2 Temmuz Kınamaları Ve Amaları, Fakatları
Her yıl 2 Temmuz geldiğinde, 2 Temmuz anmalarının ve kınamalarının da etkisiyle, ümitsizleşirim. Aradan artık çok uzun yıllar geçti, ama ne Alevi nüfus, ne de bunu önemseyen diğer yurttaşlar bu travmayı atlamadı. Sanırım, bu travmanın atlatılamamasının önemli bir sebebi, yeniden bu tür vakaların yaşanabileceğine dair duyduğumuz kaygılar. Her yıl benzer içerikteki insaniyet mesajlarını paylaşmak ve okumak bu kaygıları tazeliyor.
En azından eskiye göre (örneğin 90’lı yıllara göre) 2 Temmuz kınama mesajlarının yoğunluğunun ve çeşitliliğin artmış olması iyi bir gelişme. 2 Temmuz’u hafızalarda sıcak tutmak ve toplum vicdanının bir yarası olarak hatırlatmak, yeni ve benzer olayları oluşturabilecek iklimleri değiştirmeye önemli bir katkı kanımca. Ancak mevcut anma ve kınamalar kaçaklarla ya da indirgemelerle hareket ettiğinde ve yıllar geçmesine karşın yüzeysel kalmaya devam ettikçe, yeterli etkiyi oluşturmuyor.
Yanıt aradığım sorular var: Anma ve kınamalar sırasında, hafızayı güncellerken, acı duyanların acılarını paylaşmakla beraber bir yüzleşme ikliminin gelişimini hedeflemek nasıl mümkün olabilir? Ümitsizliğin derinleşmesini değil, ümit aralıkları oluşması nasıl sağlanabilir? Örneğin toplumun farklı kesimlerince vicdan çağrıları yanıtlarına verilen olumlu tepkiler, Alevilerin taleplerinin tanınması ve diğer kesimlerle diyaloğunun geliştirilmesi ile nasıl ilişkilendirilebilir?. Başka bir çok soru var. Ben bu yazıda ise bu soruların yanıtlarından ziyade, bağlam içinde kalmaya çalışarak, sadece 2 Temmuz vasıtasıyla yapılan kınama mesajları üzerinde durmak istiyorum. Başta da belirttiğim üzere, anma ve kınama mesajlarının yaygınlaşmasını ve çeşitlenmesini takdirle karşılamak gerektiği düşüncesindeyim. Ancak, hem Alevilerin, hem onların acılarını en başından beri sahiplenen kesimlerin hem de onlara görece daha uzakta olanların tepkilerinde, bahsettiğim yüzleşmenin ve/veya diyaloğun önünde bloklar kurulmasına neden olabilecek mahiyetler olduğunu gözlemliyorum.
Bunlardan ilki konuya duyarlı İslami camiadan gelen mesajların bir kısmında gördüğüm bir husus. Onların 2 Temmuz’u kınamaları, o mahalleden olmayanların ya da doğrudan Alevilerin kınamalarından daha ağırlıklı bir değer taşıyor. Zira bunu yaparken kendi mahallelerindeki bir çok önyargılı bakışa rağmen hareket ediyorlar ve Alevilere önyargılı kesimlere seslerini duyurma ve etki oluşturma olasılıkları daha fazla. Birçoğunun tonunda samimiyeti ve protestoların İslam adına yapılmış olmasından/görünmesinden ve sonuçlarından duydukları mahcubiyet, sorumluluk ve vicdani yaralanmayı da hissetmek mümkün. Öte yandan bunu yaparken, bir konudaki ısrarlarını, karşı mahalleye bir jest yapan benzer birçok çabada olan amalı, fakatlı bir tutumu da eleştirmek isterim: bu da kınamalarının yanına “tahrik”, “provokasyon” ya da “karanlık güçler” vurgularını eklemeleri.
