“Yargı Süreçleri De Kutuplaşmadan Nasibini Aldı”
Bugün başlayan Gezi Davası'nı konuştuğumuz Gezi Ruhu ve Politik Teori kitabının yazarı akademisyen Murat Özbank, "Hukukun, ülke içinde yaşayan insanlar arasında dost-düşman ayırımı yapmadan, herkes için eşit işletildiği koşullar altında yaşasaydık bir öngörüde bulunmak mümkün olabilirdi. Zira o zaman bu davanın ilk celsede beraat ile sonuçlanabileceğini, hatta bu tür iddianamelerin mahkemeler tarafından hiç kabul edilmemeleri gerektiğini söyleyebilirdik. Ancak içinde yaşadığımız kutuplaşma ortamında bir öngörüde bulunmak zor. Zira bu ülkede her şey gibi yargı süreçleri de bu kutuplaşmadan nasibini aldı" diyor.
Büyükada davası, BAK davaları, Kavala ve Aksakoğlu’nun tutukluluğu ardından gelen Gezi iddianamesi sivil toplum ve akademik faaliyetlerin kriminalleştirilmesi olarak yorumlanıyor, siz nasıl değerlendiriyorsunuz?
Soruda dile getirdiğiniz yorum bence de doğru. Ancak bu yoruma şöyle bir şerh düşmezsek eksik kalır. Suçlu gösterilmek istenen sivil toplumun tamamı değil sadece bir kısmı. Son beş senedir Türkiye siyasetinde hakim olan kutuplaştırıcı dil, sivil toplum alanında da yankı bulmuş durumda. Dolayısıyla bir takım sivil toplum faaliyetleri Ağır Ceza Mahkemeleri’nde yürütülen yargılamalara konu olurken, sivil toplum dediğimiz alanın bir kesimi de, tam aksine, merkezi iktidar ve yerel yönetimler tarafından cömertçe destekleniyor. Böyle baktığımızda, Büyükada Davası, BAK (Barış İçin Akademisyenler) davaları, Kavala ve Aksakoğlu’nun tutukluluğu gibi uygulamalarla, sivil toplum alanında faaliyet gösteren tüm örgütlere, derneklere ve vakıflara bu siyasal kutuplaşmada “doğru” tarafta yer almaları, ya da en azından “sessiz kalmaları” “parazit yapmamaları” için gözdağı verilmeye çalışıldığını da söyleyebiliriz.
Burada önemli olan soru, suçlu gösterilecek sivil toplum faaliyetleri ile desteklenecek faaliyetler arasındaki ayırımın hangi ölçütler temelinde yapıldığı. Ben Türkiye siyasetinin ana ihtilaf eksenleri olarak kodlanan Türkçü – Kürtçü, İslamcı – Laikçi, sağcı – solcu gibi, etnik, vicdani ve düşünsel farklılaşmaların bu konuda bize doğru bir ölçü sunabileceklerinden emin değilim. Yani Türkçü, İslamcı ve sağcı STÖ’ler destekleniyor, Kürtçü, Laikçi, solcu STÖ’ler desteklenmiyor demek, bir yanıyla çok bildik bir şablona dayandığı için ilk bakışta anlamlı gibi gelse de, bence çok kolaycı ve nüanssız, dolayısıyla da yanıltıcı bir yaklaşım olur.
Aynı şekilde, siyasal iktidara yakınlık da yeterince açıklayıcı bir ölçüt değil. (Bazı STÖ’ler elbette bu yakınlık sebebiyle iktidardan iltifat görüyorlar da, bu yakınlığı neye, siyasal iktidarla nasıl bir ortaklaşmaya borçlular? Akrabalık ilişkileri, karşılıklı çıkar ilişkileri, ideolojik benzeşim, yaşam tarzlarının uyumu vs.) Bunların tamamı bu konu açıldığında dile getirilen hususlar ki, bunların dile getirilmesinde belli bir doğruluk payı olduğu yadsınamaz. Ancak ben kriminalleştirilecek STÖ’ler ile, kamu kaynaklarıyla desteklenecek STÖ’ler arasındaki ayırım yapılırken belirleyici olanın bu hususlardan ibaret olduğunu da sanmıyorum.
