Toplu Sözleşme Uzmanı İrfan Kaygısız: STK’lar Birer İşyeri Ve Çalışanları da İşçi
Sivil toplum çalışanlarının çalışma koşullarını tartışmaya devam ediyoruz. Birleşik Metal Sendikası Toplu Sözleşme Uzmanı İrfan Kaygısız’la çalışma koşullarını, bu koşulları yaratan sebepleri ve sivil toplumda sendikal mücadeleyi konuştuk. Kaygısız “Bu alanın sorunları çok, işler geçici, daimi çalışanlar azınlıktayken proje bazlı çalışanlar çoğunlukta ve işin geçiciliğinden kaynaklı örgütlenme arayışı zayıf” diyor.
“STK’lar emek sömürüsünün en yoğun olduğu alanlardan bir tanesi”
-Sivil toplumu emek meselesi üzerinden nasıl değerlendiriyorsunuz?
STK’lar emek sömürüsünün en yoğun olduğu alanlardan bir tanesi. İlginç ve çelişik bir durum var. Bir kısım sivil toplum kuruluşları emek alanına duyarlı toplumsal işler, projeler, faaliyetler sürdürüyor ama aynı zamanda da emeğin en hor kullanıldığı alanlardan bir tanesi oluyor. Sendikalar da buna dahil olabiliyor bazen.
Birkaç nedeni var: bir tanesi bu kuruluşlar hak temelli kuruluşlardır. Burada çalışan kişilerin büyük kısmı aslında sosyal ve politik duyarlılık sahibi insanlardır. Dolayısıyla çalıştıkları yere temelli gelir kaynağı olarak bakmakla birlikte bunu aşan bir duygu, düşünce ve politik durum içindedirler. Diğer taraftan da benzer refleksle hareket eden işveren, STK “yönetici” si var. Onlara göre; orası kar amacı güden bir kuruluş değildir, artı değer üreten bir yer değildir. Bu gibi gerekçeler üzerinden çalışanları en yoğun şekilde sömürürler.
-Bunları örneklendirir misiniz?
Çalışanların sendikalaşmak istediği bir sivil toplum örgütünde, sivil toplum kuruluşu yöneticisi çok net olarak şunu söylüyor: “burası kar eden bir kuruluş değil ki! Siz neden sendikalarla uğraşıyorsunuz?”. Aslında birkaç nedeni var bunun. İnsanların sendikalaşması, sadece artı üreten bir yerde değildir. Dolayısıyla sendikalaşmanın kendisi ek bir ücret almak demek değildir, bir dolu başka güvenceye sahip olmak demektir. Ayrıca bir dayanışma ve toplumsal ilişki demektir.
Dernek ve vakıfların örgütlenmesine sıcak bakan, kendisi de bu minvalde kurulmuş olan bir STK, kendi çalışanlarının benzer şekilde örgütlenmesinden rahatsız oluyor çünkü onlar örgütlenince, herhangi bir işyeri gibi kendi inisiyatifi doğrultusunda çalışmayacak artık. Kurallar olacak, toplu sözleşme olacak, sendika temsilcisi vs. olacak. Dolayısıyla, çalışanları istediği gibi çalıştıramayacak. Yoğun sömürü vs. gibi keyfiyetin kendisi ortadan kalkacak.
Bir başka durum ise; STK’larda kar etmeme gerçek bir durum. Projelerin belli gelirleri var ve bunların dağılımı belli. Projede çalışan kişiler, pozisyonuna göre tabii, bunları biliyor. Bu bir gerilim işte. Yani hem onu bileceksin, hem de çalışma koşullarını iyileştirme çabası içerisinde olacaksın.
