Orman(cılık Politikası) Yangınları
"Yanıyoruz. Ormanlarımız yanıyor. Hem de her geçen gün daha da şiddetlenerek, bir öncekinden daha fazla insan-hayvan canına, doğa tahribatına mal olarak.
Sivil Sayfalar ve Yeşil Gazete ortaklığında bu soruna el atalım, gündeme taşıyalım istedik.
Gezegen çapında sorunu kavramak, yerelde durum tespiti yapmak, kimlikler işin içine girdiğinde orman yangınlarına karşı tavırda değişim oluyor mu (bknz. Dersim Yangınları) araştırmak , uzmanlara danışmak ve en nihayetinde dosya konusunun bittiği an itibarı ile kapsamlı bir #OrmanDosyası içerik dizgesini önünüze sunmaktır ana gayemiz.”
Orman mühendisi Doç. Dr. Cihan Erdönmez geçmişten günümüze Türkiye’nin orman politikalarını yazdı.
Osman Ragıp, Ali, Osman, Sadullah, Behçet ve tahriratı ecnebiye odası memurlarından Markar.
Bu altı isim 1857 yılında kurulmuş olan orman mektebine kabul edilen ilk öğrencilerin isimleridir.
Osmanlı’nın memleket ormanlarının önemini anlaması Batılı ülkelere göre gecikmiş, anlamaya başladığında da onların kılavuzluğuna ihtiyaç duyulmuştur. O dönemde Fransa ile olan siyasi yakınlaşma nedeniyle bu ülkeden, ormanların bir usulü cedide ve muntazamaya rabtı için (1) (ormanların yeni bir usul ve düzene bağlanması için) Mösyö Lois Tassy ve Mösyö Alexsandre Stheme adında iki mühendis, yıllık altışar bin Frank maaşla Türkiye’ye getirtilmiş ve bunlardan özellikle Mösyö Tassy’nin çabalarıyla 1857 yılında ülkenin ilk orman mektebi kurulmuştur. Bu mektep, kısa bir süre önce tam 60 yıldır bağlı olduğu İstanbul Üniversitesinden koparılan Türk ormancılığının kutup yıldızı olan Orman Fakültesinin çekirdeğidir.
Bu mektepten yetişen ormancılar ilk olarak 1839 yılında Ticaret Bakanlığına bağlı olarak kurulan ve zaman içerisinde değişik bakanlıkların çatısı altında görev yapan ormancılık örgütünün kadrosunu oluşturmuş, o dönemin ormancılık anlayışı henüz emekleme aşamasında olmasına karşın ülke ormancılığının temelleri atılmaya başlanmıştır. 1870 yılında çıkarılan Orman Nizamnamesi de ormancılığa özel ilk yasal düzenleme olma niteliğiyle tarihteki yerini almıştır. Ne var ki, Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılma dönemiyle paralel gelişen bu süreç Cumhuriyet kurulana kadar bilimsel ve teknik temellere dayalı bir ormancılıktan söz etmeyi olanaklı kılmamıştır.
Ulusal kurtuluş mücadelesinin başarıyla sonuçlanmasını takiben yapılan devrimlerin belirli bir noktaya gelmesinden sonra ormancılık ülkeyi yönetenler tarafından mercek altına alınan konulardan birisi olmuş, 1937 yılında ilk Orman Yasası çıkarılmış; ormancılıkta devlet işletmeciliği benimsenerek ilk devlet orman işletmeleri kurulmaya başlanmış ve Orman Genel Müdürlüğü kurulmuştur. Bu nedenle, 1937 yılı ülkemizde bilimsel ve teknik ormancılık evresinin başlangıcı olarak genel kabul görmüştür. 1933 üniversite reformunu takiben, Orman Mektebi Ankara Yüksek Ziraat Enstitüsüne beşinci fakülte olarak bağlanmış; ilk iki yılı Ankara sonraki iki yılı İstanbul’da yürütülen bu eğitim modelinin doğurduğu sakıncalar giderilmek üzere 1948 yılında Orman Fakültesi İstanbul Üniversitesine bağlanmıştır. 1956 yılında ise 1937 yılında çıkarılan Orman Yasası revize edilerek bugün hala yürürlükte olmasına karşın, özellikle 1980’li yıllardan itibaren değiştirile değiştirile bambaşka bir yasa haline getirilen 6831 sayılı Orman Yasası çıkarılmış; 1961 Anayasası’na da, ilk defa olmak üzere ormancılıkla ilgili koruyucu içerikli bir madde eklenmiştir.
