‘Türkiye’de İyi Tanıklık Yapılmıyor’
Toplumsal travma; kitleleri etkileyen, yaşamın olağan akışını sekteye uğratan durumlar olarak tanımlanıyor. Travma Çalışmaları Derneği ise Türkiye'de travma alanında düşünüp konuşmayı mümkün kılacak platformlar yaratmaya ve bu alanda multidisipliner olarak kolektif çalışmanın önemine vurgu yapmak için yola çıkmış bir dernek. Derneğin kurucularından Melis Demircioğlu ve Nergiz Özdemir Eke ile dernekleşme hikayelerini ve Türkiye'nin travmalarını konuştuk. Toplumsal travmaların giderilmesinde 'iyi tanıklık' yapılmasının önemine vurgu yapan Nergiz Özdemir Eke, "Türkiye'de iyi tanıklık yapılmıyor" dedi.
Travma Çalışmaları Derneği nedir, neler yapar? Nasıl çalışmaları var?
Melis Demircioğlu: 31 Aralık 2014’te kurulduk. Bizi bir araya getiren, Bilgi Üniversitesi’nde New York Columbia Üniversitesi işbirliği ile açılan Travma Çalışmaları Sertifika programı oldu. Derneğin kurucuları da o programda eğitim alan kişilerdi. Bu eğitim sürecinde bu alanda sivil toplum bilinciyle bir şeyler yapmak istediğimize dair fikirler oluşmaya başladı. Mesleki ve sosyal anlamda bir şeyler paylaşan bir ekip çıktı ordan ve ilk olarak “Anadolu Travma Çalışma Günleri” isimli etkinlik düzenlendi. Çok sayıda akademisyenin konuşmacı olarak katıldığı bu etkinlik dernekleşme sürecini hızlandıran önemli bir basamak oldu. Bu sürecin devamında Bilgi Üniversitesi Sosyal Kuluçka Merkezi’ne başvurduk ve destek aldık. Bu sayede kurucular, üyeler ve gönüllüler olarak sivil toplum kuruluşu olmak konusunda oradan pek çok şey öğrenme şansını yakalamış olduk.
TÇD olarak neler yapıyoruz, öncelikle mümkün olduğunca travma alanında düşünüp konuşmayı mümkün kılacak platformlar yaratmaya ve bu multidisipliner alanda kolektif çalışmanın önemine vurgu yapmaya çalışıyoruz. Bu amaçla iki kongre, bir belgesel dizisi, on altı söyleşi düzenledik. On yedinci söyleşi Mayıs ayında gerçekleşiyor. Bunlarla beraber bu alanda çalışan çok sayıda sivil toplum kuruluşu ve meslek örgütünün temsilcileri ile beraber katılım göstereceği “Türkiye’de Travma Çalışmak” başlıklı bir etkinliğin hazırlığı içerisindeyiz.
Nergiz Ö. Eke: Bu söyleşiler, bu konuda sivil hareketliliğinin az olduğunu düşündüğümüz için tasarladığımız bir projeydi. Yola bir grup ruh sağlığı çalışanı olarak çıktık ancak farklı disiplinlerden bir çok insanla bir araya gelip interaktif bir çalışma ortaya koyduk. Bu seride tutulamayan yaslardan edebiyatta travmaya, çocuk travmasından sinemada travmaya kadar bir çok konuyu konuştuk. Katılımların yüksek olması bu konunun konuşulma ihtiyacını ve kişilerin temasta kalma arzusunda olduğunu da gösteriyor.
Psikososyal dayanışma ağı nedir? Kimlerden oluştu, nasıl bir araya geldi?
Melis Demircioğlu: Suruç Psikososyal Dayanışma Ağı olarak başlayan süreç 10 Ekim’de Ankara Garı’nda gerçekleşen patlamadan sonra Psikososyal Dayanışma Ağı’na dönüştü. Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV), Türk Tabipler Birliği (TTB), Türkiye Psikiyatri Derneği (TPD), Türk Psikologlar Derneği (TPD), Sosyal Hizmet Uzmanları Derneği (SHUDER), Çift ve Aile Terapileri Derneği (ÇATED), Toplumsal Dayanışma İçin Psikologlar Derneği (TODAP) ve Travma Çalışmaları Derneği (TÇD) Psikososyal Dayanışma Ağı İstanbul bileşenlerini oluşturuyor.
