Bir Paradigma Olarak Halkların Gıda Egemenliği Mücadelesi
Gıda egemenliği mücadelesi, gıda gündeminin son günlerde öne çıkan konu başlıklarından biri haline geldi. Gıdanın üretilme, dağıtılma ve tüketilme biçimlerinde ortaya çıkan adaletsizliklere karşı ortaya çıkan bu mücadeleyi, Uluslararası Sosyal Çalışmalar Enstitüsü Politik Ekoloji bölümünde doktora öğrencisi olarak Türkiye’de tarımın dönüşümü ve çiftçi örgütlenmeleri üzerine çalışan Umut Kocagöz ile konuştuk.
Son zamanlarda adını daha çok duymaya başladığımız “Gıda Egemenliği” nasıl bir mücadele biçimi? Halkların Gıda Egemenliği mücadelesi demek daha mı doğru?
Gıda Egemenliği’ni bir paradigma olarak ele almak daha doğru olacaktır. Bu paradigma ekseninde, farklı mücadele biçimleri söz konusu. Tarlada, yerel tohumla, ekolojik yöntemlerle gıda üreten çiftçi, bir gıda topluluğu yahut tüketim kooperatifi gönüllüsü, mecliste köylü hakları yahut sağlıklı gıda için mücadele veren bir mebus da bu hareketin bir parçası olabilir. Yani bu paradigmayı, işçi ve köylü emekçi kesimlerinin bir toplumsal hareketi olarak düşünmek daha doğru.
Peki bu paradigma neyi tarif ediyor? Bu hareket, neyi amaçlıyor? Çok genel hatlarıyla söyleyecek olursak, toplumların kendi gıda sistemlerine karar verme hakkı. Bu bir sınır koymak anlamına geliyor. Bir toplum olarak, şirketlerin, küresel tekellerin, parayı yöneten kurumsal yapıların gıdamız üzerinde egemenlik kurmasına çekilen bir sınır. Halkın kendi kendisini yönetmesinin bir parçası.
Bu açıdan zaten “halkların gıda egemenliği” mevzu bahis. Şirketlerin gıda üzerinde egemenlik kurmasına karşı direnen, tohumuna sahip çıkan, yasalara rağmen ekolojik tarım yapan, sertifika almayan, marketlerden değil ekolojik ve adil ürün satışı yapan kolektiflerden alışveriş yapan herkes bu sürecin bir parçası.
Gıda egemenliği, ekolojik tarım ile, yerel üretim-dağıtım-paylaşım sistemleri ile, üreticilerin haklarının korunması ile, gıda politikalarının kamucu bir çerçevede yapılması ile doğrudan alakalı.
Konuyla ilgili olarak önemli bulduğunuz güncel mevzular nelerdir?
Bir anektod anlatmak isterim. Türkiye tarımı herkesin artık çok net bildiği üzere çökmüş durumda. Bu çöküş karşısında hala başka türlü bir tarımın mümkün olduğunu gösterenler var. Biz 2 bin metrede, mera statüsündeki yaylamızda hayvancılık ve bostancılık yapıyoruz. Yılların tarım, kırsal kalkınma, enerji ve turizm politikaları yüzünden bölgede hayvancılık yapan aile neredeyse yok. Dolayısıyla, ineklerin ve keçilerin yeterli otlayabileceği alanlar fazlasıyla mevcut. Bostanı korumak için etrafına çit koyduk. Bir gün, resmi giyinimli kişiler yaylamıza geldiler. İl tarım müdürlüğünde görevliler. Uydudan bu bostanı tespit etmişler. Bize, çitlemenin yasak olduğunu ve kaldırmamız gerektiğini söylediler. İnsanın aklı almıyor, tabi. Bu olay bize şöyle bir tablo çiziyor:
Birincisi, Türkiye’de tarım çökmüşken ve doğa ile dost, ekolojik tarım çok sınırlı sayıda çiftçi tarafından yapılırken, Tarım Bakanlığı’na bağlı birimler işleri güçleri yokmuş gibi köylünün ekmeği ile oynuyor. Halbuki, FAO’nun rakamları dahi dünya çapında gıda üretiminin %70’inin küçük çiftçiler tarafından yapıldığını gösteriyor. Gıda egemenliğine bağlı olarak bugün Türkiye’de en temel meselemiz, sağlıklı ve besleyici, aynı zamanda ekolojik ve adil gıda üretilmesi sorunu. Buna yönelik teşvik edici bir politika olmadığı gibi, anekdotta da işaret etmek istediğim gibi, köstek edici bir tutum var.
İkincisi, mevzu bahis küçük çiftçi ile kocaman-tekelleşmiş tarım-gıda şirketleri aynı mevzuata göre değerlendiriliyor. Çiftçiye, ya şirket ol, ya da yok ol, deniliyor. Bunun en güncel örneğini çok yakın bir zamanda tohum yasasında yapılan düzenlemede gördük. Çiftçilere illaki sertifikalı tohum kullanacaksınız, diyorlar. Tarımın, gıdanın temelinde yatan tohumun patentlenmesi, toprağın şirketler lehine el değiştirmesi en önemli sorunlarımızdan biri.
