Çıplak Hayatlar 2
Yontma taş devri, cilalı taş devri, tunç devri... Hisse devri! İnsanın dünya üzerindeki varlığını bir taşı oyarak kanıtlamasıyla başlayan sürecin vardığı nokta. Madalyonun bir yüzünde dünyaya yön veren şirketlerin hisselerinin ağırlığı, diğer yüzünde insanın bu dünyadaki yaşama dair hisselerini bir başka zamana devrettiği gerçeği...
Şirketlerin iktidara ortak olduğu bir dönemi, sahiplerine konuşma ve işlerine köstek olanları susturma erki bağışlayan hisseleriyle tanımlamak yanlış olmasa gerek. Bu bağlamda bir kez daha umarsızca öldürülebilen fakat kurban edilemeyen kitleler üzerinden kendini var eden egemenin otoritesini şirketlerle paylaştığına dikkat çekmeyi amaçlayacağım. İlk yazıda Rusya Devleti’ne ait olan Rosatom’u değerlendirmiştik. Bu yazıda ise Fukuşima Nükleer Felaketi’nin müsebbibi özel işletme Tokyo Elektrik Şirketi (TEPCO) ile Japon hükümetinin marifetlerini (!) ele alacağım. Zira gerek Rosatom gerekse TEPCO yasal ve idari imkanlarla kurulmuş olan neoliberal imparatorluk açısından tatminkar olduğu kadar da vaatkar sayılan hükümetlerin paydaşından yana sınırları aşındırmasına iki mühim örnek.
Nükleer felaketler insanın beş duyusuyla değil ancak, ölçüm cihazlarının yardımıyla etki düzeyi tespit edilebilen tehlike ve risklere haiz olması bakımından siyasi iktidarın izin verdiği ölçüde korunmaya elvermesi nedeniyle yaşamın kontrolünün ne denli siyasi iktidarların elinde olduğunu net şekilde ortaya koyar. Nukleer risklerle tehlikeler zaman ve uzam üzerindeki hareketliliklerinden kaynaklanan şekilde etki ve şiddeti ölçüsünde mağdurlar açısından bitmeyecek bir kavganın fitilini ateşler. Ne var ki, en çok bu kavganın denge unsuru olması gereken yargının niteliğini yitirmesiyle toplumsal üşüme başlar. Nitekim Japonya’da 8,5 yıl önce meydana gelen 9 şiddetindeki deprem ve peşi sıra oluşan tsunaminin tetiklemesiyle üç reaktörde hasıl olan tam erime dolayısıyla yaşananlar kralın çıplaklığından ziyade toplumsal boyuttaki “çıplak hayatlar”a işaret etmektedir.
Fukuşima Nükleer Felaketi nedeniyle evlerini, yaşam alanlarını bir anda dönmemecesine terk eden, buna rağmen zararları tazmin edilmeyen insanların haklarını aramak için bir araya gelerek Hidanren adı altında açtığı davaların kaybedildiği 19 Eylül 2019 günü bu açıdan tarihe not düşüldü. Zira şiddetli bir depremin 8,5 yıl önceki yükseklikte bir tsunami oluşturacağı için tsunami duvarının yükseltilmesi gerektiği fakat maliyetli olacağı için vazgeçildiği yer almaktaydı. Böylece 5700 mağdurun zararlarının tazmininin yan sıra Nükleer Felaketin meydana gelmesini önleme potansiyellerini kullanmamış olmaları nedeniyle Tokyo Elektrik Şirketi (TEPCO) yetkilileri ne karşı profesyonel ihmalkarlık gösterdikleri gerekçesiyle açılmış olan davalar beraatle sonuçlandı.
Hidanren davaları sivil toplumun bir nükleer felaket halinde neoliberal sistem içindeki hak arayışının imkansızlıklar içinde neredeyse yaratıcılık gerektirdiğini göstermesi açısından önemli. Nitekim yaşanan herhangi bir mağduriyetin nükleer felaket kaynaklı olduğunun ispatlanması son derece zorken, yargılanan TEPCO yöneticilerinin nükleer felaket başladıktan sonraki tahliyeler esnasında yaşamını yitiren 44 kişinin katili olduğu saptaması bana göre tarihi bir atılım niteliğinde çok zihin açıcı bir tespitti..
Bugünden geçmişe doğru bakınca nükleer felaketin başlamasına çanak tutan olaylarla sonrasında yaşananların Fukuşima Daiichi Nükleer Santrali’nin yöneticilerinin davadan beraat etmesinden kopuk olmadığı aşikar. Diğer bir deyişle nükleer süreçlerin düzgün denetlenebilmesine olanak tanıyan bir yapı ve zihniyet olsaydı ya da nükleer felaket halinde tahliye edilmesi gereken 20- 30 kilometre yarıçaplı alandaki bölge sakinleri tahliye edilseydi mahkemede pekala doğal ve adil bir yargılama ihtimalinden bahsedilebilirdi. Nükleer güç söz konusu olduğunda şirketle toplumu koruması gereken devletin şirketle arasındaki ilişki bu kadar geçirgen olmasaydı insanlar izleyen süreçte evlerine dönmeye ve radyoakif bölgede yaşamak zorunda bırakılmayabilirdi… Özetle demek istediğim nükleer felaketin kendine de radyoaktif olduğu ve neoliberal sistemin açmazlarıyla sistemik sorunlarını bir röntgen cihazı timsali net bir şekilde gösterebildiğidir.