Türkiye’de psikososyal destek faaliyetlerinde bulunanlar bir afet ya da kitleleri etkileyen olağan dışı durum meydana geldiğinde ruh sağlığı çalışanları olarak meslek örgütlerimiz aracılığıyla hızlıca bir araya geliriz. Suruç’ta da alanda çalışan insanlar birbirleriyle hızlıca haberleştiler ve bir koordinasyon süreci başladı. Bu koordinasyonun akabinde taziye ziyaretleri ve ihtiyaç değerlendirme çalışmaları yapıldı, olaydan doğrudan veya dolaylı olarak etkilenen bireyler için bilgilendirme broşürleri hazırlandı. Hem Türkçe, hem Kürtçe olarak hazırlanan bu broşür ve kitapçıklar yaygınlaştırıldı. Travma sonrası kişiler erken dönemde hangi psikolojik tepkileri veriyor, baş etmek için neler yapmalı, hangi durumda ileri bir destek için uzman yardımına başvurmalı gibi sorulara cevap veriyordu bu kitapçıklar. Böylece bir çok kişiye ulaşılmış oldu PSDA’nın bu çalışmaları sayesinde. Ağın üyelerine de eğitimler verildi bu süreçte, onları da koruyacak bir sistemle yürütüldü çalışmalar. Süreci değerlendiren toplantılar yapılarak deneyimler raporlaştırıldı. Şu an olası bir travma afet ve kriz durumunda yeniden faal duruma geçebilecek donanımı ile beklemede olan, kıymetli akademisyenlerin, klinisyenlerin ve STK’ların bir arada olduğu büyük emekler vermiş bir oluşumdur.
Toplumsal travmayı nasıl tanımlarsınız?
Melis Demircioğlu: Kitleleri etkileyen, yaşamın olağan akışını sekteye uğratan durumlar olarak tanımlayabiliriz. Bireysel travma nasıl bireyin gündelik yaşantısını etkiliyor, işlevselliğini bozuyorsa, toplumsal travmalar da aynısını toplumlara ya da toplumun çeşitli kesimlerine aynısını yapıyor. Sadece olayı yaşayanlar değil aynı zamanda olayla özdeşleşenler de etkileniyor. Örneğin İstanbul’da, 2016 çok zor bir yıldı. Türkiye’de her zaman terör vardı belki ama en burnumuzun dibine geldiği zamanlardan biriydi 2016. O gün Atatürk Havalimanı saldırısında orada değildik ama yine de evlerimizde ‘evet, ben de orada olabilirdim’ dedik. Bir özdeşleşim kurduk. İnsanlar o dönemde toplu taşıma araçlarına binmekte güçlük çektiler. Sadece o olaydan etkilenenler değil, sadece onların yakınları değil, sadece gözlemleyenler değil -bunları vurguluyorum çünkü travma tanımında bunlardan bahsedeniz- orada olmayan toplumun diğer özdeşleşen kesimi de etkilendi. Toplumsal travma dediğimiz şey budur sanırım.
Burada mesele haklı haksız demek değil olanları görmek buna tanık olmaktır. Sivil olarak, uzman olarak, sahada çalışan insanlar olarak oradaki bu belki çaresizliği görmek gerekiyor.Doğu’da görev yapan bir arkadaşımla konuştuğumda bana hala yas tuttuklarını anlattı, ‘düğünler eskisi gibi değil’ dedi. Tam bu anda onun o duygusuna eşlik edebiliyorsak -bu acımak değil- bu iyi tanıklıktır. Ya da birileri çıkıp diyecek ki “sizi görüyoruz, üzgünsünüz biliyoruz.”
Nergiz Ö. Eke: Toplumsal düzeyde cereyan etmiş travmaları kişiler ve toplumlar aslında meşrebine göre yaşıyor. Kimisi daha çok etkileniyor kimisi bir diğeri kadar değil. Kişinin kaynakları, yaşam ve siyasi pratikleri, dayanma gücü birkaç belirleyici neden. ‘Yok saymak, olmamış gibi davranmak da bazen bir baş etme biçimi olabiliyor. Neticede yaşadığımız yere, toprağa olan güvenlik algımız zedelendiğinde birçok şey bizim için artık daha tahammül edilemez hale geliyor. Örneğin patlamanın olduğu yerde bulunmadınız ve bundan birincil düzeyde maruz kalmadınız ama ‘’ya orada olsaydım, ya sevdiklerimden biri orada olsaydı, ya tekrar patlama olursa’’ gibi endişelerle toplumsal travmanın tezahürlerini kendi yaşamımızda farklı düzeyde ve şiddette yaşamaya başlayabilirsiniz.