STK yönetici çoğunlukla çubuğu öbür tarafa bükerse -ki çalışanlardan yana bükmüyor çoğunlukla, diğer tarafa büküyor- bu çalışanların mağduriyetinin artmasına neden oluyor. Projelerde sigortasız çalışan çok sayıda arkadaşımız da var örneğin. Çünkü kurumun projeden gelir elde etmesi gerekiyor, o öyle bakıyor. Projeden gelir elde etmekse sadece resmi proje bütçesindeki ayrılan payı kullanmakla olmuyor. Bazı dolambaçlı yollara girmekten geçiyor. Giderlerin farklı gösterilmesinden geçiyor. Çalışan personele verilen miktarı 1000 TL gösterip 500 TL vermek gibi yöntemler çok yaygın bildiğimiz yöntemler. Bu nedenle, buradaki çalışma koşulları geleneksel işyerlerinden çok farklı. Tabii buradaki işverenler de farklı.
Çalışma koşullarında da farklılıklar var. Özel sektörde işçiler genelde haftalık 45 saat çalışıyor, haftanın belli günlerinde çalışıyor, fazlasında çalışırsa mesai oluyor ve karşılığında ücretini alıyor.
Bir işçi, işyerinden çıkınca işyeri ile olan bağı kopuyor. Kendi sosyal yaşamına dönüyor ancak sivil toplum alanında çalışanlar için durum böyle değil. Neredeyse tümüne yakını, cep telefonları ve laptoplar nedeniyle sürekli çalışma ve mesai içerisindeler. Yöneticisi arayabilir ve sürekli telefonlara, e maillere bakmak zorundadır vs. Dolayısıyla; mesai kavramı STK’larda fiilen ortadan kalkmış durumdadır. Çalışma saati süresi bu anlamda söz konusu değildir, zaman zaman işverenler de buna küçük imtiyazlar tanırlar. Çalışanın bir saat geç gelmesine göz yumar ama akşam iki saat fazladan çalıştırır. Bu anlamda sivil toplum, esnek çalışmanın yoğun olduğu alanlardan bir tanesi ve bu, tümüyle pozitif bir esneklik değildir. Çalışan, işyerinden erken çıkabilir, mesaisini evde yapabilir ancak o maile bakmak, o telefona cevap vermek zorundadır. Bu fazladan çalışmanın ücretlendirmede bir karşılığı yoktur.
Bir STK işçisinin herhangi bir mavi yakalı fabrika isçisinden temel olarak farkı mesai kavramının hem süre olarak hem para olarak ortadan kalkmış olması. Toplantılar diğer partner kuruluşlara göre ayarlandığında bazen hafta sonuna bazense akşam saatlerine sarkabiliyor. Peki akşam bu arkadaşlar diyelim Suriyelilerle ilgili bir proje toplantısına katıldıklarında fazla mesai alıyorlar mı? Hayır. STK’larda fazla mesai gibi bir kavram var mı? Hayır. Ben fazla mesai ücreti alan bir stk çalışanı tanımıyorum . Yani fazla mesai ücreti dışında herhangi bir yan hakkı olan bir STK çalışanıyla da karşılaşmadım. Hani varsa bile çok istisnadır. Aynı zamanda “Ben akşam 5’te 6’da çıkıyorum, bu saatlerden sonra gelen maillere bakmam, cevap vermem” diyen bir STK çalışanı da görmedim. O da yok, dolayısıyla çalışma saatlerinin belirsizliği aynı zamanda sosyal yaşamını etkileyen bir sonuç doğuruyor. Dışarıda gidip oturacak, arkadaşlarıyla eğlenecek ama öbür taraftan zaman zaman gelen telefonlara bakması lazım, gelen maillere cevap vermesi gerekiyor. Özellikle yurtdışı ilişkilerinde “ama oradakiler haber bekliyor, bu acil” şeklindeki gerekçeler üzerinden fazla çalışmanın koşulları yaratılıyor.
-Sivil toplumun sektörleşmesi hakkında ne düşünüyorsunuz?
