Doğal Yaşam Alanının Tahribatı Türlerin Yok Olmasını Hızlandırıyor
Dünya Çevre Günü vesilesiyle nesli tükenen hayvanları konuştuğumuz Doğa Derneği Koruma Programı Koordinatörü Itri Levent Erkol, "En temel sorun doğal yaşam alanlarının yani kendi habitatlarının insan eliyle parçalanması veya yok edilmesi” dedi. Sualtı Araştırmaları Derneği (SAD) Kurucu Üyesi Cem Orkun Kıraç da nesli tükenme tehdidi altındaki türler için doğal yaşam alanlarının korunmasının önemine değinirken, ODTÜ Erdemli Kampüsü Deniz Bilimleri Enstitüsü öğretim üyesi Doç. Dr. Korhan Özkan, “Kentte hem insanı hem de doğayı bir arada var edecek yeni çözümler bulmalıyız” diyor.
Doğa Derneği Koruma Programı Koordinatörü Itri Levent Erkol nesli tehlike altındaki türlerin başlıca sorunlarına değinirken, ÇED raporlarının bölgenin biyolojik çeşitliliğinin doğru ve yeterli araştırılmadan hazırlanmasının yapılaşma ve endüstrileşmenin önünü açmaya yönelik olduğunu belirtti. Nesli yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olan hayvanların en temel sorunu öncelikle bunların doğal yaşam alanlarının yani habitatlarının insan eliyle parçalanması olduğunu belirten Erkol, “Bu habitatların bozulmasının en temel gerekçeleri de özellikle şehirleşme, endüstri, artan nüfus, tasnif-tarım alanlarının açılması, ormanların yok olması yer alıyor. Örneğin bize çok basitmiş gibi gelebilecek bir otoyol projesi –ne yazık ki otoyollar ÇED’lerden de muaf- ciddi sorunlara yol açabiliyor; habitat alanının bölünmesi sebebiyle burada yaşayan pek çok canlı türü örneğin gece-gündüz içinde yaptıkları beslenme, su içme ihtiyaçlarını giderememe, karayollarında ezilmelerine sebep olabiliyor. Otoyollar yaptıkları gürültü nedeniyle özellikle kuşlar üzerinde üreme başarısını düşürücü etkilere sahip. Veya otoyollardan kalkan tozlar ve egzoz dumanları, akaryakıt ve yağ yakıtlarından kaynaklı çevredeki habitatları olumsuz olarak etkiliyor.” dedi.
Türkiye’de biyolojik çeşitlilik üzerine yeterli akademik araştırma yapılmadığından yakınan Itri Levent Erkol bir proje hayata geçirilirken, o bölgenin doğasının yeterince tanınmadığı için zarar görebileceğinin altını çizdi. Türkiye’de nesli küresel ölçekte tehlike altında olan kelaynak ve sürmeli kuşunun başta geldiğini belirten Erkol, “Sürmeli ülkemizde üremiyor ve kışlamıyor, yalnızca Afrika kıtasından Kazakistan ve Orta Asya’ya giderken göç döneminde bu bölgeyi kullanıyor. Geçmiş dönemde Suriye sınırı ile Urfa arasındaki TİGEM arazilerini (Tarım İşletmeleri Genel Müdürlüğü) çok aktif olarak kullanırken o bölgedeki sulu tarıma geçiş sonrası eskisi kadar kullanamıyor. Çünkü tarım amaçlı sulama yapıldığı için durup dinlenebilecekleri, yiyecek bulabilecekleri alanlar yok edildi. Yine ülkemizde şah kartal nesli küresel ölçekte tehlike altında olanlardan; bundan 10 sene önceye kadar gittiğimizde sadece Bolu bölgesinde var olduğu, Türkiye’nin hiçbir bölgesinde üremediği düşünülürken Doğa Derneği’nin Bulgar BirdLife (BSPB) ile yaptığı çalışmalar sonrasında yalnızca Trakya’da bile 50 civarı çiftin ürediği ortaya çıktı. Bu şu anlama geliyor; eğer biz iyi bir araştırma yapmazsak, ekolojik bir türü iyi anlamazsak elimizdeki bilgi eksikliğiyle yanlış kararlar alabiliriz. Örneğin Trakya bölgesinde yapılacak bir endüstriyel projede orada şah kartal yoktur diye plan yaparsak hesaba katmadığımız için yok olmalarına sebep olabiliriz.” diye konuştu.
