Kim Demiş Sivil Toplum Siyaset Konuşmaz Diye?
O bildiriyi yazmamız, imzalamamız, bir basın açıklaması yoluyla duyurmamız; tüm bunlar, ders kitaplarında örnek olarak verilebilecek, en hasından ‘sivil toplum faaliyetleriydi.’
Tam oturmuş, Sivil Sayfalar için “diyalog” temalı bir yazı yazmaya başlamak üzereydim ki, telefonum çaldı. Eşim arıyordu. Kahkaha dolu bir sesle müjdeyi verdi: “Murat! Beraat etmişsin!”
Daha önce AYM’nin barış akademisyenleri kararı ile ilgili olarak yazdığım yazıda bahsetmiştim: ‘Bu Suça Ortak Olmayacağız’ başlıklı bildiriyi imzalayan 2 bini aşkın akademisyenden biri de benim. Hani konu ile ilgili her yeni gelişme olduğunda medyada çıkan haberlere eşlik eden bir takip fotoğrafı var ya (bilirsiniz canım, hani bazı gazetelerde arkasına ‘hendeklerin’ fotoşoplandığı o meşhur fotoğraftan bahsediyorum), işte o fotoğrafın tam ortasında, ellerine önüne kavuşturmuş, mahçup bir ifadeyle kameraya bakan, gözlüklü sakallı kişi benim.
O fotoğraf çekildiği sırada ülkenin güney doğusunda sokağa çıkma yasaklarının, şehir çatışmalarının sürdüğü, aralarında kadın ve çocuklarında bulunduğu sivil ölümlerinin yaşandığı bir şiddet ortamı hüküm sürüyordu. Biz de o gün açıkladığımız bildirimizle, devlete hukuk çerçevesindeki görevlerini anımsatmış, güneydoğuda hüküm süren şiddet ortamında devletin adını kullanarak suç işleyenlerin tespit edilerek cezalandırması için yine devleti göreve davet etmiş ve şiddete değil, diyaloğa dayalı bir çözümün benimsenmesi yolundaki görüşümüzü dile getirmiştik. Ne var ki bizim bu ‘barış ve diyalog yanlısı’ çıkışımızdan devletin üst makamları pek haz etmemişlerdi.
Velhasıl, o bildiriye imza koyan diğer meslektaşlarım gibi, benim hakkımda da açılmış bir ağır ceza davası vardı ve kendisi de aynı suçtan yargılanıp hüküm giymiş ama hükmün açıklanması geri bırakılmış eşimin verdiği beraat ‘müjdesi’ de o dava ile ilgiliydi. AYM kararının hayrını ben de görmüştüm.
Keşke size haberi ilk duyduğum andaki hissiyatımın sevinç, rahatlama, ülkemde adalet mekanizmalarının işlediğini görmüş olmanın verdiği iç huzuru filan olduğunu söyleyebilseydim. Ama kimseye yalan borcum yok, aklımdan geçen ilk düşünce şu oldu: ‘Önce bildirideki imzasının arkasında duran hemen herkese dava açıldı, bana açılmadı, neden açılmadı anlamadım. Sonra, bana da dava açıldı, aradan üç sene geçmişken neden açıldı anlamadım. Dava açıldıktan sonra yargılama durduruldu, neden durduruldu anlamadım. Şimdi de, hiç haberim yokken beraat etmişim. Arkadaş, insan bu kadar mı kendi hayatının öznesi olamaz?!’
Gerçekten de bu garip süreçte, benim kendi irademle aldığım ve uyguladığım tek karar, barış ve diyalog talep eden o bildiriye imza atmaktı ki bu kararımdan ne o gün, ne bugün zerre pişmanlık duymadım. Ama tüm bu süreçte, imza atmam dışındaki hemen her şey benim dışımda yaşanmıştı.
Sonra “zaten ne bekliyordum ki,” dedim kendi kendime, “insanın kendisini kendi hayatının öznesi olarak hissetmesi ancak insan haklarına dayalı bir hukuk düzeninin eksiksiz işlediği demokratik ülkelerde sahip olunabilecek bir beklenti, zira ancak böyle ülkelerde siyasal iktidarlar bunun koşullarını oluşturmakla mükellef kılınabilirler. Türkiye’yi ise, bırakın insanların kendi hayatlarının öznesi olabilmeleri için gerekli koşulları oluşturmayı, tam aksine, yargı, yasama ve yürütme erklerini tek bir makamın uhdesinde birleştirmiş, insanları kendisine ve sadece kendisine tabi kılmaya çalışan, bu amaçla polisi, savcılıkları, hatta mahkemeleri ve yargı süreçlerini sopa olarak kullanan bir siyasal iktidar yönetiyor. Böyle ülkelerde insanlar, ancak siyasal iktidar tarafından düşman olarak kodlanıp, hedef alınmayı göze alabildikleri ölçüde teba olmaktan çıkıp, özne olabilirler.”
Bilmiyorum okuyucularımın arasında ‘tüm bunları bize neden anlatıyorsun? Siyaset yapacaksan git, başka yerde yaz! Sivil toplumla ne alakası var, bu anlattıklarının?’ diye soracak olan var mıdır? Hiç sanmıyorum ama, hadi olabileceğini varsayıp, bu sorunun muhayyel sahibine dilim döndüğünce bir yanıt vereyim.
Çok alakası var: Bir defa, biz imzacı akademisyenler ‘sivil’ yurttaşlardık (hala da öyleyiz), bu sıfatımızla, gönüllü olarak bir araya gelip, yaşadığımız coğrafyada, hepimizi ilgilendiren yakıcı bir sorun konusunda ortak bir söz, ortak bir talep oluşturmuş ve bu sözümüzü, hem devletin yetkili makamlarına, hem de aynı toplumsal çatı altında birlikte yaşadığımız diğer vatandaşlara, yani kamuoyuna, bir basın açıklaması vasıtasıyla duyurmuştuk. Bunu yaparken hiç birimiz gizemli ‘bir üst akıldan’ emir almamış, hepimiz kendi özgür aklımızın ve kendi özgür vicdanımızın sesine kulak verip bu ‘söze’ kendi özgür irademizle, gönüllü olarak ortak olmuştuk. Bizi birbirimize bağlayan şey hepimizin takipçisi ya da destekçisi olduğumuz bir siyasal hareket, bir örgüt, bir parti filan değil, sadece ve sadece vicdani kanaatlerimiz (ve mesleklerimiz) arasındaki bu ortaklaşmaydı. Evet, büyük ekonomik kaynaklara erişimi olan bir vakfımız, vilayetten izinle kurulmuş bir derneğimiz yoktu, ama bir araya gelmemiz, o bildiriyi yazmamız, imzalamamız, bir basın açıklaması yoluyla duyurmamız; tüm bunlar, ders kitaplarında örnek olarak verilebilecek, en hasından ‘sivil toplum faaliyetleriydi.’
Ve evet, o bildiride birlikte yaşamanın koşullarının oluşturulmasına yönelik, barış ve diyalogdan yana bazı önerilerimizi dile getirmiş, bu önerilerimizi de kamusal alanda, hem devletin yetkili makamlarına, hem de diğer vatandaşlara duyurmuştuk; bu anlamda sözümüz siyasiydi. Ama kim demiş sivil toplum siyaset konuşamaz diye? Yoksa siz sivil toplumu sadece hayır derneklerinden müteşekkil bir şey mi sanıyorsunuz?
Bizi Takip Edin