Maalesef Fukuşima Nükleer Santral Tesisi’nde silolarda depolanan radyoaktif suyun denize boşaltılmak istenmesi de bu örneklere uzak değil. Fukuşima Daaiichi Nükleer Santarali’nin üç reaktöründe meydana gelen tam erimenin her gün yüzlerce ton suyla soğutulmayı gerektirmesi, bu suyun dünya kamuoyunun gözü önünde denize boşaltılamaması ve silolarda depolanmasıyla nihayetlenmekte. Hatta soğutma suyuna ek olarak her gün dağlardan akıp gelen 100 ton suyun da reaktör binasının içine girmesi nedeniyle bu miktar hızla artmakta. Her ne kadar buzdan duvar projesiyle 400 milyon dolar harcanarak su miktarı 500 ton’dan 300 ton’a düşürülmüşse de radyoaktif suyun depolanmasına devam edilmek zorunda. Ne var ki silolarda biriktirilerek toplam miktarı 1 milyon 200 tona ulaşan radyoaktif su ilave silo konacak yer kalmadığı ve depolama çok maliyetli olduğu için denize boşaltılmak isteniyor. Esasen yetkililer iki yıldır silo konacak yer kalmadığı için radyoaktif suyu denize boşaltmak amacıyla yasa gereği balıkçılardan alması gereken izni almaya uğraşıyordu.
Balıkçıların ve sivil toplum örgütlerinin engellemesi sayesinde eko yıkımın önüne geçildigi anlaşılıyor ki bugün mesele dünya kamuoyuna mal olmuş bulunuyor. Zira bugüne dek radyoaktif suyun içinde yalnızca trityum radyoaktif izotopunun olması bile yeterince sorun teşkil ederken TEPCO’ya ait raporlarda ALPS arıtma sisteminin düzgün çalışmadığı dolayısıyla etki süresi onlarca yıla uzanan kanser ve türevi hastalıklara yol açabilecek başka izotopların olduğu öğrenilmiş durumda. Şüphesiz biriktirilen radyoaktif suyun denize boşaltılma ihtimali komsu ulkeleri de ilgilendirmekte. Japonya ile yakın coğrafyayı paylaşan Güney Kore açısından huzursuzluk yaratan bu açıklamaların karşılığı Tokyo 2020 Olimpiyat Oyunları’na katılacak olan G.Kore ekibinin kendi yiyeceklerini beraberlerinde götürme kararı alması oldu. Diğer taraftan G.Kore’nin Tokyo’da yapılcak radyoaktif Olimpiyat Oyunlarından tümüyle çıkması daha iyi bir cevap da olabilirdi.
Fukuşima bölgesinde ancak acil durum koşullarında geçerli olabilecek şekilde radyasyon sınır dozları standart değerlerin 20 kat üstünde tutulması olağanlaşmıştır.. Tazminatlarının kesilmesi için evlerinde yaşamak üzere geri çağrılanlar ise dönmeleri halinde bugünden yarına bir başka nükleer felaket olmadıkça evlerinden tekrar ayrılacak değil. Yani binlerce kişi hükümetin yeniden yerleşimi salık verdiği yerlere ömürlük hayatlarını geçirmek için dönecek… 1 yılda 20 milisievert radyasyon alınmasıyla 10 yılın sonunda alınan radyasyon dozu kümülatif manada 200 milisievert olacak. Nükleer santralde çalışan işçiler için sınır dozu ve çalışmayı bırakma sınırı 5 yıl için 100 milisievertken evlerine dönen yetişkinler en az 10 yılda bu dozdan fazlasını alıyor olacak. Çocuklar ise özellikle kız çocuklarının aynı doz radyasyondan yetişkinlere göre iki kat daha fazla etkilendiğini göz önüne alırsak Sağlıklı bir yaşam istemese yeridir.
Başa dönersek, kapitalist sistemin neoliberal ilişkilerle yeniden form tuttuğu, tüm köşeleri kaptığı sistemde adil yargıya dair bir beklenti içinde olmak iyice anlaşılmıştır ki abesle iştigal! Yalnızca gelişmekte olan ülkelerde de değil artık dünya genelinde bir neoliberal imparatorluktan ve onun hisseleri uğruna soyduğu hayatlardan bahsedebiliriz. İşte bu nedenle “iklimi değil sistemi değiştirelim dediğimiz gibi gerek nükleer politikayı üreten sistemle gerekse çatı örgütleriyle küresel olarak, farklı ülkelerde benzer sesleri çıkarmak ve seslerimizi birbirine katmak suretiyle mücadele etmeli.
Bizi Takip Edin