Eğer travmatik olaylar hala yaşamımızda tüm gücüyle devam ediyorsa ve kendini tekrar tekrar gösteriyorsa önlemler almaya başlıyoruz. O yerlere gitmemek gibi. Kalabalık alanlarda bulunmamak gibi mesela.
Travma ister toplumsal ister bireysel düzeyde olsun illa duygusal yıkımla sonuçlanmak zorunda değildir. İyileşerek ve güçlenerek de çıkılabilir bu süreçten. Yaşadıklarımız dayanma gücümüzü aştığında travmatize oluyoruz ama toplumsal dayanışma, ötekinde anlaşıldığını hissetmek buradan güçlenerek de çıkmamızı sağlayabiliyor.
Türkiye toplumunun psikolojisi nasıl ?
Nergiz Ö. Eke: Net, güvenlik algımız zedeleniyor. Güvende olduğumuzu hissetmek insan canlısının temel ihtiyaçlarındandır. 2016 yılında ne çok travmadan bahsettik üzerine konuştuk değil mi? Oysa ki Türkiye toplumu toplumsal travmalarla ilk defa 2016 yılında tanışmadık. Birçoğumuzun belki doğmadığı zamanlarda başlayan ama şimdilerde daha çok sembolize olan bir durumdan bahsediyoruz. Türk halkının Kürt halkı ile yüz yüze geldiği, farklı dinlerden, mezheplerden, kimliklerden kişi ve grupların ayrıştırıldığı dönemler oldu ve olmaya da devam ediyor. Ancak artık daha çok konuşuyoruz ya da daha çok konuşmaya ihtiyaç duyuyoruz. Şiddet ülkeden mahalleye, mahalleden eve kadar sirayet ediyor. Çünkü şiddet dili bulaşır. Her yere tezahür eder. Kişi ya da toplumlar yaşadıkları sancıların, acıların muhatabını bilmek ister. Ben bunu neden yaşadım sorusunu muhatabına sormak ister. Eğer o muhatabı bulamazsa ki bu bir devlet ya da kişi olabilir, halleşmek güçleşiyor. Hakkaniyete giden yolda bir arayış var ve sağlanmazsa kabaca iyileşmek dediğimiz şey yerini bulmayacaktır
Bütün bunlara günümüzde yaşadığımız başka hangi travmalar var peki?
Nergiz Ö. Eke: Çarşıya pazara gittiğinizde en temel sebzeleri alamıyorsanız ya da sayarak almak zorunda kalıyorsanız ekonominin de kişiyi nasıl travmatize edebildiğini konuşabiliriz.
Günlük hayatın içerisinde, sokakta bunları neden farkedemiyoruz ?
Nergiz Ö. Eke: Elimizdeki kaynakları sonuna kadar kullanmaya çalışıyoruz.. Başa çıkma yollarından biri de bu. Bu ne demek? Kendimizi korumak, kaygılarımızla başa çıkabilmek için bazen yok sayıyoruz burnumuzun dibine gelene kadar. Bu topraklara aidiyetinizi engelleyecek, güveninizi en ufak sarsabilecek bir şeyi önce yok sayabiliriz. Yaşam pratiklerimize hiçbir şey olmamış gibi devam edebiliriz. Ancak psikolojik travma yüktür. Sırtınızda uzun süre yaşayamazsınız.
Yurtdışına gitme isteğinin bu dönemlerde artması da buna bağlanabilir mi?
Nergiz Ö. Eke: Bence bu konu çok fazla kişisel dinamiklerle ilgili. Ama temelde evet güvende hissetmemek temel sorun. Sizi güvende hissettirecek neresi ise o arayış kendini gösterebilir.
Melis Demircioğlu: İnsanlar güvende olmak, adalete inanmak ve emeklerinin karşılığını almak istiyorlar.
