Bir İtirazın Yargılanması: Gezi Davası
Üzerinden beş yılı aşkın bir süre geçtikten sonra Gezi eylemleriyle ilgili bir davanın yeniden açılmış olmasını, önceki davada ismi anılmayan Osman Kavala’nın davaya monte edilerek tutuklanmasını, Gezi eylemlerinin kendisiyle değil, Türkiye’nin değişen siyasal yapısı ve ilişkileri ile bir arada düşünmek gerekir. Bir siyasi cadı avı, hınç ya da öfke ile değil, sivil toplum ve demokrasi mücadelesine yönelik ön alıcı bir müdahale olarak görülmesi gereken davanın, iddianame görünümünde olan fakat gerçekçi bir zemine dayanma ihtiyacı hissetmeyen bir kolajla oluşturulmasının nedeni, konunun hukuki değil, siyasi bir müdahale olmasıyla ilgilidir.
Türkiye’de hak savunuculuğu yapmanın zorluklarını anlamak için sivil toplum, sivil toplum örgütleri, hak savunuculuğu ve devlet arasındaki ilişkileri, kesişim noktalarını ve çıkar çatışmalarına neden olan yapısal – işlevsel nitelikleri anlamak gerekir. Bir süredir Sivil Sayfalar’da tartışmaya çalıştığım bu ilişkiye ara vermeyi zorlayan gelişmelerden ilki yerel seçim süreci içerisinde sığınmacılara yönelik yükselen düşmanlıktı.
Bu yazıda ise Türkiye’deki sivil toplum hareketini doğrudan ilgilendiren bir diğer gelişmeyi, Gezi davasından söz etmeye çalışacağım. Bu iki olayın Türkiye’deki sivil toplum hareketi ve devlet ilişkisi açısından dikkate değer olduğu öne sürülebilir. Bunun nedenlerinden biri Türkiye’de devleti var eden kurumların etkilerini yitirmesi, kurumların iktidar bloğunun sosyo-politik ve sosyo-ekonomik çıkarlarının bir aracına dönüşmesi, diğeri ise iktidar bloğunun toplumla kurduğu ilişkiyi belirleme ve ona yeniden biçim verme girişimlerinde kullandığı aygıtlardan biri olan hukuku, sivil toplumu denetleme kontrol etme ve düzenleme aracı olarak kullanmak için araçsallaştırmasıdır.
Gezi davası Türkiye’nin içerisinden geçtiği bu sürecin bir sonucu olarak yeniden gündeme geldi. Türkiye’deki sivil toplum hareketine açık müdahaleyi içeren Büyükada davasına benzer biçimde, Gezi davası da hukukiliğin dejenere edildiği ve siyasal beklentilerin kişisel haklardan öne geçirildiği güç gösterisinin yansıması olarak düşünülebilir. Davanın kronolojisini merak edenler kısa bir araştırmayla bulabilirler. İddianame olduğu iddia edilen metne ise şuradan ulaşılabilir.
İddianamede davacı mağdurlar olarak 61. Hükümet Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan ve bu hükümette çeşitli görevlerde yer alan kişilerden Bülent Arınç, Ali Babacan, Beşir Atalay, Bekir Bozdağ, Binali Yıldırım, Fatma Şahin, Egemen Bağış, Nihat Ergün, Faruk Çelik, Erdoğan Bayraktar, Ahmet Davutoğlu, Taner Yıldız, Suat Kılıç, Mehdi Eker, Hayati Yazıcı, Muammer Güler, Cevdet Yılmaz, Ömer Çelik, Mehmet Şimşek, Nabi Avcı, İsmet Yılmaz, Veysel Eroğlu, Mehmet Müezzinoğlu, Zafer Çağlayan, Emrullah İşler ve Sadullah Ergin’in isimleri yer alıyor. 746 kişi ise müşteki olarak sıralanmış.
Bilindiği üzere davaya dayanak oluşturan ilk iddianame, birçok siyasi davada örneği görüldüğü üzere, Fetullahçı bir savcıya ait. FETÖ denilen örgütün önde gelen savcılarından biri olan Muammer Akkaş tarafından hazırlanan iddianamenin “yeniden kıymetlendirilmesi” ile açılan yeni davanın gerekçesi ise Akkaş’ın iddianameyi Fetullahçılarla ilişkilendirmemesi olarak ifade ediliyor. Taksim Dayanışması’nı FETÖ denilen örgütle ilişkilendirmeyen bir iddianameye mebzul miktarda ve savruk halde FETÖ lafzı doluşturularak bu ilişkinin varlığı gösterilmiş oldu.
