Hem Geç, Hem Güç: AYM’nin Barış Akademisyenleri Kararı
Anayasa Mahkemesi'nin bu kararı, ülkemizde bir süreden beri fiilen askıya alınmış durumdaki hukukun üstünlüğü ilkesinin yeniden işlerlik kazanması, içinde yaşadığımız kutuplaşma döngüsünün kırılması, ülkenin birbirleriyle göz göze bakamaz hale getirilmiş kesimleri arasında, farklılıklarla bir arada yaşama yönünde ortak bir iradenin yeniden filizlenebilmesi için atılmış, geç ama doğru bir adım olarak görülebilir mi?
Bugün sohbetimize ‘biz hangi konuda ayrıştığımız için, birbirimizle göz göze bakamaz hale geldik?’ sorusuna yanıt arayarak başlamak niyetindeydim. Ama araya Anayasa Mahkemesi’nin Barış Akademisyenleri ile ilgili verdiği hak ihlali kararı girdi ve Sivil Sayfalar’a yazdığım ikinci yazımı sıcağı sıcağına bu konuya ayırmamın daha doğru olacağını düşündüm. Aslında bunu yaparak içinde yaşadığımız kutuplaşma döngüsüne odaklanma sözü verdiğim bu yazıların ana doğrultusundan çok da sapmış olacağımı düşünmüyorum. Zira hem bu kararın alınış biçimi, hem ana akım medyanın söz konusu haberi verirken kullandığı saldırgan dil, hem de bazı üniversite yönetimlerinin bu karara gösterdikleri ‘yerli ve milli’ tepki, içinde yaşadığımız kutuplaşma sürecine örnek teşkil eder nitelikteler.
Önce konuyu bir hatırlayalım: 2016 yılının Ocak ayında, ülkenin Güneydoğusu’nda, Cizre’de, Diyarbakır Sur’da, sokağa çıkma yasaklarının, şehir çatışmalarının sürdüğü, aralarında kadın ve çocuklarında bulunduğu sivil ölümlerinin yaşandığı bir şiddet ortamında, profesör, doçent, yardımcı doçent, doktor, araştırma görevlisi ve doktora öğrencisi ünvanlı, aralarında benim de bulunduğum, sayıları 2000’i aşan bir grup akademisyen “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı bir bildiri yayınlamıştık. Söz konusu bildiri, içinde bazılarına biraz köşeli gelen ifadeler barındırsa da, esasen ülkede varolan şiddet ortamına son verilmesi çağrısı yapan, devlete hukuk çerçevesindeki görevlerini anımsatan ve devletin adını kullanarak suç işleyenlerin tespit edilerek cezalandırması için yine devleti göreve davet eden, barışçı bir metindi.
Ne var ki devletin en üst makamları devletin, bir hukuk devletinin asli görevini yapmaya, yani hukuk içerisinde hareket etmeye davet edilmesini, devlete hakaret olarak değerlendirdiler. Şiddetsizlik çağrısı yapan barış bildirimizi, terör propagandası yapmakla suçladılar. Bildiriyi imzalayan akademisyenler, iktidara yakın medya organlarında isimleriyle, resimleriyle hedef gösterildiler. Mafya liderleri imzacı akademisyenleri kanlarını dökmekle tehdit etti. Ve nihayet, iktidar yanlısı köşe yazarları hükmü verdiler, cezayı kestiler: söz konusu ‘hain’ akademisyenler sivil ölüme mahkum edilmeliydi. İşsiz, aşsız, itibarsız bırakılmalıydılar…
Sonuçta yüzlerce akademisyen, önce üniversite yönetimlerinin marifetiyle, daha sonra, 15 Temmuz darbe girişiminin ardından ilan edilen OHAL döneminde yayınlanan Kanun Hükmündeki Kararnamelerle (KHK) üniversitelerdeki görevlerinden çıkartıldılar. Bu durumun haksızlığını, hukuksuzluğunu dile getiren bir basın açıklaması yapan dört akademisyen tutuklanarak hapse atıldı. Bir kısmımız yurt dışına çıktık — kaçmak için değil, ekmeğimizi kendi ülkemizde kazanmamızın koşulları kalmadığı için. Yurt dışına çıkan bazılarımız, pasaportlarımız KHK’larla iptal edildiği için memlekete geri dönemedi. Yurt dışındaki üniversitelerden davet edilen bazılarımız da, yine pasaportları KHK’larla iptal edildiği için, ekmeklerini davet edildikleri üniversitelerde kazanma şansından mahrum bırakıldılar. Yaşadığı hukuksuzluğun ağırlığına tahammül edemeyen genç bir meslektaşımız, Mehmet Fatih Traş, kendi canına kıydı.