Her inisiyatif, oluşum, dernek veya platform, kendi meşrebince, kendi hitap ettiği tabana, toplumsal kesime, ve elbette kendi maddi-somut gerçekliğine bağlı olarak bir pratik inşa etmeye çalışıyor. Bunlar zaman zaman birlikte hareket etmeyi de mümkün kılıyor. Ama derli toplu ve bütünlüklü bir işbirliğinden henüz söz edemeyiz.
Üçüncüsü, yine yayladan devam edelim. Yaylalarda hayvancılığın daha çok teşvik edilmesi gerekiyor. Mevcut enerji, maden, yol vb. “yatırım” projeleri, tarımı, çiftçiyi, köylüyü doğrudan etkiliyor. Bu da “gıda” başlığındaki her şeyi etkiliyor. Özünde bunlar “hafriyat projeleridir”. Türkiye’nin son 15 yılında bu projelerin ne kadar ciddi bir tahribat yarattığını gördük. En güncel örneği ise Kaz Dağları’ndaki altın projesi, Munzur Dağları’nın maden sahası ilan edilmesi, Kaçkarlar’da “yeşil yol” adı altında yapılan projedir.
Dördüncüsü, yerel seçimleri yeni geçtik. Birçok yerel yönetimin gıda konusunda çeşitli planlamalar yaptığını görüyoruz. Bu çok olumlu. Gıda egemenliği, gıda sisteminin yerelleşmesini önerir. Bunun için yerel yönetimlerin demokratikleşmesi, katılımcı bir yapı kurması esastır. Bu katılımcı yapılar inşa edilebilirse, önümüzdeki dönemde Türkiye’de gıda konusunda ciddi bir dönüşüm yaşanabilir. Yayla örneğine dönecek olursak, yaylacılık yapanlar yaylalarını kendileri yönetmek istiyor. Uydudan bakıp gözleri rant görenlerin işlerine karışmalarını istemiyor.
Bu konuyla ilgili farklı alanlardan gelip ortak çalışan, işbirliği içinde olan platformlar var mı?
Türkiye’de gıda egemenliğine dair çeşitli hareketler uzun zamandır var aslında. Ancak muhtemelen en görünür dönem 2000’lerde tarımsal yapı ve tüketim zincirlerindeki dönüşüme istinaden yapılan birtakım işbirlikleri, platformlaşmalar, eylemler ile açığa çıkıyor. GDO meselesi çok önemli; GDO karşıtı platform bu konuda önemli bir deneyim. Çiftçilerin sendikalaşma girişimi var. Ürün bazlı sendikalar 2008’de konfederasyon altında bir araya geliyor. Gıda egemenliği fikrinin temellerini atan uluslararası Nyeleni Gıda Egemenliği hareketinin düzenlediği çeşitli forumlar var. Örneğin en son Romanya’da yapılan Avrupa Nyeleni Gıda Egemenliği Forumu’na Türkiye’den 30’un üzerinde delege katıldı. Yine, İstanbul’da Gıda Toplulukları Çalıştayı oluyor. Buraya ciddi sayıda topluluk ve katılımcı geliyor.
Dayanışma temelli örgütlenmelerin yer aldığı, benim bildiğim İstanbul, İzmir ve Ankara’da buluşmalar gerçekleşiyor. Bu buluşmalarda, birlikte neler yapılabileceği konuşuluyor. Buğday Derneği yakın zamanda bir ağ kurma girişimi içerisinde. Örnekler çoğaltılabilir muhtemelen, atladıklarım ve bilmediklerim var. Ama genel bir ifade olarak şu söylenebilir: Her inisiyatif, oluşum, dernek veya platform, kendi meşrebince, kendi hitap ettiği tabana, toplumsal kesime, ve elbette kendi maddi-somut gerçekliğine bağlı olarak bir pratik inşa etmeye çalışıyor. Bunlar zaman zaman birlikte hareket etmeyi de mümkün kılıyor. Ama derli toplu ve bütünlüklü bir işbirliğinden henüz söz edemeyiz.
Türkiye’de bu mücadele hangi seviyede?
Benim gözlemime göre mücadelenin seyri 4 ana hatta yoğunlaşıyor. Birincisi, ciddi bir dezenformasyon var ve buna karşı, bir tür “karşı-bilgi” üretimi söz konusu. Bu konuda bir birikim azımsanamayacak düzeyde ortaya çıktı. Ama, toplumsallaşması konusunda sorunlar var. Bilginin üretilip yaygınlaştırılacağı kurumsallıklar inşa edilebilmiş durumda değil. İkincisi, saldırıya karşı koruma politikası. Bu, tohum da olabilir, mevcutta işleyen bir kamu kurumu da, bir üretim kültürü de. Saldırılar güçlü olduğu için, kısmi başarılar haricinde burada ciddi yara alındığı söylenebilir.
