Pride: Dünyada Neler Oluyor? – 2

Her gün dünyanın bambaşka yerlerinde birbirinden oldukça farklı sorunlarla yüzleşmek zorunda bırakılan göçmenler ve mülteciler, gökkuşağının renklerine sarıldılar ve umut meşaleleriyle her karanlığın içerisinde birlikteliğin gücünü göstererek her birimize inanılmaz dersler verdiler.

İki ayaklı olarak plandığım yazıların birinci ayağında Pride’ın Haziran ayı içerisinde dünyanın “kutlanılabilen” şehirlerinde birçok engellemeye rağmen yılmadan nasıl kutlandığını ve birçok insana nasıl umut kaynağı olduğunu tarihi geçmişinden kısa bilgiler de vererek aktarmaya çalışmıştım. Yazının ikinci ayağında ise dünyanın tüm ülkelerinin ortak görünür sorunu olarak karşımıza çıkan göçmen ve mülteci sorununa da değinerek gökkuşağının renklerinin nasıl bu sorunlar içerisinde bile parlayabildiğini ve en fazla umutsuzluğa düştüğümüz anlarda birlikteliğin ve görünürlüğün gücünü nasıl yanımızda hissedebileceğimizi anlatma çabasında olacağım.

Eşcinsellik hala yaşadığımız dünya üzerinde 72 ülkede yasadışı olarak kabul ediliyor, 8 ülkede ise eşcinsellik idam ile cezalandırılıyor. Bu seneki Londra Pride’ın ülkemizde erişimi bulunmayan kısa filminde verdikleri mesajlar aslında bu konuya dair daha ayrıntılı bir farkındalık yaratmak amaçlanmış. “Somewhere over the rainbow / Gökkuşağının üzerinde bir yer” olarak isimlendirdikleri kısa filmin tamamına, aralarında bu yılın başında evlenen transgender çift Jake Graf ve Hannah Winterbourne’nin de olduğu LGBTQ+ bireyler can vermiş. Kısa film ülke sınırlarımız içerisinde erişilir olmasa da yayınlanan tanıtım videolarından kimisinin içeriklerine ulaşılabiliyor; içerikler kısaca şöyle aktarılmış: “Her 5 LGBT+ bireyden 1’i ailesinden kimliğini gizliyor.” / “Londra’da LGBT+ bireylerin neredeyse yarısı nefret suçuna maruz bırakılıyor.” / “Her 3 LGBT+’den biri oldukları kişi yüzünden sözel olarak aşağılanıyor.”

https://www.youtube.com/watch?v=Zs1GtAJWPo4

Verilen alındığı aynı araştırmaya göre LGBT+ bireylerin %84’ü heteroseksüellerle kıyasladıklarında kendilerini açıkça ifade etmekte zorlandıklarını iletmiş. %44’ü ise başkaları tarafından tehdit edildiğini veya kendisini sürekli olarak tehdit altında hissettiğini, %46’sı ise sözlü istismara uğradığını belirtmiş.

Ki bu aslında hepimizin yakın bir tarihten de bildiği ve hala faillerinin herhangi bir yargılanmaya tabi tutulmadığı bir olay olan, Çeçenistan’daki eşcinsel kamplarında gerçekleşen katliamı yeniden ve yeniden hatırlatıyor. Çeçenistan’da yaşanan bu olay, Rusya’daki Novaya Gazetesi’nin verdiği bilgilere göre 2017’nin Nisan ayında başlayan tutuklamalarla 26 kişinin öldürüldüğü ve en az 100 kişinin tutuklu olarak çeşitli işkencelere maruz bırakıldığı kamplarda yaşanan büyük bir katliama dönüşmüş; ancak kamptan kurtulmayı başaran Maxim Lagunov’un bulunduğu şikayetlere rağmen ne Rusya Federasyonu tarafından ne de ona bağlı cumhuriyetlerden biri olan tüm bu olayların ana yeri Çeçenistan hükümeti tarafından ciddiye alınmamıştı. Oysa ki Çeçenistan hükümeti vatandaşlarını “ailelerinin onurlarını temizlemek” için çocuklarını kendilerinin de öldürmeleri gerektiği konusunda cesaretlendirmiş ve gey karşıtı bir kampanya başlatmıştı. Böyle bir emir verdiğini asla kabul etmeyen hükümet aynı zamanda kendi ülke sınırları içerisinde geylerin olduğunu da reddetmekte. Çeçenistan’dan kurtulmayı başaranlar ise hala ailelerinden kaçmak zorundalar ve kendilerini hiçbir şekilde güvende hissetmiyorlar. Olayların patlamasından sonra Çeçenistan’dan kaçan geylere kucak açan aralarında Litvanya, Fransa, Almanya ve Kanada gibi ülkelerin de olduğu kimi ülkelerde Çeçen göçmenler hala ailelerinden gelen telefonları açmakta güçlük çektiklerinin ve her an herhangi bir yerde alıkonularak kamplara gönderilecekleri tehdidini üzerlerinde hissettiklerine dikkat çekiyorlar. Yine Novaya Gazetesi’nden gazeteci Elena Milashina’ya göre kamplarda yaşananlar üzerine hiçbir dava açılmadı ve hiçbir tutuklama yapılmadı, ancak eğer ki otoriteler konuya dair bir şeyler yapmak isteselerdi tüm yaşananların incelenmesi ve bu doğrultuda bir soruşturma başlatılması oldukça kolaydı.