Çalışma yaşamı olarak ifade ettiğimiz geleneksel sektörler (sanayi, hizmet vs.) açısından bakıldığında, hizmet sektörünün bir alt kolu olarak elbette yer edinmiş durumda. Bu anlamda, istihdam açısından dönemsel olarak genişleyen dönemsel olarak daralan bir sektörden bahsedebiliriz. Bu daralma ve genişleme, zaman zaman içinde bulunulan politik koşullar, özellikle Avrupa ile olan ilişkiler, uluslararası ilişkiler, Türkiye’deki siyasal koşullarla bağlantılı olarak gerçekleşiyor. Çünkü projelerin önemli bir kısmı Avrupa’dan alınan fonlarla uygulanıyor. Buralarla olan ilişkilerin gelişim seyri de, Türkiye’deki siyasal koşullara göre değişebiliyor. Bu durum, STK’ların ilgi alanlarını etkiliyor. Örneğin; son 5 senedir herkes Suriye ile ilgili projeler üretiyor. Daha öncesinde kadın meselesiyle ilgili projeler üretiliyordu.
Son dönemde STK’lar siyasal iktidarın denetimine alınmış durumda. Eskiden, Türkiye’deki bir partner kuruluş Avrupa Birliği’ne doğrudan proje verebiliyorken, şimdi o kanal hükümet eliyle kontrol edilir hale geldi. Bu, bir anlamıyla STK’ların da politikleşmesine yol açtı. Hükümetin kendi belirlediği alanlara STK’ları yönlendirmesi sonucunu doğurdu.
Bu STK’ların bağımsızlığı ve kendi faaliyet alanına ilişkin bir gerilim alanı.
-Gerilim alanı olarak tanımladığınız konuyu biraz daha açar mısınız?
Örneğin; ben kategorik olarak demokrat, aslında muhalif bir sivil toplum kuruluşuyum. Muhalif kimliğim net olduğu için hükümet bana herhangi bir proje yönlendirmiyor. Dolayısıyla o muhalif kimliğimi perdelemek zorunda kalıyorum, o alanda ses çıkarmamaya çalışıyorum. Aksi takdirde partner kuruluş olarak herhangi bir proje alamayacağım. Bu nedenle kuruluşlarınn terbiye edilmesi, ehlilleştirilmesi, denetlenmesi, söz konusu oluyor.
Hükümet, kendine yakın STK’lara proje verme eğilimini gittikçe güçlendiriyor. Özellikle AB fonlarını… Ülke fonları belki bu kapsamda değil. Dolayısıyla, sektörün yüzünde böyle bir değişim hali yavaş yavaş başladı. Nereye gideceğini henüz bilmiyoruz ama eskisi gibi rahat, bağımsız ve gerektiğinde siyasal iktidarın hoşuna gitmeyecek projeler hazırlanamaz oldu.
-Bu dediğiniz önemli. Bir STK’nın politik görüşü, alacağı fonları belirsizleştirdiği için çalışanlarına vereceği sözü de belirsizleştiriyordur.
Evet, çalışana yansıması böyle oluyor. Bu anlamda, istihdam edeceği profil de farklılaşıyor, olumlu olan ilişki de farklılaşıyor.
-Buradan yola çıkarak, sivil toplum çalışanlarının özgür düşünme imkanlarının kısıtlandığını söyleyebilir miyiz?
Aynı zamanda bunu söylemek istiyordum. Kurum olarak sivil toplum kuruluşları duruşlarını açıktan lanse etmezken, çalışanların da kendini politik olarak terbiye etmesi sonucuna yol açıyor. Görüntüsel olarak. İçsel bir terbiyeden bahsetmiyorum. Politik fikirleri bir anda değişmiyor tabii, o fikirleri ifade etmekten imtina ediyorlar. Sansüre uğruyor, denetim altına alınıyor, görünür olmak istemiyor, açıklama yapmıyor vs… Çünkü bir STK’da çalışan bir kişi, sosyal medyada ya da başka bir alanda bir laf söylediğinde, kurumuyla bir ilişki kurulacağı için bazen doğrudan bazen de oto-kontrol şeklinde kendini denetime alma ihtiyacı hissediyor.