Kanımca siyasal iktidar tarafından dost görülen ve desteklenen STÖ’ler, siyasal iktidara yakınlıklarını, siyasal iktidarın bekasını kendi bekalarıyla özdeş görmelerine, dolayısıyla siyasal iktidarın kendi bekasıyla ilgili korkularını paylaşmalarına, onun tehdit olarak algıladığını tehdit olarak algılamalarına, onun düşman gördüğünü düşman görmelerine borçlular. Tek cümleyle, siyasal iktidar dost-düşman hattını kendisi ile tam olarak aynı yerden çizdikleri için ve çizdikleri sürece, onları dost olarak görüyor. Siyasal iktidar tarafından çizilen dost-düşman hattını, siyasal iktidarla tam olarak aynı yerden çizmeyen, hatta toplum içinde böylesi hatlar üzerinden kutuplaşma yaratmanın doğurduğu ve doğurabileceği vahim sonuçlara dikkat çekerek siyasal iktidarı eleştiren, dolayısıyla sivil toplumda bu hatları aşan köprüler kurmaya, diyalog kanalları açmaya çalışan, yani düşünsel, etnik, vicdani farklılıklarımızdan korkmadan, bir arada yaşamanın yollarını arayan insanlar ve faaliyetler ise — işte onlar da “düşman” olarak kodlanıp, onlardan kaynaklandığı varsayılan tehditin bertaraf edilmesi amacıyla kriminalleştirilmeye çalışılıyorlar.
Velhasıl, ben Büyükada ve Gezi gibi davaların açılmasını, BAK yargılamalarını, Osman Kavala, Yiğit Aksakoğlu, Tuna Altınel gibi isimlerin tutuklanmasını, Füsun Üstel gibi akademisyenlerin hapse atılmasını — bu tür gelişmelerin tamamını, siyasal iktidar tarafından toplum içinde çizilen dost – düşman hattını aşan köprüler kurmaya yeltenebilecek sivil toplum ve faaliyetlerini ve akademik çalışmaları caydırmak amacını güttüğü kanaatini taşıyorum.
Bugün yazılan iddianame de, siyasal iktidarın ilk günden itibaren tutunduğu, Gezi olaylarının kendiliğindenliğini görmezden gelen, insanların özgür iradelerini hiçe sayan bu yanlış varsayıma dayanıyor. Ancak Gezi’nin bir darbe girişimi olduğunu varsaymak, öyle olduğunu kanıtlamakla aynı şey değil.
Gezi olayları ilk gününden itibaren ülkenin kutuplaşma sürecinin önemli olaylarından biri olarak farklı çevrelerce farklı algılandı. Davaya yaklaşım da aynı şekilde. İddianame Gezi’yi bir darbe girişimi görme çabasına dayanak teşkil edecek vasıfta mı?
Gezi olaylarının ülkenin kutuplaşma sürecinin önemli olaylarından biri olduğu tespiti bir yanıyla doğru, ama buna da bir şerh düşmek lazım. Ben Gezi protestolarını bu ülkede önemli bir ilk olarak görenlerdenim. Bu ülkede toplumsal muhalefet hep vardı, ama bu muhalefet hep eşitlik ve dayanışma üzerinden kurulmuştu. Gezi’de ilk defa özgürlük üzerinden kurulan bir kitlesel muhalefet gördük; özgürlük, hem bireysel, hem de politik özgürlük, kitlesel bir talep olarak dile geldi Gezi’de. Hem de öyle birilerinin düğmeye basmasıyla, bir “üst akılın” kışkırtmasıyla filan da değil. Tümüyle spontane bir biçimde uluslararası insan hakları hukuku, anayasa ve yasalarla güvence altına alınmış politik özgürlüklerini kullanan eşit ve özgür Türkiyeli yurttaşların bilinçli, özgür iradesiyle dile geldi bu özgürlük talebi. Türkiye coğrafyasında varolan tüm toplumsal, siyasi ve kültürel çeşitliliği, tüm farklılıkları, tüm kimlikleri içinde barındıran çok sesli ve çok renkli bir yurttaş kitlesinin ortak özgürlük çığlıydı Gezi. Yani Gezi protestoları, bir yanıyla da, bu ülkedeki insanların, tüm düşünsel, itikadi ve etnik farklılıkları ile birlikte yan yana durup, özgürlükten yana ortak bir vicdani tavır geliştirebileceklerini gösteren bir olaydı.