Avcılık Türlerin Devamını Tehdit Ediyor
Nesli tehdit altında olan türler için dahi avcılık serbestisi kararların verilebildiğini anlatan Erkol, “Türkiye’de nesli dünya çapında tehlikede olan iki tür elmabaş patka ve üveyik kuşları ne yazık ki hala avlanmaya devam etmektedir. Avın kuş popülasyonu üzerinde birden fazla etkisi var. Birincisi hedef avlanabilecek türde kuşlar olsun veya olmasın, siz eli tüfekli, doğayı çok iyi tanımayan insanların doğal yaşam ortamlarında gezmelerine izin veriyorsunuz. Aslında en temel sıkıntı bu. İkincisi doğrudan öldürme! Günümüzde online sistemlerle kotalar alınıyor, bir sisteme girip ‘ben şuraya gideceğim, şu kadar kuş öldüreceğim’ diye kendi kendilerine kotalar alıyorlar. Ne yazık ki ülkemizde denetim faaliyetleri yetersiz. Yanınızda bir koruyucu yok, yetkili yok, siz gidip avınızı yapıp dönüyorsunuz. Artık elinize tüfeği alıp avlak dediğimiz bölgeye gittiğiniz anda vicdanınızla baş başasınız. Her ava giden avcının aynı vicdani kaygılara sahip olmadığını biliyoruz. Ancak konu üveyik üzerinde konuşulacak olursa diğer Avrupa ülkelerinden farklı olarak Türkiye’de bu tür “göç döneminde” ava açıklar. Bu da şu anlama geliyor; yumurtasından yeni çıkmış yavru bir üveyik henüz bir defa bile üreyemeden ilk gittikleri göçte öldürülüyorlar. Siz yumurtadan çıkmış o yılın yavrusuna bir kere bile üreme şansı vermeden hemen öldürüyorsunuz! Bu da global ve bölgesel popülasyon dinamiği üzerinde ciddi etkiler bırakıyor.” şeklinde konuştu.
“İnsanlık Olarak Karar Aşamasındayız”
ODTÜ Erdemli Kampüsü Deniz Bilimleri Enstitüsü öğretim üyesi Doç. Dr. Korhan Özkan, buzulların erimesinin, iklim değişikliğinin sadece kutuplar için değil tüm dünya için etkileri olacağını vurguladı. Türkiye’nin de bu etkilerden müstesna olmayacağını belirten Özkan, “Ne yazık ki çağımızda büyük bir yok oluş yaşıyoruz. Mesela Adana’da çok güzel arkeolojik bir müze açıldı, orada yer alan Roma mozaiklerine baktığınızda çeşit çeşit hayvanlar var; aslanlar, parslar, filler… Bu topraklarda 1890’lara kadar aslan yaşıyordu, o ihtişamlı hayvanlar Ege ovalarında cirit atıyorlardı. O çizgili büyük 300-400 kiloluk kaplanlar son resmi kaydı Şırnak’ta 1970’lerde bulundu. Pars, leopar hala çok az sayıda olsa da var. Afrika Savana’ya gidip büyük safari turlarıyla gördüğümüz canlılar aslında Anadolu ekosisteminin ve kültürünün bir parçasıydı. Bir kısmını yok etmezsek hala tutunmaya çalışıyor; pars ve leopar bunun önemli bir örneği. Ama bunun dışında Artvin’in ılıman yağmur ekosistemi Tropiklerden çok da geri kalır değil. Karçal Dağları’nın çevresi çok ihtişamlı ormanlarla kaplı. Afrika belgesellerinden izlediğimiz sırtlan Çanakkale’de, İzmir’de 1990’lara kadar kaydı vardı ve hala Güneydoğu’da çok yaygın. Hala Hatay’da dağ ceylanı ya da gazel dediğimiz ceylan popülasyonu var. Dolayısıyla hala yaşama tutunan çok ihtişamlı bir ekosisteme sahibiz. Ancak ne yazık ki etkiler çok dramatik boyutlarda.” dedi.
Kent olarak, ülke olarak, insanlık olarak bir karar aşamasındayız: Doğanın bizle birlikte var olmasına izin verecek miyiz, hep beraber yok mu olacağız?
