de olası. Tam da bu noktada sadece sivil toplumu değil, ülke olarak hepimizi esir alan “bizim ihtiyaçlarımız ve önceliklerimiz farklı” “Yeni Zelanda nere, Türkiye nere” gibi yaklaşımlara yüz vermemek gerek. Gerçekçiliği aşan bu karamsarlık ve alaycılık, sivil toplum kararlılığı ve dinamizmine ters düşüyor. İyi olma hali, yeryüzündeki tüm canlıların en temel haklarından biri ve işlemeyen kurumların ve yöntemlerin insafına bırakılmayacak kadar da kıymetli.
Eğer sivil toplum gelir adaletini sağlayacak, fırsat eşitliğini güçlendirecek yeni bir ekonomiyi gündemine alacaksa, ekonomide yönetişimi tartışarak günümüz insanının ihtiyaç ve taleplerini karşılayacak şekilde kurumların yapılandırılması için öneriler oluşturmak iyi bir başlangıç noktası olabilir. Bu türden bir başlangıç noktasının benimsenmesi durumunda politika yapıcılar doğru adres olmakla birlikte, haklı talepleri olan toplumun farklı kesimleri ile bağlantıya geçmemek, onları daha iyi anlayarak birlikte hareket etmemek örgütlü bir toplumu sağlamak için bir fırsatı tepmek olduğu kadar sivil toplumun asli görevlerinden birini yerine getirmekte geriye düşmesine de neden olacaktır.
Altı yaşındaki oğlum Çınar’a yazının başındaki hikayeyi ilk okuduğumuzda bir fındık faresinin devi alt edecek becerisinin olup olmadığını hiç sorgulamadı. Daha çok Tostoraman’ın şahane tasvir edilmiş çirkinliği, fare ile olan konuşmaları ve Tostoraman’ın fareyi nasıl da yiyemediği ile ilgilendi. Galiba bakış açısı değiştiğinde zor olan mümkün oluyor.
* Kitabın orijinal adı Gruffalo. Yakın zamanda İş Bankası Yayınları’ndan Yayazula adıyla basıldı. Kitaptaki çirkin dev karakterinin adı Gruffalo yeni baskıda Yayazula olarak çevrilmiş. Ben bunun yerine ilk çevirideki Tostoraman’ı kullanmayı tercih ettim. Kısaca öykü şöyle; ormandaki çeşitli canlılar, haylice çirkin ve korkutucu bir canlı olan Tostoraman’ı fareye tasvir ederler. Fare karşılaştığında Tostoraman’ı hemen tanır. Anlatılanlar ve aklı sayesinde Tostoraman’ın midesine inmekten kurtulur.
Bizi Takip Edin