Türkiye’de ulusal ormancılık politikasının temelinde bu üç unsurun, yani uzun yıllar İstanbul Üniversitesi Orman Fakültesi tarafından temsil edilen bilimsel anlayış, Anayasa ve Orman Yasası tarafından şekillendirilen yasal çerçeve ve 1969 yılında bakanlık haline dönüştürülen ve kökleri çok eskilere dayanan modern ormancılık örgütünün bulunduğu akıldan çıkarılmamalıdır.
Bugün Türkiye’de korunmuş olan ve varlığını sürdürebilen ne kadar orman alanı varsa, kökleri Osmanlı İmparatorluğu döneminde atılan ve Cumhuriyet’le çağdaş ve bilimsel bir çehre kazanan bu unsurların sayesindedir. Fakat ne acıdır ki, bu üç unsur da özellikle son 40 yılda ardı ardına ağır darbeler almaktadır.
1961 Anayasası’na konulan ve ormanları koruyucu nitelik taşıyan 131. madde siyasetçiler tarafından hemen eleştirilmeye başlanmış, bu maddeyi değiştirmek üzere çeşitli girişimlerde bulunulmuş ve 1970 yılında bugün kamuoyunun 2b olarak bildiği ve ormanlara çok büyük zararlar veren uygulamanın önünü açan değişiklik TBMM tarafından gerçekleştirilmiş; 1973 yılında da bu değişikliğe uygun olarak Orman Yasası değişmiştir. Orman Yasası’nda 1956-1975 yılları arasındaki 20 yıllık dönemde, en önemlisi yukarıda açıkladığımız 2b uygulaması olmak üzere beş kez değişiklik yapılmıştır. Ne var ki, izleyen yıllar çok daha vahim bir süreci gözler önüne sermektedir. Şöyle ki, 6831 Sayılı Orman Yasası 1982-2001 yılları arasındaki 20 yıllık dönemde 10 kez, 2003-2018 yılları arasındaki 16 yıllık dönemde ise tam 25 (yazıyla yirmi beş) kez değiştirilerek, belki de dünya tarihinde emsali bulunmayan bir rekora imza atılmıştır. Üstelik bu 25 değişikliğin 21 tanesi TBMM tarafından çıkarılan kanunlar aracılığıyla yapılırken dört tanesi Kanun Hükmünde Kararnameler yoluyla gerçekleşmiştir.
Doğal olarak denilebilir ki değişen koşullara uyum sağlamak üzere kanunlar da zaman içinde değişmelidir. Bu görüşe katılmamak mümkün değil elbette. Ancak, şu da kesindir ki kanun değişiklikleri her zaman toplumun çoğunluğunun yararına olmalı ve bunun için de kılı kırk yararak formüle edilerek, toplum düzeni, uygulama kolaylığı ve adalete zarar vermeme gibi nedenlerle nadiren ve zorunluluk durumunda düşünülmelidir. Hemen tamamı ormanlardan adeta parçalar koparan, toplumun genelinin değil belirli bazı kesimlerinin yararını ön planda tutan ve örneğin 2008, 2010, 2012, 2013, 2014 yıllarında ikişer kez, 2018 yılında üç kez ve 2011 yılında tam dört kez aynı kanunda değişiklikler yapmanın ne toplum yararı ne de akıl ve bilimle açıklanabilir bir yanı bulunmamaktadır.