Ve hepimiz hakkında ağır ceza mahkemelerinde davalar açıldı. Hepimiz aynı bildiriyi imzalamıştık, ama terör propagandası suçundan bazılarımız 15 ay, bazılarımız 22 ay, bazılarımız 27 ay, bazılarımız 33 ay ceza aldık. 15 ay ceza alan arkadaşımız, siyaset bilimi profesörü Füsun Üstel, hakkında verilen hüküm kesinleştiği için hapse girdi, iki ay yattıktan sonra tahliye edildi. Bir arkadaşımız, matematik doçenti Tuna Altınel, yargılandığı mahkemede savunmasını verdikten sonra, önce yaşadığı ve çalıştığı ülke olan Fransa’ya geri dönmekten alıkonuldu, sonra da tutuklanarak hapse atıldı. Altınel bu yazı yayına girmeden iki gün evvel serbest bırakıldı. Bazılarımızın yargılaması sürüyor. Bazılarımızsa devlete hakaret suçunu düzenleyen TCY 301. maddeden yargılanmak üzere sıramızı bekliyoruz.
Bu süreçte çok azımız bildiriden imzamızı geri çektik. Aksine sayımız 1128’den 2112’ye yükseldi. Devletin en üst makamlarından, YÖK’ten, üniversite yönetimlerinden, savcılıklardan, mahkemelerden, OHAL koşullarından, bizleri halk düşmanı ilan eden iktidar yanlısı medyadan ve o medyanın karalama kampanyasına inanan toplum kesimlerinden kaynaklanan tüm baskılara, tüm tehditlere rağmen “pardon, o imzayı atmakla yanlış yapmışız” demedik, çoğumuz. Neden?
Kendi adıma, çok basit bir yanıtı var bu sorunun: Çünkü o bildiriye imza atmamın yanlış bir şey olduğunu düşünmüyorum. Tam aksine, bir hukuk devletini hukuk içinde kalmaya davet etmemin; sorunları silahla değil, diyalogla çözmeye çalışmanın daha doğru olduğunu söylememin; ülkeyi yakan, geren, etnik kimlikler ekseninde düşmanlık tohumları eken bir şiddet sarmalından çıkmak yönünde irade beyan etmemin anamın ak sütü gibi hakkım olan ifade özgürlüğümün kapsamında olduğunu biliyorum. Bildirimizin kamuoyu ile paylaşılmasının ardından devletin en üst makamlarının teşvikiyle bize karşı yürütülen — ve halen de yürütülmekte olan — linç kampanyası da, devleti hukuk içinde kalmaya davet ederek ne kadar isabetli bir iş yapmış olduğumuzu, bu davetin hala ne kadar geçerli olduğunu kanıtlayan, onlarca, yüzlerce örnekten biri olmaktan öte bir anlam taşımıyor bence.
Ve tabii, tüm bunları dile getirmemin, bir hakkın kullanımı olmanın ötesinde, bana, bize, akademisyen veya değil, hepimize düşen bir yurttaşlık görevi olduğuna da inanıyorum. Ülkemiz, Anayasasının ikinci maddesinde yazan “insan haklarına saygılı, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti” olmanın gereklerini ancak, savaş yerine barışı, silah yerine diyaloğu, tek seslilik yerine çoğulluğu, gerilim yerine uzlaşmayı yüksek sesle ve cesaretle savunan yurttaşların sayısının artmasıyla yerine getirebilir kanaatindeyim. Zira ancak çoğulcu, eşitlikçi, barışçı, diyaloğu ve akılcı tartışmayı özendiren değerlerden müteşekkil bir demokratik siyaset zemininde buluşabildiğimiz ölçüde, etnik, vicdani ve ideolojik farklılıklarımızla birlikte, barış içinde bir arada yaşayabileceğimizi düşünüyorum. Ve ancak böylesi bir siyaset zeminde buluşabildiğimiz ölçüde, son yıllarda içinde yaşadığımız kutuplaşma ve otoriterleşme döngüsünü kırmak yönünde adımlar atabileceğimizi…
Şimdi Anayasa Mahkemesi (AYM) sözü geçen bildiriye imza attığımız için yargılanmamızın bir “hak ihlali” olduğuna karar verdi. Bizim en başından beri bildiğimiz, savunmalarımızda, yazılarımızda dile getirdiğimiz bir hukuki gerçeği teyit etti. Sanki teyit edilmesi gerekli, hakkında karar alınması güç, karmaşık bir hukuk problemi varmış gibi! Sanki “‘insanlar ölmesin’ demenin, devlet adına suç işleyenlenlerin tespit edilerek cezalandırılması için, yine devleti göreve davet etmenin, anayasasında kendini “insan haklarına saygılı, demokratik bir hukuk devleti” olarak tanımlayan bir ülkede ifade özgürlüğü kapsamında görülmesi gerektiğini bilmek için, üç buçuk yıl, yüzlerce yargılama ve nihayet AYM genel kurulunun kararı gerekiyormuş gibi!