Üçüncüsü, gündelik hayatta gıda egemenliğini hayata geçirme, inşa etme süreci. Ekolojik tarım yapan çiftçi de, tüketim kooperatifi de buna örnek. Bu yeni gelişen ve mücadelenin en görünür olduğu alan.
Sadece İstanbul’da, gıda egemenliği düşüncesini tam olarak sahiplenmese yahut hayata geçiremese de, tüketim kooperatifleri ve gıda toplulukları sayısı 30’u aştı sanıyorum. Bu sayı birkaç sene önce 5-10 civarındaydı. Çok hızlı bir artış söz konusu.
Dördüncüsü ise, yasa yapımı ve yerel yönetimler süreçlerine dahiliyet. Burada da, yerel yönetim ekseninde gelişmeler olsa da merkezi politika süreçlerinde gıda egemenliği hareketinin ciddi eksiklikler taşıdığını söyleyebiliriz.
Gıda egemenliği konusu “herkes elini taşın altına koymalı” konusu. Fındık üreticilerinin bir toplantı davetinde Yunus Emre’den alıntıyla söylediği gibi, “birleşirsek tok oluruz, bölünürsek yok oluruz”. Ben gerçekten meseleyi bu basitlikte görüyorum. Gıda egemenliği mücadelesi, gıdaya sahip çıkmak kadar toplumun demokratikleşmesi sorunu. Dolayısıyla, katılımcı yapılar geliştirmek çok önemli bir ayağı. Daha iyi örgütler kurmak zorundayız.
Sivil toplum kuruluşları konuyla ilgili neler yapıyor?
Çoğunlukla farkındalık arttırıcı çalışmalar oluyor. Örneğin Buğday Derneği’nin şu anda yürüttüğü “zehirsiz sofralar” çalışması bu açıdan kayda değer. Aynı zamanda, gündelik hayatta gıda egemenliğini hayata geçirmeye yönelik yine Buğday Derneği öncülüğünde çalışmalar yapıldı. TaTuTa, Ekolojik Pazar’lar, bu türden faaliyetler. Ekoloji Kolektifi Derneği’nin örneğin yaptığı yayın çalışmaları, çalıştay ve toplantılar söz konusu. Tek bir yapma modelinden söz edemeyiz; biraz farklı ihtiyaçlar ve öncelikler üzerinden sürece dair çalışmalar söz konusu.
Peki mücadele nasıl iyileştirilebilir?
En bariz olan şey, daha fazla kişinin mücadele içerisinde yer alması gerekliliği. Yapılacak çok iş var ve ne yazık ki totalde çok az kişi bu işleri organize etmeye çalışıyor. Gıda egemenliği konusu “herkes elini taşın altına koymalı” konusu. Fındık üreticilerinin bir toplantı davetinde Yunus Emre’den alıntıyla söylediği gibi, “birleşirsek tok oluruz, bölünürsek yok oluruz”. Ben gerçekten meseleyi bu basitlikte görüyorum. Gıda egemenliği mücadelesi, gıdaya sahip çıkmak kadar toplumun demokratikleşmesi sorunu. Dolayısıyla, katılımcı yapılar geliştirmek çok önemli bir ayağı. Daha iyi örgütler kurmak zorundayız. Katılımcılığın yanında, örgütsel devamlılık, bilgi-birikim aktarımı, verimli karar alma mekanizmaları, beraber uygulama ve işbölümü mekanizmaları gelişmek zorunda.
Demokratik yapıyı örgüt içerisinde de inşa etmek ve buna mecbur olduğumuzu bilmek gerekiyor. Beraber çalışmaya yatkın olmak. Herkes, “sorunu ben çözerim” biçiminde olaya yaklaşırsa kimse bir arpa boyu yol alamaz. Dolayısıyla, işbirlikleri kurmak, yeni dayanışma biçimleri üretmek zorundayız. Toplumsallaşmak. Küçük topluluklarımız olarak kalamayız. Bunları çoğaltmak, toplumun kılcal damarlarına nüfuz etmek zorundayız. Dolayısıyla, yüzümüzü farklı kesimlere temas edebilecek türde, yaygınlaşmacı bir örgütlenme perspektifine çevirmeli, inisiyatifleri önünü açmalı, desteklemeli, özerk ilişkiler geliştirerek toplumsallaşabilmeliyiz. Gıda egemenliği gerçek bir toplumsal hareket olma potansiyeli taşıyor. Yerel yönetimlere etki eden, merkezi politikalara müdahale eden; alternatif bir program inşa eden bir hareket, çok güçlü olacak ve karar hakkını kullanmada belirleyici hale gelecektir.
Bizi Takip Edin