Böylesine bir atmosferden kaçıp sığınılan ülkelerde de aslında mültecilerin ve göçmenlerin sorunları çözülmüş olmuyor, özellikle LGBTQ+ mülteci ve göçmenlerin yaşadığı sorunları biraz da olsa bu yazının odağına almak istiyorum ve her şeye rağmen nasıl kendi küllerinden kendilerini yaratmayı başarabildiklerini… Bu yüzden de sığınılan başlıca ülkelerin ikisinden örnekler vererek yaşanılan sorunlarla başlamak istiyorum.

Her sene yaklaşık 2000 LGBTQ+ birey doğduğu topraklarda cinsel veya toplumsal cinsiyet kimliğinden dolayı yaşamını sürdüremediği, çeşitli ölüm tehditleri, aşağılamalar ve suistimaller, taciz ve tecavüzlere maruz kaldığı, hatta ülke sınırları içerisinde eşcinsellik yasadışı kabul edildiği için ömür boyu hapis veya idam cezaları ile yüzyüze bırakıldığı için ülkesini terk ederek Birleşik Krallık’a göçmek istiyor. Zaten kendi ülkelerinde karşılaştıkları bunca sorunun yanı sıra bir de güvenli alan olarak gördükleri ülkelerin göçmen ve mülteci kamplarında çeşitli sıkıntılarla karşılaşmak zorunda bırakılıyorlar. Bir zamanlar üzerinde güneşin batmadığı ülke olarak anılan Birleşik Krallık’ın kamplarındaki sığınmacılar yoksulluk, yalnızlık, ayrımcılık, homofobi ve transfobi gibi birçok sorunla yüzyüze kalıyor.

Dünyanın yalnızca belirli bölgelerinden alıp verdiğim örneklerin çok daha ötesi var ve ne yazık ki bir yazının içeriğine sıkıştırılamayacak kadar fazla sayıdalar. Ancak yine de göçmenlerin ve mültecilerin kendi deneyimlerinden yola çıkarak paylaştığı onlara başvuru sürecinden sonra sağlanan konaklama yerlerinde yüzleşmek zorunda kaldıkları kimi güçlü adledilen ülkelerin onları tabi tuttuğu bürokratik süreçlerden kaynaklı sorunları buraya aktarıp farkındalık yaratmanın çok önemli olduğunu düşünüyorum. Öncelikle artık herkesin bildiği gibi Birleşik Krallık gibi bir ülke de sığınmacılarına çalışma izni vermiyor ve bu birçok sığınmacıyı ekonomik bağımsızlıkları bulunmadığı için çeşitli istismarlara, yoksulluklara ve evsizlik sorununa karşı savunmasız bırakıyor.

Yakın zamanlarda Jamaikalı bir geyin kendisini evsiz olarak sokakta buluşunun ve çalışma izninin olmamasının yanı sıra evsizler için sağlanan yardıma da uygun olmadığının söylenmesinin ardından söyledikleri bu konunun ciddiyetini bir kez daha gözler önüne seriyor: “Param yoktu, gidecek bir yerim yoktu, güvenecek kimsem de yoktu. Bu durum çok fazla stres altında hissetmeme sebep oldu ve akıl sağlığıma fazlasıyla zarar verdi.”

