Sivil Toplum İçin Yeni Prelüd
Sivil toplum, karmaşıklaşan sorunlara çözüm getiren bir deus ex machina (tanrı makinası) olmadığına göre yaşanan sorunlar karşısında yerine getirebileceği işlevlerin sınırlı olduğunu baştan kabul etmek gerekir. Bu sınırlılık ile sivil toplumun giderek ortadan kalkması ve günümüzde gözlemlendiği gibi sermaye sınıfının çıkarlarını gözeterek örgütlenmesi siyasal bir sorundur. Bugün bazı ülkelerde ortaya çıkan sosyal hareketler, demokrasinin geri çekilişinin ve sosyal devletlerin ortadan kalkmasına yönelik bir tepki olduğu kadar sivil toplumun gerilemesinin de bir sonucu olarak yorumlanabilir.
Bir süredir sosyal hareketlerin yeni bir evresine girildiği ve neo-liberalizmin neden olduğu sosyal yıkımla hesaplaşmak isteyen kitlelerin ayaklanmasından bahsediliyor. Burada birkaç mesele üzerinde durmak gerekiyor. Bunlardan ilki devletlerin niteliksel dönüşümü ve işlevlerinin değişimiyle birlikte ortaya çıkan yeni durumun özelliklerinin tespit edilmesidir.
Sosyalist bloğun çözülmesiyle birlikte kapitalist üretim biçiminin egemenliğini ilan etmesi ve önce tek kutuplu dünya söylemlerinin daha sonra da medeniyet savaşları adı altındaki siyasal değerlendirmelerin dolaşıma girmesi, neo-liberal ekonomi politikalarının gerçekleşmesi için gerekli olan sosyo-politik iklimin bir parçasıydı.
Devletler kamusal iktisadi yatırımları özel sermaye gruplarına devrederek toplumla arasındaki bağı gevşetirken sosyal örgütlenme ağları biçim değiştirdi ve başta emek örgütlenmeleri olmak üzere her türden kolektif ilişki ağı çözüldü. Böylece kişilerle sermaye sınıfı arasında herhangi bir geçiş bölgesi, ara katman ya da katalizör kalmadı ve kişiler sermaye sınıfının çoklu tahakkümüne maruz kaldı.
Bu süreç özgürlük gibi meta anlatılarla gelişen ve söylem malzemesi olarak bireysel becerileri, beşeri sermayeyi, kişisel özellikleri ön plana çıkardı. Sürekli kendine yatırım yapan, kendini bir ürüne dönüştüren, becerilerini geliştirmek zorunda kalan kişiler, aynı zamanda emek sürecinin esnekleşmesiyle her an ve her yerde ulaşılabilir, çalıştırılabilir, güvencesiz emekçi yığınlara dönüştürüldü. Bütün bu gelişmelerin özgürlükçülük olarak satılması ve kolaylıkla alıcılarını bulmasını kolaylaştıran şeylerin başında devletler geliyor.
Yaklaşık 40 yıldır yaşanan neo-liberal deneyimin gösterdiği şey, örgütsüzlüğün ve kendi çıkarlarını örgütleyemeyen kalabalıkların yığınlaşmasından başka bir şey değildir. Özellikle devlet gibi total bir aygıt karşısında kendini taleplerini dile getiremeyen, kendi çıkarlarını koruyamayan ve gittikçe yalnızlaşan, dahası örgütlenmeyi kendi çıkarları için tehdit olarak kabul eden toplumların sivilleşmesi, sivil inisiyatif kullanabilmesi, itiraz etmesi ve kendi çıkarları egemen sınıfın çıkarlarından ayrıştırması kolay değil.
Sivil toplum kavrayışını özel yaşam, mülkiyet hakkı, ifade ve örgütlenme özgürlüğü, yasa önünde eşitlik ilkesi, sosyal haklardan faydalanma hakkı gibi ilkeler düzeyine indirgeyen her açıklama girişiminin klasik liberalizme ait dogmalar üzerinden sivil toplumu tasarladığı öne sürülebilir. Bu liberalizmin ortadan kalktığı, yıkıcı ve ezici bir süreç olarak neo-liberalizmin gittikçe yapısallaştığı bir dönemde sivil topluma ilişkin kavrayışın nasıl olacağı, hangi ilkeler üzerinden tartışılacağı ve demokrasi ilkesinin neo-liberal dönemde karşılık geldiği anlamın ne olduğu soruları, gittikçe yükselen itiraz hareketlerinin motivasyonlarını anlamak için de gereklidir.
Küresel bir ara dönemde değiliz. Sağ-popülist dalganın geçici bir uğrağında da yer almıyoruz. Sınıf mücadelesinin tam ortasındayız. İklim krizi, derinleşen ve genişleyen yoksulluk, yoğunlaşan gelir eşitsizliği, güvencesizlik, eğitim, sağlık, güvenlik, adalet gibi kamusal hizmetlerden mahrumiyet ve benzeri koşullar altında yaşamaya razı olmayanların devletlere yönelen öfkesinin siyasal bir karşılığı olsa da buna süreklilik kazandıracak ve bunun gelişmesini sağlayacak olan sivil toplum ortaya çıkmadığı sürece kimin kazanacağı belli değil mi?
Bizi Takip Edin