-Peki bir idealden bahsedersek; sivil toplum çok idealize edilen bir alan. Özellikle üniversiteli bir gencin dışarıdan gördüğü kadarıyla çalışmak isteyeceği bir alan. Hem hak temelli bir alan hem fikrini ifade edebileceği bir alan olarak kurgulanmış. İdealden oldukça uzakta olduğunu az önce belirttiniz. Bu ideal koşullarla kıyaslarsak neler söylemek istersiniz? Hangi konularda eksik olduğumuzu düşünüyorsunuz?
Birincisi, STK çalışanlarının bu idealleştirme meselesinden vazgeçmeleri gerekiyor. Bulundukları kurumla özdeşleşmekten vazgeçmeleri gerekiyor. Şöyle bir örnek vereyim; bir toplantı esnasında bir kurum çalışanları diyor ki: “kurumumuz bize kendi sosyal ya da politik faaliyetlerine katılmamıza izin vermiyor”. Vermez çünkü sen oranın çalışanısın. O kurumun iş yaptığı hedef kitle değilsin. Sen oranın çalışanı olarak kendi haklarını talep etmelisin. Diyelim sendikalar eylem yapıyorsa git, ona katıl. Ona katılma talebinde bulun ama o kuruluşun faaliyetine (çalışanlara yönelik olmayan faaliyetleri kast ediyorum) katılmanı engelliyor diye serzenişte bulunma. Burası senin için işyeri. Bir işyerinde işçi-işveren ilişkisi nasılsa burada da bunu kurmak zorundayız.
-Yani siz diyorsunuz ki; o kadar da idealleştirmeyin, sonuçta burada emeğinizi satıyorsunuz.
Aynen öyle. Orası herhangi bir işyeri. Bir fabrikada işçi nasıl emek gücünü satıyorsa, bir STK’da çalışan işçi de farklı bir biçimde emek gücünü satıyor. Dolayısıyla ilişkiyi de buna göre kurgulamalıyız. Öbür şekilde, daha politik bir ilişki kurulduğunda bunun karşılığı olmuyor ve gerilim alanları yaratıyor. Bu gerilim alanları da kendisi için mutsuzluğa ve sömürüye yol açıyor.
Bu açıdan, “burası bir işyeri, herhangi bir işyerinden farklı olabilir ama işyeri ve burada ben karşılıklı kurallar içerisinde çalışıyorum” diyebilirse bence daha mutlu olur. Hem de o idealleştirme diye gördüğümüz, gereksiz abartılan rollerden de sıyrılmış olur.
Hem çalışma ilişkisi hem politik mücadelenin iç içe geçtiği alan sorunlu bir alandır. İkisi iç içe geçmemeli, geçemez. Hem ücretli iş ilişkisi hem eşit ilişki… Böyle bir hayat yok. Bundan biraz kurtulmamız lazım. Bu psikolojiden kurtulmamız lazım. Burası bir işyeri ve biz ücretli ilişki içerisindeyiz.
-Bu mantığa yöneticinin de uyması lazım aynı zamanda. İşveren demek daha uygun olur aslında.
Aslında teknik anlamda işveren oluyor. İşveren illa kar edilen bir yerde olmayabilir. Oranın gelirlerini, projelerden elde edilen gelirlerini yönetiyor. Ona karar veriyor. Bu onu işveren yapıyor aynı zamanda. Ben bir sendikada çalışıyorum ve sendikanın yönetimi teknik olarak benim işverenim. Sonuçta ben çalışma koşullarımı, izin durumumu, maaşımı onlarla konuşuyorum. Bu anlamda işverenim.
-Çalışanların az önce bahsettiğimiz eksikleri aşma noktasında başvurdukları yöntemler neler? Sendikalaşmaya varamayan, eksiklerle mücadele etme yöntemlerini kast ediyorum.