Nergiz Ö. Eke: Burada iyi tanıklık yapmak çok önemli. “Öteki”ni görmek. Türkiye’de iyi tanıklık yapılmıyor.
İyi tanıklığı bize biraz açabilir misiniz? Nedir iyi tanıklık?
Nergiz Ö. Eke: Mesela bir arkadaşınız yanınıza geldi ve size tecavüze uğradığını söyledi. Siz bunu yok saydığınızda, ‘o bunu yapmaz’ dediğinizde, arkadaşınıza ‘bu işin peşini bırak’ dediğinizde iyi tanıklık yapmamış oluyorsunuz. Toplumsal meselelerde de durum böyle. Ülkenin bir yanında bombalar patladığında siz bunu görmezden geldiğinizde iyi tanıklık yapmamış oluyorsunuz. Ne biz ne de devlet iyi tanıklık yapmadı bütün bunlar olurken.
Burada mesele haklı haksız demek değil olanları görmek buna tanık olmaktır Sivil olarak, uzman olarak, sahada çalışan insanlar olarak oradaki bu belki çaresizliği görmek gerekiyor.Doğu’da görev yapan bir arkadaşımla konuştuğumda bana hala yas tuttuklarını anlattı, düğünler eskisi gibi değil dedi. Tam bu anda onun o duygusuna eşlik edebiliyorsak -bu acımak değil- bu iyi tanıklıktır. Ya da birileri çıkıp diyecek ki “sizi görüyoruz, üzgünsünüz biliyoruz.”.
Yani meselenin kimlikler bazında karşılığı ne olursa olsun yasta ortaklaşmak gerek diyorsunuz.
Nergiz Ö. Eke: Evet, tam da bu. Yası birlikte tutmalıyız. Acıya, yok edilmeye ve tekrar “var olmaya’’ olan direncimizde ortaklaşacağız.
O zaman Türkiye’deki yas kültüründen biraz bahsedelim. Türkiye toplumu birlikte yas tutabilen bir toplum mu?
Melis Demircioğlu: Yasın ayrıştırılarak, ölümlerin, kayıpların mukayese edildiği, önemsizleştirilip değersizleştirildiği durumlar da yaşandı ne yazık ki. Ancak belki de son yıllarda herkesin bir noktada canının yanması, acıların birbirine karışmasıyla birlikte, yaslar da birleşmeye başladı. Türk, Kürt, Ermeni, Alevi, Sünni, Sağcı, Solcu o partili, bu partili demeden herkes birbirinin yasına sahip çıkmaya başladı, bu benim de yasım dediler. Hrant Dink için yapılan yürüyüşlerde hepimiz Ermeniyiz dedi insanlar. Bunlar önemli örnekler bu anlamda. Ama şu da bir gerçek ki Türkiye’de kültürel olarak yas tutmayı bilen insanlarız, insaniyeti güçlü bir toplumuz aslında.
Yeni Zelanda’da yaşananlarla ilgili sosyal medyada Türkiye’de yaşanan patlamalarda yakınlarını kaybedenlerin yazdıklarını gördük. Bizim de evlatlarımız öldü, neden böyle yas tutulmadı diye soruyorlar. Bazı ölümlerin yasının tutulabileceği bazılarınınsa tutulmayacağını görüyoruz bu durumda. Bu durum bir toplumu nasıl etkiler, nasıl bir yarılmaya sebep olur?
Nergiz Ö. Eke: Oradaki benim çocuğumdan daha değerli gibi hissettiriyor insanlara. Hâlbuki değerli olan hayattır. Mesela Suruç patlaması sonrası kurulan PSDA çatısı altında bizler de dernek olarak görev aldık. Ailelerle ve yaralılarla görüşmelere katıldık. İnsanlar bir muhatap istiyorlardı. Hatta Bir araya geldiler, kendi aralarında bir dayanışma ağı oluşturdular çünkü birinin çıkıp bütün bu yaşanılanların sorumluluğunu üstlenmesini istediler. İnsanların “Bu çocukların yasını sizinle birlikte tutuyoruz” demeleri bile iyileştirici bir şey olacaktı O yüzden Yeni Zelanda’da ya da herhangi bir yerde gerçekleşen böylesi ölümlerin hiçbir farkı yok bir diğerinden
Melis Demircioğlu: Yeni Zelanda sonrası TÇD tarafından yapılan açıklama bütün yaşananlara genellenebilir: “Bu insanlığa karşı işlenen bir suç”
Toplumsal travmaların çözümü için neler yapmalıyız?