Dünyada el değmemiş alanların yüzde 15’in altına indiğini belirten Özkan, “Dünyada üretilen enerjinin, maddenin yüzde 50’si doğrudan ya da dolaylı olarak insan tarafından kullanılıyor. Biz sadece bir türüz ve bizimle birlikte ismini koyduğumuz 2,5 milyon canlı türü daha var! Bu dramatik bir durum. Bu umutsuz bir durum mu? Ben umutsuz olduğumuzu düşünmüyorum. İnsan ve doğa belki cennet bahçesi şeklinde değil ama en azından varlığını sürdürerek yaşayabilir. Bunun nasıl olacağı önemli. Bir yaşam stili değişikliği yapmamız lazım. Eskiden milli parkları çözüm olarak görürdük ancak etkimiz o denli büyük ki milli parklarla doğayı korumak mümkün değil, hangi hayvana diyeceğiz milli parka git de orada yaşa? Bu mümkün değil, dolayısıyla yeni bir yol bulmamız lazım o da kentte hem insanı hem de doğayı bir arada var edecek çözümler bulmalıyız. Örneğin deniz kaplumbağalarının yeniden üremesi için nesi eksik, kumsal ve deniz ihtiyacı olan. İkisi de var! Üremesi için tek yapmamız gereken diğer etkileri, insan etkilerini kontrol etmek. Biz izin verdiğimiz sürece Akdeniz fokları yeniden Mersin Limanı’na çıkabilir, deniz kaplumbağaları yeniden kumsallarımızda var olabilir. Bunlar başarılabilecek şeyler. Sadece kent olarak, ülke olarak, insanlık olarak bir karar aşamasındayız: Doğanın bizle birlikte var olmasına izin verecek miyiz, hep beraber yok mu olacağız? Ben umut görüyorum, giderek farkındalık artıyor, akademilerimiz çalışıyor, kentlerde örgütsel etkinlikler yapılıyor. Yolun sonunda ışık görüyorum.” diye konuştu.
“Yaban Hayatının Bizimle Var Olmasına İzin Vermeliyiz”
Mersin’de Erdemli sahilinde canlı hayatı inceleyen Doç. Dr. Özkan kurdukları fotokapanlarla şehirde geceleri adeta bir yaban hayatının uyandığını gözlemlediklerini belirterek, bu bölgelerin korunması gerektiğini vurguladı: “Bunları yerleştirdiğimizden beri farkına vardık ki akşamları bir doğa parkı haline geliyor çevre. Tilkiler, porsuklar, sansarlar, bazen kuşlar, yaban tavşanı, oklu kirpi fotokapanlara yakalanan türlerden. Oklu kirpik bizim bildiğimiz kirpi değil. Köpek boyutunda leoparlarla güreşen bir tür, Lamas Kanyonu’nda Doktorun Yeri’ne (piknik alanı) gece gidin, sizin gündüz bıraktığınız karpuz kabuklarını kemiriyorlar. Geceleri buralar cıvıl cıvıl bir yaban hayatına dönüşüyor. Gece biz uyurken yaban hayatı uyanıp bizim bulunduğumuz alanlarda yaşamaya çalışıyorlar. Yaban hayat zaten içimizde, sadece bizimle birlikte var olmasına izin vermemiz gerek. Anadolu’nun avantajlı yanı dağlık olması. Çok dağlık bir coğrafya olduğu için birçok canlıyı yok etmeye insanlığın eli ulaşamamış. Oklu kirpik de bunlardan biri, bu tür aktif olarak avlanıp yemek olarak tüketilen bir anlı. Mersin’de de sürekli avcılığı yapılıyor. Bunca yıl saklanmış, hala saklanmaya devam ediyor.” dedi.
Türkiye’nin kritik bir eşikte olduğunu belirten Özkan, “Endüstriye de geç adım attığımız için dağları o kadar düzleyememişiz. Doğa var olmaya devam etti. Şu an o kritik aşamadayız. Anadolu artık koruyup korumayacağına karar verecek. Avrupa’nın yaşadığı yok oluşla yüz yüzeyiz. Önümüzdeki birkaç on yıl çok önemli, bir dönüşüm sağlayabilirsek seçimimizi doğru yaparsak yok etmeden var olabiliriz. Yoksa Avrupa’nın yolunu gitmek zorunda kalacağız: Önce yok edip sonra geri kazanmak! Bu çok pahalı bir yol! Bugün İngiltere yeniden yabanlaşma projeleri yürütüyor, Danimarka’ya bizon saldılar, fil salalım mı diye düşünüyorlar. Eğer böyle devam ederse büyük bir yok oluşu global yaşamakla yüz yüzeyiz. Ümit var. Bugün bütün gazetelerde İsveçli bir kızın Avrupa Parlamentosu’na kadar çıkışını konuşuyoruz. ABD’de Trump iklim kriziyle mücadeleye destek vermeyeceğini açıkladı, ertesi günü Fransa Amerikalılara özel bir program başlattı ve Amerika’da iklim değişimi çalışmaları yapamayan bilim insanlarına çalışmalarına Fransa’da devam edebilmeleri için 10’ar milyon destek sağladı. Bu savaş tek taraflı değil. Biz doğru yerde durmalıyız. Bizim ve gelecek nesiller için varoluşsal bir dönüm noktası.” diye konuştu.