İlkin, bir çok kınamaya 2 Temmuz’da solcuların ve/ve veya katılımcıların halkı kışkırttıkları yargısı da bir hata payı olarak eşlik edebiliyor. Bu vurgulu iliştirmeye itirazım var. Öncelikle boyutu ne olursa olsun hiç bir şiddet eylemi, tahrik ve/veya provakasyon ile masumlaştırılmamalı. Özellikle de neyin provokasyon neyin ifade özgürlüğü olduğu konusundaki sınırı da belirlemenin zorlaştığı zamanlarda. Ayrıca biri beni provake ettiğinde, bu provokasyonun beni getirmek istediği yere gelmeme, gayrimeşru olan tercihlerde bulunmamak benim sorumluluğum olmalı. Tahrik ve provokasyon hoşgörülmelidir demiyorum elbette. Hatta kimi zaman bunu planlı, sistematik ve örgütlü olan biçimleri olduğunu bu ülkede neredeyse herkes bilir. Fakat kitlelerin bu planlı/plansız provokasyonlardan bu kadar kolay etkilenebilmesini ve sağduyularını kaybetmesini ve bu durumun yadırganmamasını sorun etmeliyiz. Öncesinde ya da sonrasında yapılan, “ama tahrik vardı/provokasyon vardı” açıklamaları, neredeyse uygulanan şiddetin de önüne geçebiliyor ve işlenen suçun hoş görülmesine, hatta sempati ile karşılanmasına neden oluyor. Bu açıklamalar sayesinde oradaydım, yine olsa yine orada olurdum diyenler hiç tükenmiyor.
Öte yandan Sivas’ta esas provokasyonun mağdurların varlığında değil, saldırgan kitleyi harekete geçiren, kitlenin içinden gelen bildik söylemlerde daha net bulunabileceği de ayrı bir boyut. Şenliklere gelmiş Alevilerin ve kanaat önderlerinin yaklaşımlarından hoşlanmayan kesimler elbette vardı ve hep olacak. Oradaki mağdurların hayata bakışları ve düşünceleri, faillere çok ters geliyor olabilir, yani hiç bir şey yapmasalar da failler tahrik oluyor olabilir. Ama bu toplumsal hassasiyetlere göre otosansürler uygulamak, bir kitle kendini kaybedip insanlıktan ya çıkarsa diye geri çekilmek, susmak, hatta kimi zaman (ki Aleviler için çoğu zaman) varlığını gizlemek zorunda kalmak, çoğunluğun tahakkümünü istemek değil mi?. Potansiyel mağdurlardan, kitle provoke olmasın diye, bu susma ve varolmama özenini beklemektense; farklılıklara dayanamayan potansiyel faillerin bu hemen provoke olan doğalarını değiştirmeye, değiştirene kadar da tedbirler almaya, onları durdurmaya yönelik hassasiyetler geliştirmek daha zahmetli olmakla beraber daha değerli.
Ek olarak, bu tür kınamaların ardına bir ama, fakat mahiyetinde bir gerekçe eklemek, faili meşrulaştırıcı etki oluşturduğu için de iyi durmuyor. Provokasyon hatırlatması -geçerli bir temeli olsun olmasın- isteyerek ya da istemeyerek failleri ve varsa geriplandaki güçleri masumlaştırıyor. Hatta hata payının ağırlığını şiddete uğrayanlara, katledilenlere yıkıyor. Bu bir tür örtük vicdan rahatlatma. Oradaki insanlar, aşırı tahrik olmuş, belki de tanımlanamayan güçlerin sürüklediği bir eylemliliğin içinde bulmuş olabilir kendilerini. Tüm bunlar kitlenin linç ve katliam girişimlerinin parçası olmasının, hatta orada olup da buna engel olmamanın büyük yanlışlığını değiştirmiyor ve hafifletici unsurlar olarak da görülmemeli. Kitlesel linç ve şiddet eylemleri bu toplumun kanıksanmış temayüllerinden ya da kabullenişmiş çaresizliklerinden biri olmamalı. Bu tür bir vakanın içinde kendini bulan kişiler kendilerini meşru değil, rahatsız hissetmeli; ancak “o olayda provakosyon vardı” hatırlatmaları bu vicdan rahatsızlığının gelişmesine engel oluyor, şiddete, saldırıya hatta katliama bir haklılık payı veriyor. Böyle olunca da yine olur böyle vakalar kaygısı haklı bir kaygıya dönüşüyor.
Benzer bir eğilim de suçu karanlık/derin/dış güçlere atmak. Bunun olgu olup olmadığını bilmiyoruz, elbette üzerine gidilmesi gereken iddialar, neden gidilmediği de belirsiz. Ancak kınamalarda bu göndermelerin altını kuvvetle çizenlerin de vicdan rahatlama arzularının yüksek olduğu görülüyor. Son kertede vakayı karanlık güçlerin planlı bir organizasyonu olarak gösteren resimde, kitle masumlaşarak temsil ediliyor. Saldırının arkasında oradaki geniş kitleden bağımsız nasıl bir güç ya da akıl olduğunu bilemiyoruz. Fakat orada olan ve saldırıyı destekleyen, yapılmasına engel olmayan, durdurmayan, gelişmelerden coşku duyan, zafer olarak gören, velhasıl saldırının bir parçası, faili olan geniş bir kitle ve bu kitle içinde daha ön planda yer almış kimseler olduğu açık. Dolayısıyla provokasyonların, eğer öyleyse dahi, karanlık güçler eliyle yapılması da kitleyi masumlaştırmıyor. Burada açık ki, bu sonucun oluşmasını, kendisi planlanmasa da, saldırının içinde olan ve sonuçlardan da memnuniyet duyan bir nüfus vardı (hatta çoğu zaman olduğu gibi orada olmayıp, bu coşkuyu paylaşan kalabalıklar da az değildi). Bu nüfusun bu memnuniyetini ve vicdansızlığını doğuran düşmanlık iklimini sorgulamak, bu düşmanlık iklimini kullanışlı bir silaha çeviren karanlık güçleri (eğer öyleyse) konuşmaktan daha önemli değil mi?