Nergiz Ö. Eke: Önce kendimizi koruyarak üzerimize düşen ne varsa yapmalıyız. Kendi mesleki formasyonumuzla durduğumuz yer ne ise bunun mücadelesini hep birlikte vereceğiz, tek ve ayrı değil. “Baba” denilen bütün bunların adını koyan şiddet dilinden vazgeçmesi ve daha kapsayıcı, daha koruyucu ve kollayıcı bir dil kullanması için hep birlikte mücadele edeceğiz. “En yukarıda’’ şiddet dili kullanılırsa aşağıya da aynen yansır. Biz ve onlar söylemi kalkmalı. Yukarıya kafamızı kaldırdığımızda -devlet mekanizmasından bahsediyorum- hepimiz dönüp dolaşıp oraya bakmıyor muyuz? O size parmağını sallayarak baktığında, tıpkı bir çocuğun babasıyla/annesiyle göz göze gelmek istememesi gibi başınızı öne eğersiniz. Biz de belki şu an bunu yaşıyoruz.
Peki sivil toplum neler yapabilir? Nasıl bir aradalıklara ve iş birliklerine ihtiyacımız var?
Melis Demircioğlu: Bir kere bir aradalıklara ve işbirliklerine net şekilde ihtiyacımız var. “Nasıl”ı bir adım sonrası ama “biz bunu nasıl çözeriz”in cevabı; birlikte ve el ele. Başka bir yol bilmiyoruz. Bir araya gelmeli birbirimizi işitmeliyiz. Birlikte hareket etmeliyiz. Başka türlüsü mümkün değil. Birey olarak hepimizin yapacağı şeyler var hem de tüm kimliklerimizle yapabileceğimiz şeyler var. Ben bir psikolog olarak da bir aktörüyüm bunun, bir kadın olarak, bir anne olarak, bir öğrenci olarak, bir eğitimci olarak ve bir insan olarak aktörüyüm. Her kimliğimle her yerde yapacağım bir şey var. Travma Psikolojisi derslerimde bir sınıf dolusu öğrenciye aktardığım her bir şeyi toplumsal dönüşüm veya mesleki dönüşüm adına önemsiyorum örneğin. Çünkü o öğrenciler bir süre sonra o “bir aradalığın” parçası olacaklar.
Nergiz Ö. Eke: Bir de görünür kılmak gerekiyor. Travma döneminde iyileşmeyi mümkün kılan şey daha çok konuşmaktır. Daha çok sembolize olmasını sağlamaktır. Mesela -iyileşme diyoruz ama travma bir hastalık değil aslında, anormal bir duruma verilen normal bir tepkidir. Eğer konuşamaz, sümen altı edersek boynumuza kement olur. Bugün Ermeni halkının, bunca yıl üzerinden geçmesine rağmen -travma dediğimiz kuşaklar arası aktarılıyor çünkü- kimlik mücadelesinin devam ediyor olması bundan. Toplumda da insanlar bir şeyleri sembolize ediyorlar, mesela diyorlar ki bu taş bize yaşatılanların sembolüdür, o zaman o simgeyi hepimiz kabul etmeliyiz.
Burda satır arasında başka kimliklerin yasını görünür kılmak ve “kimlikler arası geçişlilik”i mümkün kılmaktan bahsettiniz. Bizim için Yeni Zelanda’nın en çarpıcı noktalarından bir tanesi kadınların başörtüsü takıp “Biz de Müslümanız” deyip camiyi korumalarıydı, bu da bize “Hepimiz Ermeniyiz” söylemini hatırlattı. Orda kendi kimliklerimizi bir kenara bırakıp başka kimliklerle empati kurabilmekten bahsediyoruz.
Nergiz Ö. Eke: Çünkü simgesel, onda anlamlı ve iyi gelen bir simge. Ben seninleyim demek bu, o halkın inancını, yaşadıklarını sembolize ediyorsa, alıp başının üstüne koymak, orada bunu yaşayanlar için önemli bir iyileşme sağlıyor.