Müştekiler değilse bile mağdur sıfatıyla davaya müdahil olan tarafların hemen hepsi Gezi eylemlerinin hükümeti cebren ve şiddet kullanarak yıkmaya yönelik bir kalkışma olmadığını, yeni toplumsal hareketlerin örneklerinden biri olduğunu, hiç değilse eylemlerin nasıl ortaya çıktığını, geliştiğini, ilerlediğini ve sonlandığını biliyor. Bunu Gezi eylemleri süresince yaşanan birçok gelişmeden, dönemin siyasi temsilcileri ile aralarında Taksim Dayanışması’nın da bulunduğu müzakerelerden, sürecin ilerleyen safhalarından, o dönemde yapılan tartışmalardan biliyoruz. Ayrıca hükümetin üyeleri arasındaki fikir ayrılıklarından, hükümete yakın kanaat önderlerinin konuyu ele alış biçimlerinden biliyoruz, konuyla ilgilenen herkes biliyor. Gezi eylemlerini hükümeti cebren ve şiddet kullanarak yıkmaya yönelik bir kalkışma olarak nitelemenin zorluğu da burada, her şey, herkesin gözleri önünde gerçekleşti. Böylesi bir toplumsal hareketin başka türlü gerçekleşmesinin de imkanı olmadığını söylemeye gerek yok, küresel ölçekte bu ve benzeri hareketlerin onlarca örneği bulunabilir. Örneğini bulmakta zorlanacağımız tek şey, Gezi eylemleri ve benzeri toplumsal hareketleri ağır müebbet cezası gibi bir iddianamenin konusu etmek olsa gerek. Ancak Türkiye’nin içinde bulunduğu yeni siyasi iklim nedeniyle bütün siyasi itirazların bir yargılama ve cezalandırma konusuna dönüştürülmesi, Gezi eylemlerinin ibret-i âlem için yeniden huzura çıkarılmasını kolaylaştırdı.
O dönemin hemen ertesinde ve bugün de, iktidar bloğu tarafından yazılan paralel tarihsel anlatı, Gezi Parkı eylemlerinin gerçekçi bir değerlendirmesini yapmak amacıyla değil, iktidarın yeniden üretilmesine matuf, vasat bir fantastik kurgudan öteye geçemeyen söylem yığınağıydı. Gezi ve sonrasında dile getirdiği siyasal-sosyal taleplerle yükselişe geçen sivil toplum dinamiklerini bir korku nesnesi ve toplum düşmanlığı olarak resmeden bu söylemsel şiddetin, yine Gezi ile birlikte ortaya çıkan ve cisimleşen kent hakkı bilincine eşlik eden eşitlik, özgürlük, adalet gibi değerlere yönelik tutumu, Türkiye’nin sonraki yıllarda nereye doğru savrulduğuyla bir arada okunabilir. Yine de bu korkunun siyasal tarafgirliği pekiştirmek için seferber edilmesi -Türkiye özelinde tekrarlanan- vasat bir parodi olmaktan öteye gidemedi, pek işe yaramadı ve hayatın olağan akışı içerisinde çözülüp gitti.
Ancak üzerinden beş yılı aşkın bir süre geçtikten sonra Gezi eylemleriyle ilgili bir davanın yeniden açılmış olmasını, önceki davada ismi anılmayan Osman Kavala’nın davaya monte edilerek tutuklanmasını, Gezi eylemlerinin kendisiyle değil, Türkiye’nin değişen siyasal yapısı ve ilişkileri ile bir arada düşünmek gerekir. Bir siyasi cadı avı, hınç ya da öfke ile değil, sivil toplum ve demokrasi mücadelesine yönelik ön alıcı bir müdahale olarak görülmesi gereken davanın, iddianame görünümünde olan fakat gerçekçi bir zemine dayanma ihtiyacı hissetmeyen bir kolajla oluşturulmasının nedeni, konunun hukuki değil, siyasi bir müdahale olmasıyla ilgilidir. Bu müdahale Kavala gibi bir isim üzerinden uluslararası topluma mesaj verme gayreti içeriyor olabilir, iktidar bloğuna yeteri kadar kenetlenmeyen sermaye fraksiyonlarına yönelik bir müdahale olabilir, Türkiye’deki sivil toplum hareketine, muhalefetin ve iktidar bloğunun bir kısmına yönelik güç gösterisi olabilir ya da bunların bir kısmını içerebilir. Nedenlerini kestirmek bugün için zor. Her kesimin kendi bulunduğu yerden bazı kestirimlerde ve değerlendirmelerde bulunması ise şeffaflığın olmadığı, bilgiye erişilemediği bir ortamda kaçınılmaz. Bu nedenle iddianameden hareketle davanın ağır müebbet cezası istemiyle yeniden açılmış olması, Kavala’nın tutuklanması ve dava dosyasına doldurulan malzemenin gereğini izah etmek gerçekten zor. Yirmi ay sonra da olsa görülmeye başlanan bir dava var, ancak davanın dava konusuyla bir ilgisi yok.