Yasal düzenleme bazında bu şekilde olan tablo örgütsel düzenleme bazında da çok büyük bir farklılık göstermemektedir. 1969 yılında Orman Bakanlığı çatısı altında şekillenen ormancılık örgütü 1981 yılından bu yana tam altı kez kökten değişikliğe maruz bırakılarak altı farklı bakanlığın bünyesine entegre edilmeye çalışılmıştır. “Tarım, Orman ve Köyişleri Bakanlığı”, “Çevre ve Orman Bakanlığı”, “Çevre, Orman ve Şehircilik Bakanlığı”, “Orman ve Su İşleri Bakanlığı” ile “Tarım ve Orman Bakanlığı” gibi her biri bambaşka amaçlara hizmet etmesi gereken organizasyonların içerisine 1839 yılından beri var olan, 1857 yılından beri spesifik eğitimi yapılıp uzmanı yetiştirilen bir disiplini monte etmeye çalışmak en hafif tabiri ile ciddi bir öngörüsüzlük olarak adlandırılabilir. Bu disiplinin, bu mesleğin mensuplarının motivasyonlarını yüksek tutarak ülke ormanlarını korumak konusunda canla başla çalışmasını beklemek ise büyük bir hayalcilik olarak tanımlanabilir. Hele hele atama ve görevlendirmelerde somut ve tarafsız kriterlerin bulunmadığı, liyakat ve başarının hiçbir anlam ifade etmediği, şuculuk buculuğun tek geçer akçe olduğu, gerekli sayıda teknik personelin neredeyse yarısıyla bütün iş ve işlemlerin yapılmaya çalışıldığı ve son yapılan kanun değişikliğiyle yeni alınacak mühendisler için merkezi sınava ek olarak mülakat kayırmacılığının yeniden hayata geçirildiği bir örgütten söz ediyorsak, sonucu şimdiden tahmin etmek çok da zor olmasa gerekecektir.
Ve nihai darbe Orman Fakültesine vurularak ülke ormanları ve ormancılığı için acil durum sirenleri çalar hale getirilmiştir. 1970’li yıllara kadar yalnızca İstanbul Üniversitesinde bulunan ve 1970’li yıllarda sayısı ikiye çıkan Orman Fakültelerinin bugünkü sayısını bir anda ben bile söyleyebilecek durumda değilim. Özellikle 1990’ların ilk yarısından itibaren hiçbir plan ve programa, ihtiyaç analizine dayanmadan ardı ardına ve rastgele orman fakülteleri açılmış, yetersiz akademik ve fiziksel altyapı ile eğitime başlayan bu fakülteler ormancılık eğitiminin ve orman mühendisliğinin kalitesini aşağı seviyelere çekmiş, ormancılık örgütünde görev alan bu mühendisler yoluyla da mesleki başarı çıtası aşağılara doğru hızla düşmüştür. Son olarak, ülke ormancılığının kutup yıldız dediğimiz İstanbul Üniversitesi Orman Fakültesi de tarihsel bağlarından koparılarak bölünme yoluyla kurulan İstanbul Üniversitesi-Cerrahpaşa’ya (kelime oyunu yapmıyorum, üniversitenin resmi adı bu) bağlanarak kurumsal aidiyet ve motivasyona çok ağır bir darbe indirilmiştir.
Ormancılığın uzağında olanlar ülke ormanları için en büyük tehdidin orman yangınları olduğunu sanırlar genellikle. Önemli bir sorun olmakla birlikte ulusal ormancılık politikasının temellerinde çıkan ve kısaca özetlemeye çalıştığım bu yangının yanında orman yangınlarının sonuçları çok daha kabullenilebilir ölçüdedir bana göre. Tarihin acımasız ve tarafsız merceği bütün bunları olanca çıplaklığıyla gözler önüne serecektir elbette. Fakat ne yazık ki, tarih olanları anlatabiliyor ve bu yolla gelecek için öğretici olabiliyorken kaybedilenleri geri getirme şansına hiçbir zaman sahip olamayacaktır. Bu nedenle, bu yangının sorumluluğu kibriti çakanlar kadar sesini çıkarmadan izleyenlerin de omuzlarına yapışacaktır.
(1) 1856 Ormanların Muhafaza ve İdareleri İçin Fransa’dan Getirilen İki Mühendis Tarafından Açılacak Kursta Yetiştirecekleri Talebe ve Ormanların Keşfedilmesi ve Sairesi Hakkında Meclisi Alii Tanzimat Mazbatası’nda yer alan ifadedir (Kaynak: Kutluk, H. 1948. Türkiye Ormancılığı ile İlgili Tarihi Vesikalar. OGM Yayınları, Özel Sayı 56).
Bizi Takip Edin