Yani siyasi bir kaygı ile yapılmış bir hamle bile olsa doğru hamle…
Nergiz Ö. Eke: Neden olmasın. Neden yapıldığını bir kenara bırakıp insanların yaşadıklarını, ne hissetiklerini konuşmak gerekiyor. Duygular ve anlam arayışı siyasetin çok üstündedir.
Devletin makbul vatandaş tanımlaması eskiden de travmatize ediyordu şimdi de ediyor. Peki onarıcı adaletten biraz bahsedebilir misiniz biraz da?
Nergiz Ö. Eke: Yıllarca çocuklarını bulamayan bir anne ve baba, çocukları gözaltında kaybolmuş ve ne dirisine, ne de ölüsüne ulaşabiliyorlar. Üzerinden 30 yıl geçmiş. Anne çocuğum çocuğum diye ölüyor. Onarıcı olmayan bir adalet bin kez daha “öldürür’’ Bir süre sonra acı bir kenara konulup adalet arayışı bir mücadeleye dönüyor.
Melis Demircioğlu: Empatiyi kolaylaştırmak için belki daha mikro örneklerden bahsetmeliyiz. Yolda giderken çocuğunuza araba çarpıyor. Siz bunun sorumlusunun kim olduğunu öğrenmeye çalışıyorsunuz. Öğrendiğinizde de adalet tecelli etmiyor ve ceza almıyor sorumlu olan kişi. Acısıyla tek başlarına kalıyor insanlar. Onarıcı adaletten söz etmek mümkün olmuyor.
Nergiz Ö. Eke: Hepimizin takip ettiği, detaylarına hakim olduğumuz yakın zaman örnekler var. Çocuklar tecavüze uğradı. Okumak için gittikleri yurtlarda yanarak öldüler. Burada yapılması gereken en temel şey adaletin sağlanmasıdır. Her kimse bu olayda sorumlu/sorumlular adalet karşısına çıkarılmalıdır.
Seçim zamanları akrabalarını dahi siliyorlar sosyal medya hesaplarından. Desteklemediği parti lehine paylaşımlarda bulunuyor diye. Halbuki tam da ihtiyacımız olan şey bizim söylediğimizden farklı bir şey söyleyeni de duymak ve onu anlamak değil mi? Bu denli anlaşılmak ihtiyacı içerisindeyken, ötekini anlamaya, duymaya yönelik bu direncimiz, tahammülsüzlüğümüz neden? Birbirimizi anladıkça birbirimize yaklaşacak, yaklaştıkça bütünleşecek ve aydınlığa kavuşacağız.
Yerini bulmayan adaletin getirisi olarak nasıl olsa düzelmeyecek diğer adli yollara başvurmama konusu var bir de konuşmamız gereken. Bu durumun toplumdaki etkisi nasıldır?
Melis Demircioğlu: Tam bir öğrenilmiş çaresizlik durumu aslında. Bir kere bu bizi sadece bireysel değil toplumsal olarak da umutsuzluğa sevk ediyor. Bir insanın temel haklarından yoksunluğu demek çünkü bu. Başına bir şey geldiğinde bununla ilgili hukuki bir mücadeleye girmekten imtina etmek demek. Kafamızda hukuki mücadelemizden sonuç alıp alamamakla ilgili hiç bir soru işareti doğmamalı. Ya da bu mücadeleye girersem işimden olurum, ayrımcılığa uğrarım ya da dışlanacağım diye korkularımız olmamalı. İnsanlar bunları çok yaşadılar çünkü.
Sosyal medya bir rahatlama aracı gibi görünüyor ama aslında orada da bir baskı mekanizması var. İnsanlar yazdıklarını sürekli gözden geçirme ve kontrol etme ihtiyacı hissediyorlar. Çünkü bir linç mekanizması işliyor.