Davaya dahil edilen isimler iddianamede kendilerine isnat edilen suçu işledikleri düşünüldüğü için değil, siyasal iktidar tarafından toplum içinde çizilen dost-düşman hattının sorgulanmasını engellemek, böyle bir sorgulamaya yeltenecek olanlara gözdağı vermek için yargılanıyorlar.
Gezi sonrasında Türkiye’nin siyasal düzeninin durduğu yerde durmayacağı açıktı. Ya daha özgürlükçü, eşitlikçi, çoğulcu, yani daha demokratik bir yöne evrilecekti Türkiye, ya da daha yasakçı, baskıcı, hiyerarşik, tek sesli yani daha otoriter hatta totaliter bir yöne. Maalesef bu ikinci olasılık gerçekleşti. Böyle olması şart değildi, ancak siyasal iktidar Gezi’den yükselen özgürlük çığlığını bir darbe girişimi olarak okudu ve belli ki iktidarı merkezileştirmenin ve yargı, medya, üniversiteler ve nihayet sivil toplum üzerinde daha sıkı bir kontrol tesis etmenin, hem kendisi, hem de ülke için daha güvenli bir yol olacağına kanaat getirdi. Ülkenin son dönemdeki kutuplaşma süreci de insanların Gezi protestolarında, tüm farklılıkları ve renkleriyle yan yana durup, özgürlük talep etmeleriyle değil, siyasal iktidarın bu çok sesli ve çok renkli özgürlük talebine “%50’yi evde zor tutuyorum” sözleriyle yanıt vermesiyle başladı.
Gezi’nin bir darbe girişimi olarak görülmesi, değişik kesimlerden, meşrebi, üslubu, yaşam tarzı, siyasal aidiyeti farklı bir milyondan fazla insanın, Türkiye’nin 81 ilinin 79’unda sokağa dökülmesinin, hükümeti devirmeye çalışan, tek bir iç veya dış ‘mihrak’ tarafından örgütlenmiş olabileceği varsayımına dayanıyor. Kendi vicdanlarının sesini dinleyerek, bir haksızlık olarak gördükleri polis şiddetini protesto etmek amacıyla sokağa dökülen insanların özgür iradelerini hiçe sayan bir varsayım bu.
Her ne kadar siyasal iktidar o günden bugüne bu yanlış varsayımın doğru olduğu inancına tutunmuş olsa da, Gezi eylemlerin ardında, altında, ya da başında, hiyerarşik olarak örgütlenmiş bir siyasal yapı, bir iç veya dış mihrak, sinsi bir çıkar odağı yoktu. Elbette, siyasal partiler ve örgütlü siyasal hareketler bu eylemlerde yer almış, bu eylemlerden kendilerine yeni üyeler veya yeni oylar devşirmeye çalışmıştı. Bazı çıkar grupları ve/veya dış güçlerin bu eylemleri dikkatle izleyip, olası sonuçları üzerinden, politik ve/veya ekonomik çıkar hesapları yapmış olması da gayet muhtemeldi. Politik partiler ve örgütlü politik hareketler ve örgütlü çıkar grupları vardı elbet, onlar modern siyasetin olmazsa olmazlarıydı; ama onlar Gezi eylemlerinin ardında, altında, ya da başında değil, içindeydi. Milyonlarca insanı sokağa onlar dökmemiş, sokağa dökülen milyonlarca insanın peşine takılmışlardı sadece. Bu kez örgütlerin iradesi kitleleri değil, kitlenin, daha doğrusu kitleyi oluşturan eşit ve farklı insanların ortak iradesi, örgütleri sürüklemişti peşinde. Gezi olaylarının ülkenin siyasal tarihindeki en ayrıksı özelliklerinden biri de belki de bu kendiliğindenliğiydi.