İkinci eleştirim ilkinin aksine bir kısmında samimiyetinden de şüphe duyduğum, mesajlarını bağlamdan uzaklaştırarak, şarta bağlayarak ya da kapsam genişleterek yapılan kınama paylaşımları. Bunlardan yaygın olanı başka bir katliam kınamasını ya da vakaları da pakete ekleyen mesajlar. Bir başka deyişle 2 Temmuz kınamasını ancak başka bir kınama ile birleştirerek yapanlar/yapabilenler. Farklı bağlamları olan vakaları sepet yaparak aslında her ikisini de sıradanlaştırıyor bu girişimler. Oluyor böyle katliamlar bir tek sizin başınıza gelmedi diyor. Örneğin “Başbağlar katliamını siz kınamadınız, ama biz Sivas katliamını kınıyoruz” ya da “Başbağlar katliamını da Sivas katliamını da kınıyorum” türü paylaşımlar, her iki olayı da bir tür basitleştirme ya da normalleştirme etkisi yaratıyor. Srebrenitsa katliamı mesajlarına 2 Temmuz’u iliştirmek de benzer bir örnek. “Bu tür vakalar oluyor, bir tarafta o varsa diğer tarafta da bu var” algısına yol açan bu kınamaları bir pakete sokma girişimleri, meselelerin kendilerinin konuşulmasından bir kaçış oluyor. 2 Temmuz örneğinde Alevilere yönelik ayrımcı sosyolojinin silikleştirilmesine yol açıyor. Bunun diğer bir versiyonu kınamayı daha evrensel bir pakete yerleştirmek. Kim yaparsa yapsın kimden gelirse gelsin bu tür katliamlara lanet olsun söylemi. Konuya girmeden girmeye çalışan, “kınamasam olmaz, kınasam taraf görünürüm” kaygılı tutumlar. Bunun bir türünü, Kürt sorunu ile ilgili bir çatışmalı durum oluştuğunda, sanki meselenin Kürtlerle ilişkisi hiç yokmuş gibi, genel barış çağrıları yapan mesajlarda da görmeye alışkınız, özellikle sanatçı mesajları böyledir. Bu evrenselleştirerek konuya temas etmemeye çalışma çabası da yine esas failleri, mağdurları ve meseleyi silikleştirmeye, önemsizleştirmeye hizmet edebiliyor.
Üçüncü eleştirim ise Alevilere ya da onların acısını aynı ya da benzer mahallelerden paylaşan diğer kesimlere. 2 Temmuz’da yaşananların nasıl adlandırıldığı, farklı imalara yol açabiliyor. Aleviler yaşananlara katliam demeyi tercih ediyor. İslami kesimden gelen kınamalarda ise Sivas olayları/hadisesi tabirleri öne çıkabiliyor. Kimi zaman Aleviler arasında ya da mahalleye yakın birileri yaşananlara (yanlışlıkla ya da bilerek): yaşananlar, Sivas olayları ya da vaka diyecek olduğunda ağır tepkilere maruz kalabiliyor. Katliam tanımlamasına itirazın arkasında, bu tanımlama ile İslamcıların (ya da başka bir jargonla Siyasi İslamcıların) hatta orada bulunanlardan da daha geniş bir İslamcı kesimin suçlu ve fail olduğu mesajı verdiği kaygısı var. Bu yüzden yaşananları hiç tasvip etmese de bu şekilde adlandırmak istemeyen, kendisini Siyasi İslamcılar kümesinde görse de Alevilere yönelik saldırıları, şiddeti, nefreti doğru bulmayanlar var. Aleviler ise bu travma karşısında, faili kim olursa olsun, (devlet ya da örgütlü bir İslamcı grup ya da başka güçler), bir bireyi değil, bir topluluğu hedeflemiş olan bu saldırıyı katliam olarak nitelemeyi uygun görüyor. Bununla birlikte geri plandaki algılarında suçladıkları kesimin İslamcılık olduğu sanırım aşikar. Her iki tutumu ya da arada salınan tutumları tartışmak mümkün. Fakat katliam demediği için, bu konuda duyarlılık gösterenlere sert tepkiler vermek, bu duyarlıkların derinleşmesine, devam etmesine ve çeşitlenmesine zarar veriyor. Oysa karşı mahalleden gelen bir kınama ve veya vicdan muhasebesi tercih ettiği dil ve doz ne olursa olsun, değerli bulunmalı (yukarıda eleştirdiğim pozisyonlar dahil) ve bu aralığın genişletilmesi için bir fırsat olarak görülmeli ki o zaman 2 Temmuzun faillerini ve bu fiiliyata neden olan iklimi masaya yatırma şansı yükselebilsin.