Melis Demircioğlu: Kendimizi ifade etmekle alakalı rahat değiliz, güvende hissetmiyoruz. Paylaşılan herhangi bir yorumun başlarına dert açabileceği kaygısını hissetmemeli insanlar. Bizden farklı düşünenleri linç mekanizmasını işletmeden dinleyebildiğimizde belki o zaman toplumsal bir iyileşmeden bahsedebiliriz. İnsanlar kendi görüşlerini savunurken ayrı görüşlere karşı kulağını gözünü kapatmayı tercih ediyor sıklıkla. Seçim zamanları – belki siz de görmüşsünüzdür çevrenizde- akrabalarını dahi siliyorlar sosyal medya hesaplarından. Desteklemediği parti lehine paylaşımlarda bulunuyor diye. Halbuki tam da ihtiyacımız olan şey bizim söylediğimizden farklı bir şey söyleyeni de duymak ve onu anlamak değil mi? Bu denli anlaşılmak ihtiyacı içerisindeyken, ötekini anlamaya, duymaya yönelik bu direncimiz, tahammülsüzlüğümüz neden? Birbirimizi anladıkça birbirimize yaklaşacak, yaklaştıkça bütünleşecek ve aydınlığa kavuşacağız.
Nergiz Ö Eke: Münferit her olayda elimizin saniyesinde uzandığı bir sosyal medya var ve kabul edelim çok güçlü. Yüz yüze ifade etmekte zorlandığımız endişe ettiğimiz birçok şeyi bu mecrada paylaşabiliyor, olaya dair düşüncelerimizi ifade edebiliyoruz. Buna ihtiyaç duyuyoruz. Bunu yapmaya götüren ihtiyacı iyi anlamak gerekiyor. Çünkü orada olmanın sınırı, çerçevesi de belli değil. Paylaşımların karşılığı endişe, korku ile sonuçlanıyorsa ve bunun örnekleri günbegün artıyorsa yazmaktan, paylaşmaktan kaçınabiliyoruz. Paylaşımlara ortak görünmemek için arkadaş listesinden çıkarabiliyoruz. Korku, endişe çok gerçek duygular. Bu tutumda bu yüzden oldukça anlaşılır.
Sivil toplumun, hukukçuların ve gazetecilerin travma sürecindeki insanlarla yürüttükleri çalışmalarda ikincil travma denilen bir şey var, bu konuda neler yapılmalı peki?
Melis Demircioğlu: Bu konu son yıllarda daha fazla dikkat çekmeye başladı. İkincil travmatizasyon ve tükenmişlik, mesleği gereği travma ile uğraşan bireyler için son derece önemli ve muhakkak üzerinde durulması gereken bir mesele. Özellikle kurumlara düşen çok sorumluluk var, çalışanlarını desteklemeliler; çalışma saatlerinin uzamaması, dengeli bir iş yükü, çalışanlardan belli aralıklarla öz bildirim alınması, hizmet içi eğitimler ve süpervizyon desteği çok önemli. Bunlara çalışanların psikoterapi almasının zamansal ve finansal olarak desteklenmesini de eklemeliyiz. Bireysel olarak da yapılacaklar var elbette. İkincil travma ve tükenmişlikten korunmak için psikolojik özbakıma gereken özeni göstermek en fazla vurgu yaptığımız konu. Bu ne demek, kişinin uyku, beslenme, egzersiz gibi fiziksel sağlığa ilişkin temel alanlarda özenli davranması, dinlenmek ve sosyal yaşam için dengeli şekilde zaman ayırmak, sağlıksız baş etme yöntemlerini fark etmek ve yerine daha sağlıklı ve işlevsel olanları koymak ve mesleki dayanışmayı arttırmak adına akran süpervizyonları düzenlemek diyebiliriz.
Eklemek istediğiniz bir şey var mı?
Melis Demircioğlu: Travma konusunda yapılan çalışmaların artması gerektiğini düşünüyoruz. Yapılması gereken çok şey var. Özellikle travma ile ilişkili alanlarda çalışan veya çorbada tuzum bulunsun diyen herkesi derneğimize emekleriyle destek olmaya davet ediyoruz. Bu röportaj davetinde bulunarak derneğimiz adına konuşma ve bu keyifli sohbeti gerçekleştirme şansı tanıdığınız için Sivil Sayfalar ekibi olarak sizlere teşekkür ederim.
Nergiz Ö Eke: Dayanışmanın ve bir aradalığın önceliğinde mücadele etmenin kıymetli olduğunu düşünüyorum. Zor zamanlarda yaşıyoruz. Yükümüz ağır ama dayanışarak üstesinden gelebileceğimizin inancını kaybetmeyelim.
Bizi Takip Edin