Bugün yazılan iddianame de, siyasal iktidarın ilk günden itibaren tutunduğu, Gezi olaylarının kendiliğindenliğini görmezden gelen, insanların özgür iradelerini hiçe sayan bu yanlış varsayıma dayanıyor. Ancak Gezi’nin bir darbe girişimi olduğunu varsaymak, öyle olduğunu kanıtlamakla aynı şey değil. İnsan Hakları İzleme Örgütü geçtiğimiz günlerde iddianame ile ilgili ayrıntılı bir rapor yayınladı. İddianame’nin Geziyi bir darbe girişimi olarak görme çabasına dayanak teşkil edip edemeyeceği sorusuna yanıt olarak rapordan şu alıntıyı yapayım:
‘Savcılığın, sanıkların aleyhinde sunulan delillerle, sanıklara isnat edilen suçlar arasında bir nedensellik bağı kurmak için hiçbir ciddi çaba içine girmediği anlaşılıyor. Örneğin, iddianamede sanıkların, hükümeti devirmek amacıyla güç ve şiddet kullanılmasını kışkırttıklarına ya da suç sayılabilecek başka fiiller işlediklerine delalet edebilecek herhangi bir kanıt sunulmamış. Aynı şekilde, iddianamede sanıkların, hükümeti devirmek amacıyla kalkışma kışkırtmak için plan yapıldığından haberdar olduklarına veya böyle bir girişimde yer aldıklarına ilişkin herhangi bir kanıt da sunulmamış.’
Davaya dahil edilen isimleri ve isnat edilen suçlamaları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Osman Kavala ve Yiğit Aksakoğlu başta olmak üzere davaya dahil edilen isimlerin “darbecilik” gibi bir suçlamaya maruz kalmalarının olgusal bir temeli yok ve olmadığını da bize iddianame gösteriyor. Ancak yukarıda da belirttim. Kanımca davaya dahil edilen isimler iddianamede kendilerine isnat edilen suçu işledikleri düşünüldüğü için değil, siyasal iktidar tarafından toplum içinde çizilen dost-düşman hattının sorgulanmasını engellemek, böyle bir sorgulamaya yeltenecek olanlara gözdağı vermek için yargılanıyorlar. Bu bağlamda Osman Kavala elbette en simgesel isim: ‘Bu ülkede Osman Kavala gibi, sanat yoluyla insan hakları savunuculuğu yapmaya ömrünü vakfetmiş bir isim bile ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasıyla yargılanabiliyorsa, gerisini siz düşününün’ gibi bir mesaj veriliyor sanki.
Davanın akibetiyle ilgili öngörünüz nedir?
Hukukun, ülke içinde yaşayan insanlar arasında dost-düşman ayırımı yapmadan, herkes için eşit işletildiği koşullar altında yaşasaydık bir öngörüde bulunmak mümkün olabilirdi. Zira o zaman bu davanın ilk celsede beraat ile sonuçlanabileceğini, hatta bu tür iddianamelerin mahkemeler tarafından hiç kabul edilmemeleri gerektiğini söyleyebilirdik. Ancak içinde yaşadığımız kutuplaşma ortamında bir öngörüde bulunmak zor. Zira bu ülkede her şey gibi yargı süreçleri de bu kutuplaşmadan nasibini aldı. Bazı kesimler ve isimler iktidarın bekasına tehdit olarak görülüyor ve onlara düşman hukuku uygulanıyor ki bu koşullar altında bir öngörüde bulunmak için, hukuki değil, siyasi bir değerlendirme yapmak gerekiyor.
Bizi Takip Edin