STK’ların bu anlamda göreli avantajları var. Sosyal ilişkilerin daha iç içe geçtiği bir alan. Kişisel yabancılaşmanın daha az olduğu bir alan. Fabrikada işçi makineleşiyor genelde ama STK’da sosyal ilişki daha gelişiyor, iş sonrası oturmayı da kapsıyor vs. Bir hukuk oluşuyor bu anlamda. Bu hukuku çalışma ilişkisinin farklılaşmasına dönüştürmesi de mümkün. Bunu içerde bir dayanışma, örgütlenme formu olarak görebilir. Yani, iş çıkışı oturduğunda “bu yönetici böyle davranıyor. Yarın hep birlikte gidelim ve konuşalım” diyebilir. Bu teorik olarak mümkün ama pratikte sorunları var. İçerden aykırı sesler bu anlamda dezavantaj oluyor. Çokça karşılaşılan bu. ”Burası kar eden bir kurum değil, kapasitesi buna yetmez, o yönetici iyidir vs.” söylemleri kendi iç örgütlenmesini, mücadelesini zedeliyor. Yani hem avantajı hem de dezavantajı var. Avantajı daha fazla tabii.
-Bu yöntemlerden biri olarak sendikalaşmaya geçebiliriz. Sendikalaşmanın nasıl bir yöntem olduğundan, neden bu kadar zor olduğundan bahsettiniz. Gerekliliği ve neden zor olduğu konusunu biraz daha açacak olursak; sivil toplum neden sendikalaşmalı ve neden sendikalaşamıyor?
STK’lar birer işyeri ve çalışanları da işçi. Fiilen de işçilik yapıyor. Onun mavi yakalı olması, beyaz yakalı olması, statüsü, unvanı, mezun olduğu bölüm çok da önemli değil bu anlamda. Toplamda bu bireyler de işçi sınıfının üyeleri. Hepsi İş Kanunu’na tâbi.
Türkiye’de çalışmak için iki statü var. Ya devlet memurusunuz ya da işçisiniz. Ya 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’na bağlısınızdır ya da 4857 sayılı İş Kanunu’na bağlısınızdır. Sivil toplumda çalışanlar da İş Kanunu’na tâbidir.
Statü, yabancı dil ve eğitim seviyesi, unvanı önemli değildir. STK çalışanları da bu anlamda işçi sınıfının üyeleridir. İşçi sınıfınınsa en gelişmiş örgütlerinden biri sendikadır. Başka örgütlerinden de bahsedebiliriz (dernek, vakıf vs.), böyle örnekler dönemsel olarak üretilebiliyor ancak en gelişmişi sendikalardır. Dolayısıyla bu alanda çalışan kişiler, çalıştıkları işyerinde işçiler ve örgütlenmeleri bir üst başlık olarak gerekliliktir.
İkincisi; iç ilişkiler, işverenle kurulan sosyal yakınlık, yöneticiyle olan ilişki, koşulların düzelmesi noktasında çok fayda sağlamıyor. Yani, bir çalışan rahatça yöneticisine gidip, “… bey/hanım, şunu şöyle yapalım” diyemiyor. Ancak bir başka kurum ve mekanizma, bunu onun adına rahatlıkla söyleyebilir. Sorunun çözümü noktasında daha rahat inisiyatif alabilir. Bu her işyeri açısından geçerli, STK’lar açısından daha fazla geçerli.
Başka işyerlerinden farklı olarak, STK çalışanları yöneticilerine korkudan dolayı gitmeme halinden öte, yöneticisiyle kurduğu sosyal ilişkinin zarar görmesini istemediği için gitmiyor. Bu anlamda bildik refleksleri göstermiyor. Üretim yavaşlatmıyor örneğin. Bu bir zorluk ve bu zorlukla baş edebilmenin en kolay yolu da sendikalaşmak. Başka alan kalmıyor.
Bir de bu alanlar dönemsel çalışma ilişkilerinin yoğun olduğu alanlar. Proje bazlı çalışma ilişkileri yoğun. Proje bitecek ve çok sayıda işçi işsiz kalacak. Kıdem tazminatı da verilmeyecek (yaygın olarak). Örneğin; ben bir dönem uluslararası bir projede çalıştım ve proje bittiğinde bütçede kıdem tazminatı kalemi olmadığı gerekçesiyle tazminat alamadım. Fakat bu işverenin sorunu olmalı. İşveren işi projelendirirken ve bütçeyi oluştururken bunu ön görebilmeli. Çünkü bu bir yükümlülüktür. Hukuk gereği herhangi bir şekilde işçiyi işten çıkartıyorsan kıdem tazminatını ödemekle yükümlüsündür. Tazminat verilmeyeceği çoğunlukla proje başlangıcında söylenir ancak bu yine de onları haklı kılmaz.