Karşı mahalleden gelen kınamaların bir ümide dönüştürülmesinin önündeki bir engeli de tarihsel tutarsızlık arayışları oluşturuyor. 90’lı yıllarda 2 Temmuz için iyi bir pozisyon almadığı düşünülen kişi ya da çevrelerin bugünkü olumlu tavırları, geçmişteki yüklerine takılıyor. Bunu bir anektotla örneklemek isterim. 2000’li yılların başlarında Kürtler ve Aleviler örneklerinde bir ayrımcılıkla mücadele projesi tasarlamıştık. Geleneksel mağduru güçlendirme projelerinin aksine, hedef grubu Kürtler ve Aleviler olarak değil, Alevi olmayan Müslüman mütedeyyin kesim ve Türkler olarak belirlemiş, işbirliğini de zaruri görmüştük. Mazlum-Der işbirliği açısından iyi bir kurum olarak görünmüştü bize. O zamanki genel başkan, kendi tabanlarında bu tür bir projenin zorluklar yaratacağını, tepki alacağını ve istenmeyeceğini, ama yönetim olarak da bu tür bir sorumluluktan kaçamayacaklarını ifade ederek, işbirliği talebimizi olumlu karşılamıştı. Alevi STK’larından en önde gelen iki tanesinden biri, Kürtlerle Alevileri bir arada ele almasından dolayı projeyi doğru bulmadı. Diğeri ise dernek tabanının Mazlum-Der ile bir araya gelmeyi kabul etmeyeceğini öne sürerek ile talebimize olumsuz döndü. Gerekçe ise Mazlum-Der’in 2 Temmuz sonrası tavrına yönelik eleştirileri idi. Üstelik, Mazlum-Der’in ilerleyen yıllarda bu tavrını değiştirmiş olduğunu, hatta yaşananları bir katliam olarak değerlendirip kınamış olmalarını teslim ediyorlardı, ama bu dönüşüm geçmiş performansın izini silememişti. Hattı zatında, Mazlum-Der’in kendisinin ve/veya yönetimlerinin değişmiş olabileceği de değerlendirme kapsamında değildi. Bu örnek çok rahat çoğaltabilir.
Travmatik toplumsal olayların, katliamların anmalarındaki temel hedeflerden biri toplumsal hafızayı güncelleştirmek ve vicdan muhasebelerini güçlendirerek, süregelen sorunların çözümüne katkı sağlamak. Böyle olunca da geçmişte iyi bir tutum sergilememiş olan kişi veya çevrelerin bugün olumlu bir tavır sergilemelerini takdirle karşılamalı, tepkiyle değil. Aksi çözümü değil, çözümsüzlüğü güçlendiriyor.
Son bir notum da şu: Alevilere yönelik saldırı ve katliamların konuşulduğu yer ve zamanlarda, bu olayları ortaya çıkaran ve bugün de aslında belli ölçülerde güncel olan nefret ikliminin konuşulması, anlaşılması ve geriletilmesi bir hedef olmalı. Örneğin bir araştırmacı olarak 2 Temmuz mağdurlarının ve ailelerinin yanısıra, orada olan, aktif ya da pasif, önde ya da geride, bilinçli ya da bilinçsizce bu suça iştirak edenlerle ya da vicdanları bu meseleden yara almamış olanlarla görüşebilmek, bugünkü duruşlarını görmek ve meselenin kapsamlı bir sosyolojik analizini yapabilmek isterdim. Maalesef bu tür girişimler kabul görülmüyor ve farklı taraflardan tepki çekmeye de çok açık. Ben buna rağmen fırsatım olursa ve kolektif bir çalışma imkanı doğarsa, böyle bir çaba içerisinde yer almak isterim elbette.
Bizi Takip Edin