Bugün için davanın mağdurları içerisinde ismi zikredilenlerin bir kısmı açısından davanın kendisi, davaya konu edilen olaydan daha önemli kabul ediliyorsa, bunun nedenlerinden biri Gezi eylemlerinin Türkiye toplumunun demokratikleşmesi için tarihi uğraklardan biri olmasıdır. Gerçekten de yeni toplumsal hareketlerin önemli örneklerinden biri olan Gezi eylemlerinin herhangi bir ideolojiye, kimliğe ya da kesime atfedilemeyecek kadar geniş kapsamlı bir niteliğe sahip olmasında Türkiye’deki demokratikleşme talebinin yüz yıllık birikimi yer alıyor. Bunu devletin ve müesses nizamın içerisinden görmenin zor olduğu söylenebilir. Bürokratik alışkanlıklar, devletin toplumla kurduğu ilişki ve topluma bakma biçimi, Türkiye’deki siyasal, sosyal, kültürel fay hatlarının genişliği ile birlikte darbelere ilişkin hafızanın hem iktidar bloğu hem de toplumun önemli bir kesimi için hala güncel olması, Gezi eylemlerinin dayandığı sivil inisiyatifi görmeyi ve bunu kabul etmeyi zorlaştırıyor. Ancak bu durum, Gezi eylemlerinin niteliğini değiştirmediği gibi Türkiye’deki demokratikleşme eğilimlerini ortadan kaldırmıyor.
Davanın nasıl sonuçlanacağı hukuki bir süreçle belirlenmeyeceği, bunu belirleyecek şeyin Türkiye’deki siyasi iklim ve iktidar bloğunun ihtiyaçlarına göre şekilleneceği öne sürülebilir. Sıklıkla mahkeme başkanının -bu tür davalarda genelde aksi tutumların gözlemlendiği düşünüldüğünde- pek görülmeyen bir tutuma sahip olduğu, sanıklara ve dinleyicilere yönelik hayırhah bir biçimde davrandığı, yargılama sürecini medeni ölçülere uygun bir biçimde sürdürdüğü ifade edilse de sanıkların ağırlaştırılmış müebbet gibi bir ceza ile yargılandığı gerçeğini ortadan kaldırmıyor. Bu kadar ciddi suçlamalar ciddi kanıtlar gerektirir. Suç olmayan fiilleri alt alta sıralayarak toplamından suç icat edilmesi, Türkiye’deki sivil toplum hareketine yönelik ciddi bir tehdidi barındırmaktadır. Meselenin kişisel haklara yönelik tehdit boyutu bir yana, aynı zamanda bireysel ve kolektif itiraz hakkını tehdit haline dönüştürmesi Türkiye’deki otoriterleşme sürecinin bir sonucu olarak düşünülebilir.
Praksis dergisinin 2013, Ağustos sayısında “Kentin Şarkısına Eşlik Etmek: İtiraz, İsyan, Direniş” başlıklı bir yazı kaleme almış ve orada Gezi eylemlerini kent hakkının güncel bir örneği olarak değerlendirmiştim. Gerçekten de Gezi eylemleri bir itiraz olarak başladı, kolluk kuvvetlerinin orantısız güç kullanımı nedeniyle bir isyan duygusuna ve devamında gündelik yaşama yerleşen bir direniş biçimine dönüştü. Bu kadar kolektif bir toplumsal hareketin öznesini aramak toplumsal hareketlerin kurucu dinamiklerini anlamamak ya da bunu düşman kategorisi ile ele almakla mümkün. Siyasi iktidarlar tarafından toplumun tümünün ya da bir kısmının düşmanlaştırılması Türkiye’deki siyasal tarih ve gelişmeler için bilinmedik bir strateji değil. Ancak bunun hemen karşısında bu ülkede demokrasinin seçeneklerden bir seçenek değil, yaşamsal bir tercih olduğu konusunda direten geniş kesimlerin varlığı da sır değil. Gezi eylemleri bir arada ama eşit ve özgür olarak yaşamak isteyen, haysiyetlerini korumak için gerçek adaleti talep eden, beraberliği benzerliklerin dayatılması değil farklılıkların kabulü olarak gören kesimler için tarihsel bir uğrak ve siyasal gösteren haline geldiyse bunun tek nedeni Gezi eylemleri değil. Bu eylemlere yönelik verilen tepkiler Gezi’nin bu anlamları kazanması sağladı. Bu nedenle bugün yargılanan şey bir yönüyle bu anlamın kendisidir.
Kapak Görseli: Murat Varol
Bizi Takip Edin