“Habitat Kaybı En Temel Sorunumuz”
1985 yılından beri Türkiye kıyılarında, denizlerinde ve su altında nesli azalan türleri araştıran ve koruyan Sualtı Araştırmaları Derneği (SAD) Kurucu Üyesi Cem Orkun Kıraç, yunuslar, su samurları, yeşil deniz kaplumbağası, Akdeniz foku gibi canlıların kıyılara çok bağımlı olduğunu, bu canlılar için kıyıların sanıldığından çok daha değerli olduğunu belirtiyor. Türkiye’de nesli tehlike altında olan türlerin en temel sorununun yaşam alanı kaybı olduğunu belirten Kıraç, “Doğal yaşam alanları yok ediliyor, tahrip ediliyor, parçalanıp bölünüyor, bu şekilde insan eliyle meydana gelen habitat kaybı en temel sorunumuz. Bütün dünyada da Türkiye’de de en temel faktör bu. Su altı ve kıyılar için de temel sorunumuz aynı. Mesela nesli tehlikede olan Akdeniz foku ve ada martısı için temel sorunlarımızdan biri bu; kıyı alanları denizden girişli mağaraların üzerlerine ve yakınlarına yapılan oteller, turistlik tesisler, limanlar, marinalarla imara açılması, betonlaşması. Yine soyu azalan Tepeli karabataklar kayalarda ve uçurumlarda yaşarlar. Artık uçurumun tepesine bilinçsizce evler yapılıyor. Deniz kaplumbağalarının en önemli yok olma nedeni dişilerinin yumurtlamak için çıkabilecekleri sağlıklı kumsallara ulaşamamaları. Bu kumsalların hem arkasındaki hinterlandına hem de üstüne yapılar yapılıyor. Hayvana yumurtlayabilecek alan bırakılmıyor, yumurtlayamazsa neslini devam ettiremez. Günübirlik yapılaşma adı altında da habitat tahribatı yaşanıyor.” dedi.
“Az sayıda katılımcıyla dar çerçevede hazırlanan, konusunda uzmanlaşmış akademisyen ve dernekler olmadan planlanmış mevzuat sonunda ciddi itirazlara ve fikirsel çatışmalara neden olur”
Çevre Bakanlığı son yıllarda hayata geçirdiği “Korunan Alanlar Yönetmeliği” projesinin en büyük eksikliğinin günü bilirlik tesisler için yol yapılmasını serbest hale getirmesinin önemli bir sorun olduğuna işaret eden Kıraç, “Bir doğal alana yol açtığınız zaman zaten birçok şeyin önünü açıyorsunuz. Bu çok büyük bir tehlike! Ve günübirlik tesislerin kullanılabilir yoğunluk kriteri yok. En büyük eksiklik nitelikli koruma alanları kısmının kriterlerinin baştan gözden geçirilmesi gerekiyor. Birine izin verildi aldı, ikincisi de aldı, üçüncüsü de bastırdı aldı! Oraya bir tane otel yapmak yerine misal sahile 3 tane çay bahçesi yapıldığında çok daha tehlikeli! İnsanlar oraya yığılacak, kaplumbağa gelir mi, Akdeniz foku gelir mi, ada martısı gelir mi? Oraya karga bile, martı bile gelmez. Bu nedenle korunan alanlarda nitelikli koruma alanları teknik kriterleriyle birlikte yönetmeliği de işini bilen uzman akademisyen ve derneklerle birlikte hazırlanması gerekir. İstişare ve muakabat olmadan yapılan yönetmelik ve mevzuat sonunda bir şekilde itirazlara maruz kalıyor. Dar çerçevede hazırlanan az sayıda katılımcı istişareler olmadan konusunda uzmanlaşmış akademisyenler ve dernekler olmadan hazırlanan mevzuat sonunda ciddi itirazlara ve fikirsel çatışmalara neden oluyor ve maalesef bilimsel gerçekliği de yansıtmıyor.” dedi.
Türkiye’de çok fazla nesli tehlike altında olan canlı olduğunu belirten Kıraç, ” Türkiye’nin biyolojik çeşitliliği çok fazla. 12 bin bitki türümüz ve bunun 3 bin çeşidi de endemik (bölgeye özgü bitki türü). Canlılar açısından da önemli noktadayız. 3 bölgenin (Asya, Afrika, Avrupa) kesiştiği noktadayız. Fakat böyle günlere sığınıp çevrecilerin, akademisyenlerin, derneklerin çok fazla beyanatta bulunmaları boşa vakit. Bu günler çalışıp doğanın, ağacın korunması gereken alanları korusak bence çok daha verimli geçer. Ayrıca biz Sualtı Araştırmaları Derneği olarak doğa koruma ve planlama konusunda her zaman resmi kurumlarla iş birliği yapmaya da hazırız. ” diye konuştu.
Bizi Takip Edin