Kazanılan ve kazanmak için savaşı verilen hakların sadece belli topraklarda doğmuş insanlara tanınması ve ölüm tehlikesi ile yüzyüze kalmış olan insanlardan bürokratik bir takım sebeplerle alınması ne kadar anlaşılabilir? Bayatlamış politik oyunlar yine görünmez kılınan bedenler üzerinden oynanırken, ne kadar sessiz kalacağız/kalabileceğiz? Hükümetler sessiz kalmayı tercih ediyorsa, kazandığımız her hakkı herkesle paylaşmak için biz niçin mücadele etmiyoruz?

Londra’da bu konuya sessiz kalamamış ve kalmayı reddetmiş LGBTQ+ göçmenlerin ve mültecilerin yoksulluk yaşamaması için mücadele eden Micro Rainbow International (MRI) isimli bir örgüt var ve örgüt yalnızca yoksulluk sorunuyla değil, LGBTQ+ göçmenler ve mülteciler arasında artışta olan yalnızlaşmaya ve evsizliğe karşı da mücadele veriyor. Birleşik Krallık’taki evsiz LGBTQ+ göçmen ve mültecilere ilk kez güvenli yerlerde konaklama imkanı sağlayan kuruluş, iş bulma, eğitim ve sosyalleşme imkanı da sağlamakta.

Birleşik Krallık’ın yanı sıra sığınmacıların en çok tercih ettiği diğer bir ülke ise Amerika Birleşik Devletleri. Başkan Donald Trump’ın son zamanlarda mültecilere uyguladığı “sıfır tolerans politikası”nın yarattığı etkilerden kısaca söz etmek gerekirse, sınırda yasal olmayan yollardan ülkeye sığınmak isteyen göçmen ve mülteci ailelerin çocuklarından ayrılması şartını savunan bu politika doğrultusunda 5 Mayıs – 9 Haziran tarihleri arasında ABD göçmen ofisinin raporuna göre 2342 çocuk ailesinden “belirsiz” bir süreliğine alınmış durumda. Mayıs başında yaptığı konuşmalardan birinde Başkan Trump göçmen ve mültecilerden bahsederken açıkça “Bunlar hayvan” dediği göz önünde bulundurulursa, politikasında çocukların ailelerinden alınarak kafes benzeri yerlerde konaklatılmaya başlandığını öğrendiğimizde bu kararı veren zihniyeti hayal etmek çok da zor olmaz diye düşünüyorum. Ailelerinden alınan çocuklara birkaç dakika içerisinde ailelerini yeniden görecekleri söylenirken, aslında aylar boyunca bir daha hiç onların yüzlerini göremeyecekleri gerçeği saklanıyordu. Trump henüz geçtiğimiz günler içerisinde kararını geriye çevirdiğini beyan eden üst düzey bir emir vermiş olsa da, bu emir daha önce ailelerinden ayrılmış olan çocukları ailelerine geri döndürmeye maalesef ki yetmiyor. “Birbirlerinden ayrılan ailelerin görüntüsü hoşuna gitmediği için” böyle bir karar aldığını açıklayan Trump, kararını geri çekse de mültecilere “sıfır tolerans politikası”nın uygulanmaya devam edeceğini de belirtmiş. Katman katman artan mülteci ve göçmenlerin hem kendi ülkelerinde, hem de “sığındıkları” ülkelerde karşılaştıkları tüm bu problemler, daha geçen hafta ABD’nin en ünlü simgelerinden biri olan Empire State Building’in tam tepesinin gökkuşağı renklerine büründürülmesi ile LGBTQ+’nın insan hakları mücadelesine destek verdiği o fotoğrafı aklıma getiriyor. Kimler için, hangi çıkarlar güdülerek destek sunuluyordu? Destek anlayışının yalnızca bir showdan ibaret olmadığına inanmak keşke bu kadar kolay olabilseydi. Özellikle kadın ve LGBTQ+ haklarının show dünyasınca tüketilen ve bundan rant sağlanmaya çalışıldığı bir dünya içerisinde yaşarken insan haklarının can çekiştiği bu iki görüntüyü karşılaştırmadan zihnim rahat etmedi, bir de siz üzerinde düşünün:

20 Haziran’ın göçmenler ve mülteciler için farkındalık yaratmak adına Dünya Göçmen Günü ilan edilmesi ile Haziran ayının aynı zamanda Pride ayı olarak dünyaca kutlanması ile bu kesişimsellik içerisinde LGBTQ+ göçmen ve mültecilerin diğer göçmenlerden farklı olarak kamplarda uğradıkları ayrımcılık aslında tam da yine kesişimsellik kavramı ile anlaşılabilir. Kendi toplumlarında karşılaştıkları ayrımcılık aslında kısaca kamp içerisine haliyle taşınıyor, fakat bir de üzerine “sığınılan” ülkenin engelleri ve aşağılayıcı süreçleri döngünün içerisine dahil oluyor. Genel olarak insan haklarının unutulduğu böyle bir politika gölgede bırakılarak, sadece kendi vatandaşları söz konusu olduğunda geçerli olan insan hakları için mücadeleye destek vermenin ikiyüzlü tarafı da burada zaten. Söylemi devam ettirerek insan haklarının belirli bir toplumun çıkarına indirgendiği bir düzlemde özgürleşmeden benim görüşümce söz edilemez. Trump’ın koltuğu devraldığından beri LGBTQ+’lara karşı anti-gey tutumu da göz ardı edilemez, fakat değinmek istediğim nokta eğer özgürleşme adına bir mücadele varsa dünya üzerindeki tüm varlıkların hakları göz önünde bulundurularak ilerleme kaydedilmesi gerekir, aksi halde eksik ve aslında hiçbir şeyi değiştirmeyen bir noktada saymaya devam edilir. Trump’ın hükümeti eleştirilirken gözden kaçırılmaması gereken nokta da bu aslında. Çünkü bana göre LGBTQ+ hakları insan haklarından ayrılamaz, farklı başlıklar altında farklı deneyimlerden kaynaklı ezilmişlikler konuşulabilir ve konuşulmalı; fakat bu ikisi bambaşka şeylermiş gibi davranılamaz. Kesişimsellik kavramının önemini vurgulamak istememin sebebi de aslında bu. LGBTQ+ göçmen ve mültecilerin diğer göçmen ve mültecilerden farklı olarak neler yaşadıklarının altının çizilmesi ve tüm bu sorunların doğdukları toprakların vatandaşları olarak hayatlarını sürdürme konusunda sorun yaşamayan LGBTQ+’ların mücadelesine eklenmesi, ancak yine bu noktada farklı ezilmişliklerin getirdiği deneyimlerin göz ardı edilmemesi.

Nitekim bunu destekleyen örneklerden bir tanesi de, hapse girmek için gey olmanın yeterli olduğu Etiyopya’da kamusal alanda kimliğini açık olarak ifade edebilen ilk geylerden biri olan Robel Hailu. “Ait olduğum ülkede gey olmak bir suç, bu yüzden de kendi ülkemden buraya kaçtım,” diyen Hailu, kendi ülkesinde daha önce ayrımcılık ve ölüm tehditleri ile karşılaşmış. Ülkesine geri dönme ihtimali bulunmayan, dönmek isterse de çok ciddi cezalarla karşılaşmak zorunda olan Hailu, tüm bu sebeplerden dolayı ABD’ye sığınmak için başvuruda bulunmuş. Fakat bilindiği üzere Trump hükümetinin “sıfır tolerans politikası” tehlikeli bir atmosfer yaratıyor. Hailu sözlerini “Etiyopya’ya dönmeye korkuyorum,” diye sürdürürken LGBTQ+’ları gerçekten kabul eden bir ülkede yaşamak istediğini dile getiriyor. Hükümet tarafından özellikle gizli tutulduğu için Etiyopyalı LGBTQ+’ların toplum içinde neler yaşadıklarını asla bilemeyeceğimizi aktaran Hailu, dışarda kendilerine yardım etmemiz ve onları dinlememiz için bize ihtiyacı olan kardeşlerimiz olduğunu söylüyor.

Sözünü ettiğim tüm bu sorunlar ve birçok kaynak aracılığıyla haklarında kısıtlı bilgiye ulaşabildiğim, zaten ne kadar ulaşsam da asla yeterli olamayacak olan göçmen ve mültecilerin derinden hissettiği her sorun farklılıkları da göz önünde bulundurularak mücadelemiz içerisinde bir yere sahip olmalı. Nitekim dünyadaki belirli ülkelerde belirli vatandaşların edinebilmiş olduğu temel insan hakları her dünya vatandaşına erişinceye kadar mücadelenin son bulmayacağı dünyanın her yerinde söylenmeli.