Peki anayasa Mahkemesi’nin bu kararı, ülkemizde bir süreden beri fiilen askıya alınmış durumdaki hukukun üstünlüğü ilkesinin yeniden işlerlik kazanması, içinde yaşadığımız kutuplaşma döngüsünün kırılması, ülkenin birbirleriyle göz göze bakamaz hale getirilmiş kesimleri arasında, farklılıklarla bir arada yaşama yönünde ortak bir iradenin yeniden filizlenebilmesi için atılmış, geç ama doğru bir adım olarak görülebilir mi?
Her ne kadar AYM’nin ihlal kararı için yazdığı gerekçe, ifade özgürlüğünün sınırlarını İskandinav demokrasilerini kıskandıracak genişlikte tanımlayan sarih ve güçlü bir hukuk metni niteliği taşısa da, ben bu soruya temkinli bir yanıt vermekten yanayım. Barış akademisyenlerinin yargılanmasının bir hak ihlali olarak görülmesinin hukuki bir zorunluluk olduğu bizzat AYM yargıçları tarafından, üstelik de üniversitelerde ifade özgürlüğü bahsinde okutulabilecek açıklıkta, ikna edici gerekçelerle anlatılmışken, kararın sekize sekiz eşitlikle ve mahkeme başkanı Zühtü Aslan’ın oyunun iki oy sayılması sayesinde kıl payı ihlal yönünde çıkmış olması, aksi yönde oy kullanan 8 üyenin yazdıkları iki paragraftan ibaret karşı oy yazısında ise “hak ihlali yoktur” yönündeki görüşün “devlete sadakat ilkesine” dayandırılmış olması, içinde yaşadığımız kutuplaşma sarmalına, AYM’nin de kapılmış olduğunu düşündürüyor.
Aynı şekilde iktidar yanlısı medyanın bu kararı en hafif ifadeyle “tartışmalı,” en ağır ifadeyle “skandal” olarak görmesi, bazı üniversite yönetimlerinin AYM kararını ve barış bildirisi imzacılarını kınayan açıklamalar yapmaları, öğretim üyelerini zorlayarak Malazgirt savaşına gönderme yapan ‘1071’ imzalı tepki metinleri yayınlamaları, AYM’nin verdiği ihlal kararının, kutuplaşmayı yumuşatan değil, ona örnek teşkil eden bir nitelik taşıdığı izlenimini veriyor.
Velhasıl, bu ülkede hukukun evrensel ilkeleriyle bile sınırlandırılmasına tahammülü olmayan tekçi ve mutlak bir devletçilik anlayışı dışındaki her türlü görüşün savunulmasını varoluşsal bir beka meselesi olarak gören ve sanki diğer görüşleri savunan insanlar da ‘yerli ve milli’ değillermiş gibi, ‘yerli ve milli’ tanımlamasını kendi inhisarında tutmaya çalışan siyasetçiler ve onları destekleyen toplum kesimleriyle, yıllardır yaşadığımız çatışmalardan, gerginliklerden, hukuksuzluklardan, adaletsizliklerden yorgun düşmüş, ama yine de farklılıklarıyla birlikte bir arada yaşayabilecekleri yönündeki umutlarını bir şekilde muhafaza etmeye çalışan toplum kesimleri arasındaki ayrışma, sanki bir kez de bu karar üzerinden yaşanacakmış gibi duruyor.
AYM’nin Barış Akademisyenleri ile ilgili verdiği hak ihlali kararı doğruydu, ama geç geldi. Umalım ki kararın okunması, anlaşılması, benimsenmesi ve gereğinin yerine getirilmesi sancılı ve güç olmasın.
Bizi Takip Edin