Dolayısıyla, bu gibi sorunları elbette sendika gibi mekanizmalar çözecek. Sadece çalışma süresi içerisindeki sorunları değil, çalışma süresinin bitiminde de yaşanan ciddi mağduriyetlere ancak sendikalar çözüm üretebilecektir. İç dayanışma ile bu sorunlar çözülemiyor. “Dışarıdan” bir resmî kurum gelmeli ve “bunu böyle yapmazsanız dava açarız, ifşa ederiz vs…” demeli, bu anlamda bir sosyal baskı uygulanmalı.
-Sivil toplumdaki “gönüllülük” pozisyonu sigortasız çalıştırılmaya çokça imkân veriyor.
Evet, emek sömürü bir yönüyle de bunun üzerinden şekilleniyor. İnsanların politik ve sosyal faaliyet sürdürme eğilimleri vardır. Bu kurumlar, zaman zaman insanların bu eğilimlerini ve çabasını alenen suiistimal ediyor, sömürüyor. Ben herhangi bir konuda bir sosyal çalışmanın parçası olmak isteyebiliyorum ancak bu öngördüğümüz süre ile sınırlı olmuyor. Sonrasında bu bedava çalışmaya doğru bir kapı aralıyor. Ben gönüllü olabilirim ama yönetici; “burada kaynak var ve emeğinin maddi karşılığını verebilirim” diyebilir ve demelidir de.
Gönüllülük genellikle suistimal edilen bir şey. Kendim de örneklerine şahidim. Kaynak var ancak bazı işlerin yürütülmesinde gönüllü kaynağın kullanılması yönünde baskıya maruz kalıyorsunuz. Çünkü o kaynak kullanılmadığında kuruma kalacak. O kurum da oradan elde ettiği gelir ile sürdürülebilirliğini sağlayacak. Ancak bu kurumun sorunu, orada emek harcayan kişinin sorunu değil.
-Sendikalaşmanın Türkiye’de neden az başvurulan bir yöntem olduğunu netleştirdik. Peki sendikalaşma konusunda Avrupa’daki sivil toplum kuruluşları ne durumda?
Çok farklı değil aslında. Abartılıyor ancak çok farklı değil. Bu konuda çok özel bilgi sahibi olmamakla birlikte, Avrupa’daki genel sendikalaşma oranlarını biliyorum. Oralara baktığımızda, böyle bir yoğunluğun olmadığını söyleyebiliriz. Hatta Avrupa’da sivil toplum kuruluşlarının da bizdeki denli yoğun olmadığını düşünüyorum. Çünkü bizde sivil toplum kuruluşları bir geçim kaynağı olarak görülüyor. Projecilik özellikle. Yurtdışında birçok fon kaynağı mevcut ve belli başlıklarda “para” veriyorlar.
Avrupa’da sivil toplum sektörel olarak bu kadar geniş değil, çalışma ilişki ve koşulları da bizdeki gibi değil. Emek sömürüsünden ve gönüllülüğe dayalı sömürüden söz edemeyiz.
-Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?
Bu alanın sorunları çok, işler geçici, daimi çalışanlar azınlıktayken proje bazlı çalışanlar çoğunlukta ve işin geçiciliğinden kaynaklı örgütlenme arayışı zayıf. STK çalışanları, kısa dönem çalışacağı bir yer için sendikalaşmak gibi bir çabaya girmek ya da çalışmasını zora sokacak bir işe kalkışmak istemiyor. Sonra mutsuz da olsa başka bir arayışa girişmiyor, baştan durumunu kabulleniyor.
*Kapak fotosu: The Guardian/Martina Pauková
Bizi Takip Edin