Yazının en başında bahsettiğim mülteci kampı ise kendi gücünü kendi içerisinde yeşertmeyi başarmış, uluslararası arkadaşlarının da yardımlarıyla, dünyanın en büyük üçüncü mülteci kampı olan ve 185.000’den fazla insana sığınak sağlayan Kenya’daki Kakuma Mülteci Kampı’nda geçtiğimiz haftalarda kampın LGBTQ+ topluluğu olan Refugee Flag Kakuma bir Onur Yürüyüşü gerçekleştirdi. 600 kişi katılım gösterdi ve dünyada Pride’ı kutlayan ilk mülteci kampı oldu.

Kampta genellikle Uganda’da cinsel veya toplumsal cinsiyet kimliklerinden dolayı ömür boyu hapse mahkum edilen insanlar Kenya’daki bu kampa gelerek kendi toplumlarında gördükleri şiddet ve eziyetten kaçıyorlar. Kenya’da da aslında eşcinsel olmak yaşadışı kabul edilmekte; fakat kampta hayatını sürdürmekte olan birçok mülteci eşcinselliğin yasal olduğu bir üçüncü dünya ülkesinde yerleşme imkanı bulmayı umut ediyorlar. Ugandalı transgender mülteci Rluage Eibusone kampta olma deneyimini “Gerçekten çok mutluyum. Ailemleymişim gibi hissediyorum ve bunun için çok mutluyum,” sözleri ile ifade ediyor. Gerçekleştirilen yürüyüş boyunca atılan sloganlardan bir tanesi de “Homofobiyi bırakın!” idi.

Fakat az önce sözünü ettiğim kesişimsellik burada da karşımıza çıkıyor, kendi ülkeleri içerisinde gördükleri ayrımcılığın kamp ortamına da haliyle sızması durumu ve buna karşı alınması gereken önlemlerin gerektiği zamanlarda alınmamış olmasından kaynaklı olarak gerçekleşen ayrımcılık Kakuma Kampı’nda da gerçekleşti. Düzenlenen Onur Yürüyüşü her ne kadar büyük bir başarı olarak görülse de, etkinliği düzenleyen Mbazina Moses’ın aktardığı üzere yürüyüşten hemen sonra iki LGBTQ+ birey oldukça şiddetli bir saldırıya uğradı. Bunun yanı sıra, kamptaki diğer mültecilerin yürüyüşe katılan LGBTQ+’lara yazdığı açık mektupta oldukça sert uyarılarda bulunuldu.

Mektupta yazılanların çevirisi ise şu şekilde: “Bu, Kakuma’da yaşayan tüm erkek ve kadınlara bir uyarıdır. Şu ana kadar yapmakta olduğunuz şey artık sona erdi. Bir süredir sessizliğimizi koruyorduk. Çocuklarımızı ve dinimizi lekelediğiniz için kampı terk etmek zorundasınız. Eğer kampı terk etmezseniz, her birinizi teker teker öldüreceğiz ve bu konuda ciddiyiz. YETER ARTIK!”

Refugee Flag Kakuma’nın yöneticisi Moses daha birkaç gün önce görünürlüklerini kutlayan mültecilerin şimdi korkuyla yaşadıklarını belirtti. Mektubun onlar için ardında herhangi bir gün her an karşılarına çıkabilecek şiddetin antipatik yüzünü, korkuyu ve çaresizliği barındıran bir kapının açılma tehdidiyle yüzleşmek anlamına geldiğini sözlerine ekleyen Moses, Facebook üzerinden en son paylaştığı gönderide polisin durumu kontrol altına aldığını ve güvende olduklarını söyledi. Fakat hala yürüyüşü gerçekleştirmek için kullandıkları paranın bir kısmını toparlayamadığını (12.000 Kenya Şilini – 120 Amerikan Doları) ve borçlu olduğunu belirterek yardım beklediğini de sözlerine ekledi.  

Her türlü koşulda ve her yerde sürdürülen bir mücadelenin canlı kanıtı olarak Kakuma Kampı’ndaki Refugee Flag Kakuma’nın gerçekleştirdiği bu yürüyüş her birimiz için umutsuzluğu bir kenara bırakarak birlikteliğin gücü ile asla yılmamamız gerektiği konusunda sıkı bir ders veriyor.

Kaynaklar: 1 2 3 4 5 6 7 8 9